OSMANLI DEVLETİ NASIL GELİŞTİ? (*)

Doç. Dr. M. Es'ad COŞAN

Geçenlerde, Târih-i Gülşen-i Maârif adlı iki ciltlik eski harfli tarih kitabını okuyordum. I. Cildinin 417. sayfasında Sultan Osman'ın, oğlu Orhan'a vasiyetleri kaydedilmiş. Bu vasiyetlerin, Diyanet Gazetesi okuyucularıyla ilgili olduğunu düşünerek Tarih köşesinde takdimini faydalı gördüm.

Önce eser hakkında kısa bir bilgi vereyim:

Gülşen-i Maârif, bir umumi tarih kitabıdır. Önce Hazret-i Adem'den başlayarak peygamberleri kısaca anlatır (Cümlesine halisane salât ve selâmlarımızı arzederiz). Sonra Hazret-i Muhammed SAS'ı genişçe anlatarak Emeviler, Abbasiler ve sair İslâm devletlerine geçer. I. Cilt 407. sayfadan itibaren de Osmanlı devletini anlatmaya başlar; 2. Ciltte Sultan Abdülhâmid I devri sonuna kadar getirir. Eseri Feraizcizade diye tanınan Seyyid Mehmed Saîd Efendi kaleme almış ve muhtelif kaynak kitaplardaki malûmatın lüzumsuz teferruatını süzerek, mukayeseli çalışmalar yaparak 10 yılda ikmal ve itmam eylemiştir. 1249 hicrî/1834 milâdî tarihinde bitirdiğini kendisi belirtiyor, ikinci cildin sonunda, Dersiam Ferâizî Mehmed Efendi'nin oğlu olduğunu, Bursa'da doğduğunu, hiç çocuğu bulunmadığını, Emir Sultan Cami-i şerifinde hatiplik vazifesi yaptığını beyan ederek, tahsil ve terbiyesini hangi hocalardan ikmal ettiğini açıklıyor. (Bk. s; 1685 vd.) Bursalı Tahir, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde Müellif Mehmed Said Efendi'nin 1251 hicrî/1835 milâdî tarihinde vefat eylediğini ve Emir Sultan  Camii hazinesine defnolunduğunu kaydeder. Allah rahmet eylesin...

Osman Bey'in aşağıya derc edilen vasiyetleri, hiç olmazsa XV-XVI. asırlara kadar samimiyet ve titizlikle tatbik edilmiştir. Devlet, ihlâslı bir dindarlığa dayanan bu temel felsefe ve zihniyetle idare edildiği müddetçe yükselmiş ve ilerlemiştir. Hududların çok genişlemesi, haberleşme ve ulaşım imkânlarının azlığı, İslâm âlemindeki diğer devletlerle irtibat ve koordinasyonun sağlanamaması, düşman devletlerin daima müşterek hareketleri, Avrupa'nın coğrafî keşiflerle zenginleşmesi... gibi sebepler hasım devletleri bizden daha kuvvetli ve ileri bir duruma yükseltmiş ve Osmanlıların Avrupa hareketinin duraklamasına yol açmıştı. O zamandan beri başta askerî tedbirler olmak üzere pek çok ıslâhat çalışmaları yapılmış, eserler yazılmıştır. Bunlar arasında gözden kaçan ve ihmale uğrayan; hattâ şuurlu veya kasıtlı müdahalelerle tahrip edilen hep millî ve manevî değerlerimiz, imanımız, kültürel ve moral güçlerimiz olmuştur. Halbuki varlığımızın ve muvaffakiyetlerimizin asıl sebepleri onlardı. Bugünkü buhranlarımızın ve anarşinin de temelinde, aynı tutumun devam ettirilmek istenmesi; yani bizi biz yapan, cihanın hayranlığını üzerimize çeken imanımızı, tarih şuurumuzu, millî ve manevî değerlerimizi hor ve hakir görmek ve kurtuluşu başka reçetelerde aramak zihniyeti yatmaktadır.

Bu yanlış gidişi önleyecek ve milletimize gerekli moral güçleri ona verecek kadro ancak Diyanet Teşkilâtı görevlileri ve imanlı, şuurlu münevverler olabilir. Ne mutlu bu asil görevin şuuruna erebilen; Milletimizin yükselmesi uğrunda olanca gücünü sarfetmekten kaçınmayan fedakâr himmet erbabına!

***

Osman Bey, sade bir aşiret idarecisi olmasına rağmen, bir devletin ilerlemesi ve yükselmesi için gerekli prensipleri büyük bir açıklıkla görmüş, arif bir idareci olduğunu böylece ispat etmiştir. Şimdi sözü Gülşen-i Maârif'e bırakalım:

SULTAN OSMAN'IN OĞLU ORHAN GAZİ'YE VASİYETİ

Orhan-ı gâzî, bâ-avn-i cenâb-ı Müsteân Burûsa hisarını feth ettikten sonra, makarr-ı saltanat olan Yenişehir'e azimet ve pederleri Osman-ı gâzî'nin meclis-i devletlerine vâsıl olduklarında, envâ-ı tevkîyr ü ihtirâm ve nasâyıhdan sonra:

— Oğlum sana yedi nasihatim vardır.

Evvelâ: Cemî-i masâlihînden mukaddem, emri dininde ihtimam u dikkat eyle; zîrâ bâis-i kıvâm-ı dîn devlettir.

Sâniyâ: Emr-i dininde ihtimâmı olmayan, yahud mezheb-i ilhâd  u i'tizâle mâil, ve kebâirden müctenib olmayan eşhâsı istihdam etme. Zîrâ, Hàlık'tan havf etmeyen mahluktan havf etmez. Ve mürtekîb-i kebâir olanın sadâkatı olsa, ümmeti olduğu Peygamber'e sadâkat edüp şeriattan hariç hareket etmez.

Sâlisâ: Umurunda adalet eyle, tâ ki sâyendeki reayaya, şâir mülûkün reâyâsı hased edüp senin sâyene ilticâya çâre arayalar. Zira padişahlık reâyâ ve memleket ile olur; reâyâ ve memleket ise adâlet olmasa muzmahill olur.

Râbiâ: Zulümden ve bîvech bid'atden tehâşi eyle; ve seni zülm ü bid'ate tergîb edenleri, devletinden teb'îd eyle. Zirâ ma'nen seni zevâl-i devletine tergîb etmiş olurlar.

Hâmisâ: Dâima cihâd ile tevsî-i bilâd eyle. Zîrâ müddet-i medîd sefer olunmasa askerin şecâatına ve rüesânın tedbîrine fütur gelür; ve hem umûr-ı seferiyyeden âşinâ olanlar vefat etdikde, yerine gelen mübtediler tedbîrde noksân etmeleriyle hezimete bâdî olur.

Sâdisâ: Sadâkatle tahsîl-i rızânda ifnâ-yı ömr eden ricâline riâyet eyle; ve ba'de vefâtihî evlâd u ıyâline himâyet edüp, emvâline taarruz etme. Bâhusus askerî taifesine in'âmla celb-i kulûba sa'y eyle.

Sâbiâ: Ülemâ ve fuzalâya ziyade ikram eyle; ve bir diyarda ki bir sâhibkemâli işitdin, bir takrîb getürüp ihsan eyle, tâ ki müddet-i saltanatında ulemâ çoğalup emr-i Şeriat nizâm bula. Zinhar askere ve mâla mağrur olma ve şer-i şerif ehlini dür etme; ve benden ibret al ki bu diyara bir mûr-ı zaîf gibi gelüp min gayri istihkâk bunca inayete mazhar oldum. Bu takdirde benim meslekime gidüp bu dine ve ashabına hürmet eyle... deyü hikemâmîz vasâyâdan sonra kelime-i tevhîdle meşgul olup kemâl-i teyakkuz u intibah üzre yedi yüz yirmi altı tarihinde âzim-i huîd-i berin olduklarında ba'de't-techîz ve't-tekfîn mahrûsa-i Burûsa'da Manastır nâm kubbe-i hümân derûnuna defn olundu...

Bu sade ve sevimli ibarenin anlaşılmasını şimdilik okuyucularımızın irfânına havale ediyoruz. Cenab-ı Mevlâ'mız ruhsat ve fırsat verirse ilerde bu nasihatleri açıklama sadedinde bir yazı daha kaleme almak niyetindeyiz.


(*) Diyanet Gazetesi, 15 Şubat 1979, s. 207, sf. 4.


Makaleler  |  Dervişân