HOCAM NECATİ LUGAL

Dr. M. Esad Coşan

Bu yazıda, merhum Hocamın şahsı, bazı dostları ve davranışlarıyla ilgili birtakım mâlûmat ve hâtıralar arz edilecektir. (1)

Yabancı menşeden geldiği ve pek yayılmış, tanınmış bir kelime olmadığı için, önce onun soyadı hakkında bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu husustaki malûmatı, henüz İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'nde öğrenci iken meşhur şarkiyatçı H. Ritter'den dinlemiştim.

Sayın Prof. Ritter, Hocamı çok yıllar önce Almanya'da tanımış, Şark dilleri sahasındaki bilgisinin derinleşmesinde ve ilmî yayınlarında, onun engin kültüründen feyz almış bir kimseydi. Bir gün derste, Arapça "heykel" kelimesini açıklıyordu. Bunun Sümerce egal'den geldiğini, egal'in ise e (ev) ve gal (büyük) kelimelerinden teşekkül ettiğini, aslında "büyük ev" demek iken, zamanla mücessem tasvirlere de --çok kere büyük ev / tapınaklarda bulunduklarından, mecaz-ı mürsel olarak-- egal (heykel) denmeğe başlandığını anlatmış ve sözü Necati Bey'in soyadına getirerek, "Lugal kelimesi de Sümercedir. Lu (adam) ve --egal (heykel) kelimesi sonunda da görülen-- gal (büyük) kelimelerinden teşekkül etmiş olup, 'büyük adam' anlamını taşır." demişti.

Soyadı Kanunu çıktığı sırada hocam Almanya'da bulunuyordu. Bu kelimeyi yurttaki yakınları seçmiş, kabul etmişlerdi. Kendisi, kendi arzusuyla aynı kelimeyi seçer miydi bilmiyorum ama, anlamının onun zatına çok uygun düştüğü aşikârdır.

Hocam Necati Bey'in, seyrekleşmiş, bembeyaz saçları, kır bıyıkları, renkli sevimli yüzü, kalın çerçeveli gözlükleri ardından tatlı nazarlarla bakan zeki gözleri vardı. Bu haliyle, kendisini ilk defa görenlerde bile, içten bir sevgi ve derin bir hürmet hissi uyandırırdı. Nice yüksek mevki sahipleri, ordinaryus profesörler... seve seve elini öper, önünde saygıyla eğilirlerdi. Yakından tanıdığım bir doçent hanım bir gün bana, "Eğer utanmasam boynuna sarılır, defalarca yanaklarından öperdim!" demişti. Bir davette, bir ecnebi hanımın, Hoca'ya olan sevgisini bu yolla izhar ettiğini de duymuştum,

Hocam vücutça sıhhatli ve dinçti. Kendisinin gülerek anlattığına göre, bir gün bir rahatsızlığından dolayı doktora gitmiş; durumunu anlattıktan sonra, bunun ne olabileceğini ona sormuş. Doktor, "Efendim! Siz bu önemsiz rahatsızlığın sebebini sormayı bırakın ve bunca yaşınıza rağmen, nasıl olup da bu kadar sağlam ve dinç bir vücuda sahip olabildiğinizin sırrını bize açıklayın!" diye cevap vermiş.

Sıhhatinin bozulmaması için, yemeklerine çok dikkat ederdi. Yağlı, ağır yemeklerden kaçınır, iştihayı keserek abur cubur yemekten korunmak maksadıyla, meyva ve salataları önce yemeyi ve su içmeyi tavsiye ederdi.

Dinçliğini borçlu olduğunu sandığım itiyatlarından biri de, çok yürümesiydi. Mecbur olmadıkça vasıtaya binmez, Kızılay'daki evinden, Cebeci'deki Fakülte'ye kadar, arka sokaklardan yürüye yürüye gelirdi.

Yaz tatilleri, sabahın erken saatlerinde, Boğaz'ın soğuk, akıntılı sularında çekinmeden denize girerdi. Merhum babası Hüseyin Hüsnü Efendi de yüzmeyi sever, hayli açıldıktan sonra, "Ya Rabbi ! Bütün dünyevî alâkalardan tecerrüt etmiş bir halde, denizler gibi rahmetine iltica ile senden diliyorum..." diyerek duada bulunurmuş.

Konuşması tekellüften uzak, samîmî bir şekilde cereyan eder, eşsiz buluşları, zarif ve nezih ifadesiyle dinleyenleri hayran bırakırdı. Sözlerini Arap ve İran edebiyatının, Almanca veya Türkçe'nin en güzel şiir parçaları, meselleri ve lâtîfeleriyle zenginleştirirdi. Ben bunları fırsat buldukça defterlerime not eder, hafızama yerleştirmeye çalışırdım. Birkaç misal vereyim :

Yeni bir daireye taşınmasında kendine yardım ediyorduk. Söz, oradan oraya taşınma konusuna intikal etti. O, "Gayet tabii..." dedi, "...biz göçebe bir milletin göçebe çocuklarıyız" ve arkasından, "Biz, sükûn bulmadığımız ve dâimâ hareket halinde olduğumuzdan dolayı canlıyız. Dalgalar gibiyiz: Durgunluğumuz yok olmamız demektir." mealindeki şu beyti okudu:

Mâ zinde ez anîm ki ârâm nedârim,
Mevcim ki, âsûdegî-i mâ ademe mast.

Bir başka gün, yaşlı bir kimsenin ihtirasından ve dünyaya aşırı meylinden bahsedilirken, hemen, "Yıllanmış, yaşlı ağacın kökleri, genç fidanlarınkinden daha kuvvetli, kalın olur; bunun gibi, ihtiyarın da, yaşlandıkça gönlü dünyaya daha sıkı bağlanır." mânasına gelen,

Rişe-i nahl-i köhne sâl ez civân muhkemterest,
Bişter-i dil-bestegî bâşed be-dünyâ pîr râ.

beytini zikredivermişti.

Kendini beğenen bir kimse hakkında, yine onun, söz arasında zikrettiği şu beyit ne kadar güzeldir:

İn taayyün çün hubâb ez beste çeşmîhâ-yı tust,
Çeşm begüşâ hiçî-i hodra der in deryâ be-bîn.

Yâni, "Senin bu kendinde bir varlık görmen, su kabarcığı gibi, gözlerinin sımsıkı kapalı oluşundandır. Gözünü aç ve bu deryada kendinin bir hiç olduğunu gör!"

Onun hafızasında, böyle binlerce beyit, mesel... vardı. Yanından ayrıldıktan sonra sohbetinin tadı dimağdan, anlattıklarından hasıl olan tebessüm dudaklardan bir zaman gitmezdi. Çok dikkatli idi; sözündeki ifade ile karşısındakini incittiğini, kırdığını hiç görmedim. Dedikoduyu sevmezdi. Sevmediklerinin dahi aleyhinde konuşmaz, iyi taraflarını görmeğe, söylemeğe gayret ederdi.

Herkesle, onların seviyelerine göre ve ilgi duyacağı konulardan söz açarak konuşurdu. Erişilmez, yanına yaklaşılmaz yaşlılardan değildi. Rahatça gençler arasına da karışırdı; meselâ küçük bir çocukla, ciddî bir tavır takınarak, Fenerbahçe'nin mi, yoksa Galatasaray'ın mı şampiyon olacağı hususunda, uzun uzun mübahese ederdi. Kanaatıma göre manen zinde kalışı, bu intibak kabiliyetinden neşet ediyordu.

Tanıştığı kimselere yakınlık gösterir, onların isimleri, şahısları, aileleri, tahsilleri vs. hakkındaki malûmatı dikkatle dinler, eşsiz hafızasına yerleştirerek bir daha hiç unutmazdı. Okuttuğu talebeleri de, eski veya yeni, bir bir hatırlar, hayata atıldıktan sonra ne olduklarıyla meşgul olur, mümkün olduğu kadar arar, takip ederdi. Kendinin anlattığı aşağıdaki olay bunun bir misalidir:

Cebeci'de oturduğu zamanlarda, sokakta sık sık bir subayla karşılaşırlar, Hoca onu dikkatle süzer, fakat o tanımadığı için selâm vermeden geçermiş. Bir gün bir asker talebesi ziyaretine gelmiş. Konuşma arasında Hoca, "Kuleli'de, sizin sınıfta olan, ..... numaralı, ..... adlı arkadaşınız da bu sokakta oturuyor; arzu edersen görüş!" demiş. O zat gidip görüşmüş; "Senin burada olduğunu bana hocamız Necati Bey haber verdi." deyince, subay, çok seneler önce Kuleli Askerî İdadisi'nde kendisine bir veya iki sene hocalık yapmış olan Necati Bey'i nihayet tanımış ve ziyaretine gelerek özür dilemiş.

Kendi eski dost ve arkadaşlarını da hiç unutmaz, ihmal etmez, onlardan uzaklaşmazdı. İctimaî seviye, makam ve rütbe gibi hususlar, onun için mühim değildi. Şimdi pek nadir görülen ve eski, olgun nesle mahsus olan eşsiz bir vefa ile, dostluğunu her halükârda devam ettirirdi. Hocamın böyle, çok sevdiği eski dostlarından biri de, zevk, bilgi ve yaşça kendine uygun olan merhum Hafız Yusuf Ararat Bey idi. Bu yazıda ondan bir nebze bahsetmem, sanırım ki her ikisinin ruhunu da memnun edecektir. (2)

1961 yaz tatilinde beraberce İstanbul'a gitmiştik. Hocam, Çengelköy'de Sadullah Paşa Yalısı'nda kalır ve sık sık Hafız Yusuf Bey'le buluşurdu. Daha talebe iken şöhretini duyduğum, fakat henüz görüşemediğim bu zât, Çamlıca yolunda Altunîzâde durağında oturmaktaydı. Bir gün ziyaretine beraberce gittik. İkametgâhı, caddenin solunda, Boğaz istikametine sapan yolun sağ köşesindeki, tek katlı orta büyüklükteki dükkân idi. Necati Bey bana:

"--Bu senin ikinci hocandır, öp bakalım elini!" dedi.

Elini öptüm. Ufak tefek, alnı açık, başı takkeli, gözlük camları gayet kalın, ilgi çekici bir şahıstı. Etrafıma bakındım: Bir köşede --onun Kapalıçarşı'daki elmasçılığından kalmış olacak-- bir tezgâh, çekiçler, kerpetenler, aletler; diğer köşede bir karyola, ortada raflara sıralanmış kitaplar; bir masa üzerinde elektrik ampullerinden yapılmış çaydanlık, demlik.. vs. Bu enteresan manzarayı hiç unutmayacağım.

O gün, Aruza İtiraz adlı risalesini istinsah etmem için bana vermiş, bütün yaz boyunca da Arap şairi el-Mütenebbî'nin divanını okutmuştu. Bir mânayı izah için, elini alnına koyarak bir çırpıda Arapça, Farsça veya Türkçe birçok beyit, kıt'a vs. sıralayıverirdi. Necati Bey ise, ekseriya köşedeki karyolaya yaslanarak oturur, mütebessim bir çehreyle bizi dinler ve zaman zaman söze katılırdı. Hafız Yusuf Bey'in iç âlemi çok zengin idi; bilhassa Necati Bey geldiği zaman pek neşelenir, türlü latîfeler yapardı.

Müteakip 1962 yılı yazında ondan, --daha sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü yayınları arasında Sabri Sözeri tarafından yayınlanan-- eş-Şanfarâ'nın Lâmiyyetü'l-Arab kasidesini okumuştum. Aynı yaz içinde Necati Bey, Hafız Yusuf Bey, edebiyat öğretmeni sayın Mahir İz ve diğer bazı zevat vapurla, 15 gün kadar süren turistik bir Akdeniz seyahati yaptılar; ayrıca ikisi Trabzon'a gittiler. Hocam bu gezileri daima gülerek anar, cereyan eden hâdiseleri, nükteleri, latifeleri anlatır dururdu.

1963 baharında, Hafız Yusuf Bey'in 15 Nisan Pazartesi günü vefat ettiği haberi bize ulaşınca çok üzüldü; "Esad, bundan sonra artık İstanbul'un da tadı kalmadı!" diyerek teessürünü ifade etti.

Necati Bey'in dostları arasında her milletten şahıslar vardı. İyi bir insan olmak şartıyla herkesi sever, herkese yardım elini uzatır, yakınlık gösterirdi. Bu bakımdan taassubu yoktu. Uzun müddet Avrupa'da bulunduğundan dolayı, onları gayet iyi tanımıştı. Çalışmalarını, gayretlerini, intizam ve düzenlerini takdirle yad ederdi. Bununla beraber her zaman, bizim, mânevî olgunluk, insanlık, vefâ ve fedakârlık yönlerinden onlardan kat kat ileride olduğumuzu, kesin bir dille belirtirdi.

Temizliği, düzeni ve çalışmayı çok sever, gördüğü hatalı bir iş, bir karışıklık, bir kötülük veya nizamsızlıktan rahatsız olurdu. Gerek zamanın, gerek maddenin israfına üzülürdü. Kırtasiyeciliği, imzalı mühürlü resmî işleri, yazışmaları hiç sevmez, mümkün olanların hepsini bana havale eder, benim hazırlamamı isterdi.

Derslerine tam vaktinde gelir, hiç ihmal göstermezdi. Birkaç talebe bulsa bile derse devam ederdi. Çalışkan ve anlayışlı talebe görünce çok memnun olur, onun kabiliyeti nisbetinde, daha teferruatlı, daha derin meselelerden söz açardı. Buna mukabil çalışmayan, çalışmadığı için anlamayan kimselere kızar, sert davranırdı. Onlar hakkında el-Mütenebbî'nin, "En büyük musibetlerden biri de, yanlış yolunda ısrar edip, halini düzeltmeyen bir kimseye nasihat verip azarlamak ve anlamayan kimseye boş yere hitab edip durmaktır." mânasına gelen,

beytini söylerdi.

Resmî derslerinin haricinde evinde de ders verirdi. Hocamdan bu suretle feyz almış her yaştan birçok insan vardır. Bu teklifi çok kere kendi yapar, "Efendim, rahatsız olursunuz; vaktinizi almış olmayalım; belki dinlenmek istersiniz!" gibi sözlere gülerek cevap verir; "Bildiklerimi sağlamlaştırmış oluyorum, benim için de faydalı oluyor." derdi. Gelenleri neşeyle karşılar, bütün ısrarlara rağmen hizmette ve ikramda bulunur, ziyaretçilerini memnun ederek uğurlamayı başarırdı.

Kimseyi üzmek istemez; bu sebepten kendi rahatsızlık, üzüntü ve ızdırablarını açığa vurmazdı. Cerrahî bir müdahaleyi icab ettiren son rahatsızlığını, uzun müddet devam ettiği halde, birçok kimselerden --hattâ yakınlarından bile-- gizlemeğe muvaffak olmuştu. Hastahaneye yattığında bana:

"--Birkaç günlük mesele, kimseye söyleme; telâşlanmasınlar, üzülmesinler!" demişti.

Kuvvetli bir imanı vardı. Meşgul olduğu, eserlerini okuduğu Şark ve Garp filozofları onun inancını zedelememiş, bilâkis takviye etmişti. Hazret-i Peygamber SAS'e derin bir sevgi ve hürmet beslerdi. Gençliğinde muhterem pederi ile beraber hacca gitmişti. Herhalde bu hatıraları da canlandırdığı için, derslerde Çelebizâde İsmail Asım Efendi'nin,

Ey sârban, zimâmı çek semt-i kûy-i yâra;
Virâne dilde zirâ yer kalmadı karâra.

beytiyle başlayan ve Hazret-i Peygamber'e olan sevgisini, iştiyakını ifade eden uzun şiirini okuturken gözleri yaşarırdı. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'yi ve onun Mesnevî'sini de çok severdi.

İmanın neticesi ölümü, korkulacak, tevahhuş edilecek bir son olarak görmezdi. Vefatına tekaddüm eden günlerde, ameliyat olduktan sonra yanına girdiğimde, sakin bir tavırla:

"--Ömrü birkaç yıl daha uzatmak için bu zahmeti ihtiyar etmeye değmezmiş!" demişti.

Anlıyordum Hocam, hissediyordum ruhundaki ebedî yolculuk hazırlığını! Olmuş bir meyvanın, ağacı ile ülfeti daha ne kadar sürerdi ki?.. Köklenip filizlenerek daha ulvî bir aleme doğru yükselmek için, toprağa düşmek mukadder değil miydi?.. Yüreğimizi tutuyorduk, duymak istemiyorduk; ama takdir en sonunda tahakkuk etti.

Muhterem Hocam! Bu dünyanın zaman zaman seni rahatsız eden keşmekeşinden kurtuldun; huzur ve saadet alemine göçtün. Ardından faziletlerin, iyiliklerin anılıyor. Bir fâni için ne mutlu bir son! Hâtıralarınla yine bizim rehberimiz, yine bizim imtisâl nümûnemizsin; nur içinde yat! Sàlih kimseler sohbetdaşın, cennet bahçeleri makamın olsun!..


(1) Prof. Mehmet Necati Lugal, 2 Nisan 1878'de İstanbul'da doğdu. Babası Hüseyin Hüsnü Bey'dir. Küçük yaşta hafız oldu. Resmî okulun yanısıra özel hocalardan dersler aldı. Edebiyata derin bir ilgi duydu. Arapça ve Farsçayı öğrendi. Şeyh Sa'dî-yi Şirâzî'nin Gülistan'ından, Mevlânâ'nın Mesnevî'sinden yüzlerce beyit ezberledi. Eski Arap şiirinin inceliklerine vakıf oldu. 1907 Yılında Fatih Camii'nde ders vermeye başladı. Muhtelif okullarda ve medreselerde 1917 yılına kadar dersler verdi. Bu arada çok genç yaşta, babası ile birlikte hacca gitti.

1917 Yılında Almanya'da okuyan Türk öğrencilere öğretmen olarak tayin edildi. 1919 Yılında Hamburg Üniversitesi Şarkıyat Enstitüsü'nde göreve başladı. 1939'da Türkiye'ye döndü. Beyazıt Kütüphanesi müdürlüğüne tayin edildi. Maaşı çok düşüktü, maddî sıkıntılar çekti. Ek görev olarak bazı okullarda Türkçe öğretmenliği yaptı.

Küçüklüğünden beri maddeye değil, ilme kıymet vermişti. İlâhiyat, edebiyat ve filoloji tahsil etmişti. Arapça, Farsça, Almanca, Fransızca ve İngilizce biliyordu. Hele bu dillerden ilk üçünün edebiyatına iyice vakıftı. Urduca ve Afganca gibi diğer şark dillerinden de anlıyordu. Sayısız öğrenciler yetiştirmiş ve Türk kültürünü yabancı ülkelerde yaymağa çalışmıştı. Fakat birçok bilim adamı gibi, o da maddî sıkıntı içinde bırakılmıştı. Bazı dostlarının Millî Eğitim Bakanlığı'na müracaatıyla, 1943 Yılında AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Şarkıyat Enstitüsü profesörlüğüne getirildi. Burada pek çok ilim adamı yetiştirdi. Hemen herkesin eski metinlerdeki müşkillerini çözerdi.

1949 Yılında AÜ İlâhiyat Fakültesi'nin kurulmasında rol oynadı. Bu fakültenin öğretim kadrosunda fahriyyen görev olarak Arapça-Farsça profesörlüğü yaptı. 1952'de yaş haddinden emekliye ayrıldı.

1956-1957 ve 1959 yıllarında Bon ve Frankfurt Üniversitelerinde misafir profesör olarak çalıştı. 1960 Yılında, yeniden hazırlanan üniversiteler kanununda yaş haddi kaldırıldığından, AÜ İlâhiyat Fakültesi Klasik Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü profesörlüğüne tayin edildi. 23 Mart 1964 Pazartesi günü hayata gözlerini yumdu. (Prof. N. Lugal ve Eserleri, AÜİF Dergisi, sayı: 12, s. 129-133, 1964)

(2) Hafız Yusuf Rey, çoğumuzun tanımadığı gizli kıymetlerimizden idi. Hakkında haftalık Yeni İstiklâl Cazetesi'nde, Mahir İz tarafından yazılmış olan yazının bir kısmını buraya alıyorum:

"Üç lisanın edebiyatında cidden mütehayyiz, mütebahhir olan bu sanatkâr kimdir? Merhum Evranos-zâde Sami Bey'in 'Yûsuf-ı Mısr-ı Fazilet' dediği bu zekâ şelâlesi, mürtecil, bedihegû şairin kıymetini kimler takdir ederdi?..

Devrinin fahru'l-ulemâsı merhum müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve devrimizin benam ulemâsından Hasan Basri Çantay, âbide-i fazilet merhum Prof. Babanzade Ahmed Naîm ve Prof. merhum Ferid Kam ve ilim aleminde Şark u Garbın mercii İsmail Saib Efendi merhum ve değerli muakkibi kitapçı Raif Yelkenci ve kendisine 'Benim Efendi Ağabeyim!' diye hitap ettiği yâr-ı cânı üstadımız Prof. Necati Lugal ve kendisinden 15 senedir büyük istifade ve istifazalar eden Alman müsteşriklerinden Prof. Osman Reşer ve düne kadar yaşayan Naci devrinin erbab-ı kalemi hürmetkârane takdir ve sitayişlerini daima bezlederlerdi." (Yeni İstiklâl, sayı: 124, 8 Mayıs 1963)

(Hocam Necati Lugal, M. Esad COŞAN, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1969)

Dervişân  |  Makaleler