ECDADIMIZDA İLME HÜRMET (*)

Doç. Dr. M. Es'ad COŞAN

Diyanet Gazetesi'nin bir önceki sayısında yer alan tarih sohbetimizde ecdadımızın dine, ilme ve âlimlere verdiği değere bir misal olmak üzere, II. Murat devri Osmanlı âlimlerinden Molla Taceddin'in, hac yolculuğuna çıkan hocası Molla Yegân'ı İznik'te nasıl karşılayıp misafir ettiğini, müstesna bir şekilde ağırladığını, derin ve içten bir hürmet duygusuyla nasıl elini bırakıp ayağını öptüğünü yazmıştık.

Bu yazımızda da, aynı konuyla alâkalı olarak Molla Taceddin'in oğluna ait bir vakıayı zikretmek istiyoruz. Oğluna geçmeden önce biraz babasından bahsedelim.

Molla Taceddin, İznik Medresesinde müderris idi: Hatiboğlu lakabıyla dinî Türk edebiyatına hadîs, tefsir ve tasavvuf sahalarında mühim eserler bırakmıştır. Kaynakların ve bu eserlerin incelenmesinden, onun müteşerri', ihlâslı, samimî bir müslüman olduğu, sağlam bir ahlâka ve vakur bir görünüşe sahip bulunduğu anlaşılıyor. Çocuklarını da, kendisi gibi dindar, ilim haysiyetine sahip, eğilmez, onurlu kimseler olarak yetiştirmiştir.

Oğullarından Muhyiddin-i Muhammed, ilk feyzini ve ilmini babasından almış, sonra ilim yolunda derece derece ilerleyerek Fatih Sultan Mehmed devrinin en büyük, en meşhur müderrislerinden biri olmuştu.

Hatibzade diye şöhret kazanan bu Muhyiddin Efendi, Fatih'in meclislerinde bulunduğu gibi, ondan sonra II. Bayazıt'ın da hürmet ve teveccühüne mazhar olmuş; Arapça bazı dinî eserler yazmış, nihayet hicrî 901 (milâdî 1497) yılında âhirete irtihal eylemişti.

Osmanlıların bu devirlerine dair önemli bir tercümei hal kaynağı olan Hadâik'us-Şakâik'ta, bu Hatibzade Muhyiddin Efendi hakkında bazı bilgiler yer alır. Bunlar arasında zikredilen bir vakıa bizim dikkatimizi çekti; çünkü Hatibzade'nin, muasırları tarafından pek iyi değerlendirilememiş bazı ahlâki özelliklerini aksettiriyordu. Ayrıca babasının davranışlarıyla irtibatlandırılıp birlikte mütalâa olunduğunda, bir başka renk ve mânâ kazanıyordu. Hem o devrin zihniyetinin, hem de Hetibzade'nin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağından sizlere anlatmayı uygun bulduk. Vâkıa şöyle:

Merhum Hatibzade, iki seçkin ve yetişkin talebesini de, edep-erkân öğrensinler diye, yanına alarak, bir bayram günü, Sultan II. Bayazıt'ın sarayına, bayram tebrikleşmesine gitmiş. Divan-ı Hümayun'da, zamanın müftüsü Efdalzade'nin, vezirlere eğilerek selâm vermesi üzerine, tenkid ve îkaz sadedinde ona şöyle diyor:

"Niçün hetk-i ırz-ı ilm ü irfan ve fetk-i namus-ı fazi u ikan eyledün? Zira bu taife (yâni vezirler) zümre-i ulemanuın hüddâmıdur; mehâdîm-i kiram, hüddâma iltifat eylemek, şüref-i şerefden sukut ve rütbe-i izzetten tenezzüldür... senün gibi sahîhün-neseb celil'ül-haseb kimesneden bu makû lesui edeb sudur eylemek acebden acebdür..."

Nihayet padişahın huzuruna varmışlar. Padişah onları görünce, ecdadı gibi, ilme ve âlimlere hürmetinden dolayı, yedi adım öne yürüyüp karşılamış ve umulmayacak derecede riayet göstermiş.

Hatibzade, o zamanın saray adabına göre padişahın önünde eğilmesi gerekirken, baş eğmemiş; sadece sözle selâm vermekle iktifâ etmiş. Vezirler bile padişahın elini eteğini öperken o, musafaha (el sıkışma) ile yetinmiş. Hatta dua-yı bak-yı devlete (hükümdarlığının devamı için dua) dair bir söz bile söylememiş.

Saraydan dönerken, beraberindeki talebeleri Hatibzade'ye, padişah ile o şekilde tebrikleşmenin hürmetsizlik ve serkeşlik olabileceği yolunda îmada bulununca, şu cevabı veriyor:

"Anun ayağına varmak, eştat-ı esbab-ı mücahâtı şamil ve esnaf-ı âlâf-ı mübâhâtı müştemil riayetdür; bu mertebe, rütbe-i kâfi ve bukadar, kadr-i vâfidür. Bundan ziyade tevkîri tevfir ve tekbiri teksir, keremde israf u tebzîrdür. Şehriyar-ı mekrümetşiârımuz bu iclâl ü i'zâma râzîdur, siz bilmezsiniz."

Anlaşılıyor ki Hatibzade, tebrik için padişah sarayına kadar gitmeyi bile, bir din âlimi için büyük bir fedakârlık ve tâviz sayıyor. El öpmek, eğilmek gibi hürmet ifadelerini ise aşırı ve dinen hatalı buluyor. En mühimi ilmi, vezirlerin ve paşaların payesinde daha üstün görüyor. Onun bu tarz düşünüş ve davranışları bizce, çağından ileri, asil, cesur ve vakur bir merhaledir. Bunların değeri, Hatibzade'nin mensup olduğu aile ve hele babasının Molla Yegân'a gösterdiği olağanüstü hürmet göz önüne getirilince daha iyi anlaşılmaktadır. Demek ki ecdadımız, kendisini yetiştiren hocasının ayağını öpmekten çekinmezken, padişahların, vezirlerin ve paşaların önünde kendi değerini korumasını biliyor; yerleşmiş saray törelerine uymama cesaretini gösterebiliyor.

Bu cins faziletli âlimler o zamanlarda hiç de az değildi. Bunları -inşâallah- ileriki yazılarımızda anlatmağa devam edeceğiz.


(*) Diyanet Gazetesi, s.197, 15 Eylül 1978, sf. 4 ve 6.

Dervişân