FIKIH İLMİNİN ÖNEMİ
(Ankara Hakyol Vakfı Fıkıh Enstitüsü öğrencilerine özel sohbet.)
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A
Fıkıhla uğraşmak çok güzel bir şeydir ve fıkıhta metod çok önemlidir. Bir şey vardı, size onu özellikle belirtmek istiyorum. Bir konu soruluyor Mehmed Emin Er
hocaya. Diyelim ki:
—El öpmek İslam'da var mıdır? Yok mudur?
Birisi çıkıp böyle bir soru soruyor. Soruyu anlıyor bir kere. Sorulan soruyu güzel anlıyor. Orası muhakkak. Ne maksatla niçin sorulduğunu dinliyor ve diyor ki:
—Bu konuda mesela yedi görüş vardır, yedi mezhep vardır. Şianın görüşü şudur, delilleri şudur, Şafiilerin görüşü budur, Vehhabiler şöyle diyor, falancalar böyle
diyor, filanca böyle diyor...
Bir defa bütün görüşleri kendi imkanı dairesinde —tabii her insanın kabiliyeti sınırlıdır— tesbit etmiş oluyor. Sünnî, Şiî, Haricî, Zahirî... vs. neyse hangi mezheptense
onları tesbit ediyor. Sonra hangisi haklı? Şia mezhebi şu noktada yanlışlar yapmıştır, her ne kadar şu Hadisi esas olarak almışsa da o
hadisin şu kelimesini, o Ayetin şu kelimesindeki şu harekeyi değerlendirmesi şu bakımdan yanlış olduğundan şurası şöyledir, ona falanca alim şöyle cevap vermiştir, falanca böyle cevap vermiştir,
filancaların görüşü aşırıdır, şu hadise dayanıyorlar ama o hadisin senedi zayıftır. Falancalar ona karşılık şu hadisi rivayet etmişlerdir... diye çok hoşuma giden bir
metodu ve üslubu var.
Mehıned Emin Er hocayı Antep'ten Ankara'ya size faydalı olsun diye getirmiştik. Tabii, bilmiyorum kendisinden hiç okudunuz mu? ve okuyunca bu metodu gördünüz
mü? Bir kitap takip edilirken sorulan soruya verilen cevapta belki bu metod görülmeyebilir. Fakat siz şunu yapın: Ordan metodu alın, bir konudaki çeşitli görüşleri
toplamayı öğrenin.
Mesela dosya açın. Diyelim ki zikir, tasavvuf veya daha başka küçük veya büyük konu; Duha namazı, işrak namazı... Bahsi alın, bir sayfa açın buna, görüşleri
kaynaklarıyla beraber sıralayın.
Mekke-i Mükerreme’de görüşmüştük Mehmed Emin hocayla. Ben Mısır'a uğrayıp Türkiye'ye öyle geleceğim dedi. Sonra Türkiye'de görüştük.
“—Nasıl geçti seyahatiniz?” dedim.
“—Mısır'a uğradım ama ben oranın alimlerinden bir şey anlamadım.” dedi.
Görüşmüş muhtelif kimselerle. “Şu mesele nasıldır?” diye kendisi zihninde zaten detayını bildiği meseleyi soruyor. Bakalım bunlar bu konuya nasıl çözüm getiriyorlar
diye. Şöyle olur diye pattadak cevap veriyorlarmış... İyi ama delil? Yani neye dayandırıyorsunuz? Ne fıkhi bir delil biliyorlar diyor ne de başka bir delil. Yani bir insan
bir şeye bir fetva verdiği zaman şu ayete göre şöyledir, bu hadis-i şerîfe göre böyledir demesi lâzım. “Hiç böyle bir şey demiyorlar.” diyor.
Hakikaten de Mısırlılarda ve belki başka ülkelerde fıkıh ilminde bir laubalilik var. Onun için
böyle profesör olmuş veya kitaplar yazmış filan diye bir insana hiç itibar
etmemek lazım. Onlar biraz böyle tabir caiz ise devrimci ve palavracı yetişmişler. Asıl ilim o değil, asıl ilim; bütün delilleri bilmek ve o delillerin sıhhatini ölçebilmek,
sıhhatsizinden sıhhatli ahkâmı çıkartmak ve ona ittiba edebilmektir.
Siz fıkıh dalını seçmişsiniz, fıkıh en şerefli ilimdir.
—Tefsirden de mi üstündür?
—Evet.
—Hadisten de mi üstündür?
—Evet.
—Akaidden de mi üstündür?
—Evet.
—Neden?
—Fıkıh çeşitli görüşlerin içinden doğru görüşü seçebilme ilmi olduğu için din ona dayanıyor, şeriat ona dayanıyor ve bu hakimlik gibi bir şey. Yâni mahkemede
hakimlik yapmak kadar önemli bir şey. Her tarafı dinliyorsun, bilirkişileri de dinliyorsun, kendin dosyanın üzerine eğiliyorsun, çalışıyorsun, bu hususta karar şudur
diyorsun. Tabii kararı da hangi prensiplere göre alacaksan o da önemli, alacağın prensipler temel prensipler... Onlar da önemli, öyle yetiştirmeye çalışın kendinizi.
Tabii şu anda bütün meseleleri tam manasıyla bilmeniz mümkün değil. Ama öğrendiğiniz bir meseleyi, bu konuda dünyada ne kadar görüş varsa hepsini tespit ederek
başlayın. Önce tesbitle başlayın, sonra hepsinin delillerini müzakere edersiniz, ondan sonra salim olan delili çıkartırsınız.
Tabii siz şu anda henüz bu ilim dalının öğrencileri durumundasınız. Ama ümitliyiz... Tabii seneler geçecek, her biriniz okuyacaksınız, yazacaksınız, tecrübe
kazanacaksınız, halkın içine gireceksiniz, Diyânet'te belki görev alacaksınız, pişeceksiniz zamanla.
Benim size tavsiye edeceğim bir nokta daha var: Büyük eserlerin çok büyük alimler tarafından yapılmış şerhlerini okuyun. Meselâ Sahîh-i Buhârî’nin şerhleri...
Aynî'nin şerhi var ; Umdetü’l-Kàrî. Bu büyük şerhi okursanız
yâni gerçekten imam olan, gerçekten önder olan, o ilmi iyi bilen insanın bir eserini baştan
sona okursanız, o ilmin bütün detayını gözleyebilirsiniz ve çalışma metodunu çıkartabilirsiniz, zihniyetini çıkartabilirsiniz, bilimsel bir konunun nasıl inceleneceğini
çıkartabilirsiniz.
Bu metod insanın kendi kendine yetişmesi için de önemli bir yol. Çünkü zaten açıklanacak bir konu var, o konuyu birisi açıklıyor, siz onu detaylı olarak okuduğunuz
zaman; hem ilimde derinleşmiş olursunuz, hem. tüm detayları öğrenmiş olursunuz hem de büyük bir alimin metodunu almış olursunuz.
Tabi ilk önce temel eserleri okuyacaksınız, fıkhın bütün bahislerini kitaplardan bir kere geçeceksiniz, fıkhın bütünü hakkında, ebvabı hakkında bir kanaat, bir temel
oluşacak. Hanefi mezhebi üzere ilk önce okuyacaksınız. Hilafiyâtı dördüncü senelerde mi öğretirlermiş medreselerde, son senelerde öğretirlermiş duyduğumuza göre.
Bu hususta şunlar şöyle diyor bunlar böyle diyor ama delilimiz şudur, şöyle denmiştir, böyle denmiştir diye mezhepler arasındaki farkı sonra öğretiyorlar. İlk önce
bir şeyi sağlam öğrettikten sonra. Çünkü küçük bir çocuk sağlamı çürükten ayıracak seçme bilimsel seviyesine gelmiş değildir. O ilerde gelecek, belki elli yaşında
gelecek, belki altmış yaşında gelecek, belki de gelemeyecek. Herkes iki büyük alimin hangisinin haklı olduğunu ölçemez. Herkes belki gelemeyebilir o seviyeye. O
bakımdan medreselerimizde güzel metod uygulamışlar, ilk önce doğruyu münakaşasız, tam olarak öğretmişler. ondan sonra büyük sınıflarda başka görüşleri ve o
görüşlere karşı cevapları öğretmişler.
Bizim bu yurtdışı seyahatlerinde gördüğümüz bir şey daha oldu: Bir şey konuşuyoruz, bizim konuştuğumuz zaman söylediğimiz nedir? Mesela Ömer Nasuhi hoca
böyle diyor diyoruz, Büyük İslam İlmihali'nde okuduğumuz şey veya Nîmet-i İslâm böyle diyor diyoruz. Bu yetmiyor. Sonra ben bu
Neylü’l-Evtâr’ı filan biraz
inceledim. Metod olarak şöyle diyorlar: Meselâ; abdestte yüzler, eller, ayaklar yıkanacak, çünkü ayet-i kerimede Allahü Teàlâ Hazretleri:
buyuruyor diyor, delilini getiriyor kısaca. Tabii o bahsi açsan ciltlerle konu çıkabilir ama şu sebeple yüz yıkanacak, bunları üç defa yıkamak gerekir çünkü
Efendimiz’in hadislerine göre durum şöyledir diyor, delilleriyle öğretiyor. Basit de olsa bir şeyi neden yaptığını şuurlandırıyor.
İncecik bir kitap Neylü’l-Evtâr, o kadar kalın bir kitap değil, incecik bir kitap fakat delilleriyle öğretiyor. O bakımdan çok önemli. Siz de bir şeyi yaparken hangi
sebepten yaptığınızı, hangi delile dayanarak yaptığınızı, öğrenirseniz, böyle bir eğitim metodu içinden geçerek gittiğiniz zaman, inşaallah sağlam bir zihniyete, bilimsel
formasyona sahip olabilirsiniz.
Bizim Nimet-i İslâm sahibi Mehmed Zihni Efendi'yi çok beğeniyorum. Çok metodlu bir alim. Ondan istifade edebilirsiniz. Yâni kendiniz bir bahsi okurken aynı bahsi
bir de Nimet-i İslâm’dan okuyun, bahse öyle hazırlanın, öyle girin, çok iyi olur. Zaten onun kitabı bir şerhdir. Fevkalade istifade edebilirsiniz.
Fıkıh biraz tatsız bir ilimdir. Sabır ister, dikkat ister ve sağlam kafa ister. Yani matemetik gibi bir ilimdir. Çok zeki ve sağlam kafası, muhakemesi olan bir insanın
fıkıhta başarı sağlaması mümkündür. Ama diğer ilimlerin arasına biraz hikayeler girer, şiirler girer, öbür kitaplar rahat okunabilir. Fıkıh ilmi biraz sıkıntılı olur, o
sıkıntılarına dayanırsanız çok iyi sonuçlara vasıl olabilirsiniz.
Allah ilminizi, irfanınızı, feyzinizi çok etsin...
En büyük tehlikelerden birisi de, kısa bir zaman sonra ben de bu meseleleri biliyorum, bilebilirim filan diye insanın müçtehitlik taslaması durumudur. Mısırlıların da
yaptığı odur. Henüz daha pişmeden, konunun içine tam girmeden ve bir ilmin hakiki ehli olmadan çeşitli fetvalar veriyorlar, ünvanlar ele almış oluyorlar. Üniversiteye
gelmiş, doktora yapmış, doçent olmuş, profesör olmuş... Millet de bunları o meseleleri çok iyi bilen insanlar zannediyor. Halbuki değil... Emin olun değil. O bakımdan
acele fetvâ vermeye kalkışanlardan, çabuk oluşmuş müçtehidlerden sakının. Böyle bir duruma düşmekten de
kendinizi koruyun...
Şam'da falan okuyan kardeşlerimiz güzel hocalar gördüler. Siyasi durumlar güzel olsa da kardeşlerimiz oralara da yazları falan gidebilseler; hocalar var, güzel şeyler
öğretirler.
Bu sene Hicaz'da bir Türkistan'lı geldi bana. Afganistan'ın kuzeyindeki bir bölgesinde imiş. Dedi ki:
“—Afganistan'ın %85'i Türk'tür. Ama bunların bir kısmı Türkçe konuşmayı kaybetmişlerdir, başka dil konuşuyorlar, onun için Türk oldukları belli olmaz çoğunlukla.
Ama %40'ı Türkçe konuşuyor Afganistan'da.” dedi.
Yani sizin kardeşleriniz gibi elediler. Afganistan'da şu anda mücahidim diye ortaya çıkan insanların kavmiyetçilik yapmak suretiyle ötekilere zulmettiğini söylediler.
%15 Peştu varmış orada. Bu Peştular hakimiyeti ellerinde tutuyorlarnış. Öteki %85'e söz hakkı ve faaliyet sahası tanımak istemiyorlarmış. “Biz de o bakımdan
maduruz.” dedi, şikayetlendi.
Sonradan adamı tahkik ettik, iyi bir insanmış.
“—Biz Hanefîyiz, o bakımdan bize başkaları yardım etmiyor. Meselâ Suudlular filan yardım etmiyor. Bunların bir temsilcileri var, vahhabi zihniyetini yaymak için onu
destekliyorlar. Biz ehl-i tarikiz, erbâb-ı tasavvufuz. Bendeniz bir Nakşîyim. Onun için biz hamisiz ve
kimsesisiz. Cihad ediyoruz ama cihad etmemize rağmen dini çok iyi bilen kimseler değiliz. ” dedi, kadromuz demek istedi. “Onun için bize hoca gönderin, muallim gönderin, mürşid gönderin... Maddî yardım değil, sizden hoca istiyoruz,
biz geri kaldık. Ben Türkiye’ye gittim, gezdim, en kavî müslümanları yine Türkiye’de gördüm. Bize hoca gönderin.” dedi.
Şimdi ben de gönlümden temennî ettim ki, kardeşlerimizi iyi yetiştirsek alim,
fâkih, arif kimseler olarak desteklesek, o diyarlara göndersek onlardan para-pul bir şey
istemeseler müslümanlar arasında da irtibat kurulmuş olsa, eğitimimizi de İslâm âleminde genişçe genişletmiş olsak...
Sizler inşâallah bu tutturduğunuz yolda ilerlerseniz, bu temennîmizi uygulamaya koyabiliriz. Belki önümüzdeki onlu yıllarda on sene sonra, beş sene sonra, yedi sene
sonra sizler de yetişmiş kimseler olarak hizmete girdiğiniz zaman inşâallah
dünya üzerinde dinimiz iyi bir öğretici ve İslam için çalışıcı kadroya sahip olmuş olur.
Arnavutluk müftüsüyle görüştüm, o da bizden hoca istedi, yardım istedi. Talebeler göndermek istiyorlar, sonra bizim burdaki Hadis Enstitüsü’nden bazı kardeşler
Yugoslavya'ya gitmişler bu ramazanda. Bırakmak istememişler, çok sevmişler, fevkalade memnun olmuşlar. Orda kalmalarını dilemişler...
Bunları şu bakımdan söylüyorum;
Görevimiz sadece Türkiye için değil, Türkiye içinde değil, “Türkiye'de İmam Hatip Okulları’nın sayısı fazla, ilahiyatların bu kadar çok olmasına lüzum yok.” diyorlar,
başka mesleklere kaydırılmalı falan diyorlar ama görevimiz sadece Türkiye'de değil.
Tayland'dan hoca istediler. Tayland Güneydoğu Asya'da Vietnam'a yakın bir ülke. Tayland'dan benden din hocası istediler. “Yakınınızdaki
Pakistanlılar’dan isteyin.” dedim, “Yok, biz Türk istiyoruz.” dediler. Bizleri dünyanın pek çok yerinde seviyorlar. Osmanlılar, büyük mücahidler diye... Evliya diye... Biz de evliya çocuklarıyız
diye bizlere çok sevgi ve itibar gösteriyorlar.
İnşâllah kendinizi güzel yetiştirin de yalnız Türkiye'ye göre değil de Türkiye dışında hizmet yapmaya göre yetiştirin. Yabancı dil öğrenin! Yabancı ülkeleri takip edin,
dış ülkelerdeki müslümanları takip edin, onlara faydalı olmayı kendi aranızda bölüşün, her biriniz böyle çalışmalar yapın.
Allah hepinizden râzı olsun. Hayırlı çalışmalar...
14. 07. 1991 - İskenderpaşa Camii