MÜBAREK BİR GECE

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Bu mübarek geceye, bizi böyle hoş bir hal ile eriştiren Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hadsiz hesapsız, sonsuz hamd ü senâlar olsun...

Müslümanlar bulundukları şehirde hor görülen, itilip kakılan, küçük, mü’min, kıymetli bir zümre iken, adetleri sonradan arttı arttı, arttıkça camileri de genişledi. Evvelki senelerde Irak’tan geçerken görmüştük; Samerra diye bir şehir var nehrin kenarında... Öyle büyük cami yapmışlar ki, dünyanın en büyük camisi. Duvarlarında yâni boyunda onbeş tane burç var galiba. Ebadını hatırlayamayacağım. Minaresine dışarıdan yol döne döne çıkıyor. Samerra Camisi’nin minaresine yol dışından, helezonî şekilde, döne döne çıkıyor. Müslümanlar çok olunca geniş yere ihtiyaç oluyor.

El-hamdü lillâh, bu mescid küçük bir mescid değildir. Ama arkadaşlarımız, kardeşlerimiz doldurdular, Allah’a hamd ü senâlar olsun, Allah muhabbetlerimizi, kardeşliklerimizi, birbirimize karşı sevgilerimizi, saygılarımızı, alâkalarımızı dâim eylesin... Dar geliyor işte, daha geniş yerler istiyoruz. Onlar olsa, daha da geniş gerekecek. Çünkü el-hamdü lillah Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri birbirimize kardeş eylemiş.

Kardeşlerimizin içinde nice muhterem kimseler görüyorum, kimi bulunduğu yerde müftü olan, kimisi eğitim müesseselerinde, mekteplerde hocalık yapan çok güzide kardeşlerimiz. Kalkmışlar, kardeşliğin bir icabı olmak üzere ziyaret kasdıyla, böyle mübarek bir akşamda uzun mesafeleri kat edip buralara gelmişler. Yakından gelenler var, uzaklardan gelenler var, çok uzaklardan gelenler var...

Allah-u Teàlâ Hazretleri adımlarını haclara, umrelere vardırsın... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Şöyle yukarıdaki sofrada muhabbetle yemek yediğimiz gibi, Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi cennet sofralarının etrafında da böylece cem eylesin... İnşâallah bu günleri de anarız orada. Çünkü insan hatırlayacakmış dünyadaki şeylerini, neydi hani böyle konuşmuştuk diye. Allah cümlemize nasib eylesin...

a. Şahıslar Fânîdir

Muhterem kardeşlerim! Şahıslar fanidir. Eğer kalacak olsaydı, yeryüzünde kalmaya en layık olan Rasûlüllah SAS Efendimiz Hazretleri idi. Bakın ayet-i kerimede ne buyruluyor, bi’smillahi’r-rahmâni’r-rahîm:

(Ve mâ muhammedün illâ rasûl) “Muhammed de Allah’ın bir elçisi, daha başka bir şey değil, Allah’ın gönderdiği bir elçi. (Kad halet min kablihi’r-rusül) Daha önce başka peygamberler, başka elçiler de gönderdi Allah-u Teàlâ Hazretleri; onlar da geldiler, göçtüler. Kalmadılar bu cihanda.” (Âl-i İmrân: 144)

Belki isteye isteye gittiler muhakkak ki, bu cihanda kalır mı insan?.. Şu Necib Fazıl’ın vefatı münasebetiyle gazetede yazılan şiirine bakıyorum da: Eti zehir, bilmem nesi zehir şu hayattan gittiğini, böyle şiirle ifade etmiş.

E insan ahiretin nimetini görünce, bu dünyaya bakası gelir mi?.. Şöyle hurilerden bir tanesinin parmağının ucunu görse, bu dünyada yaşama arzusu kalır mı insanın?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri gözünden perdeyi kaldırsa, cennetin nimetlerini görse; “Biraz daha yaşayayım!” mı der, “Yâ Rabbi, emanetimi bir an önce al da, beni sevdiklerime kavuştur!” mu der?..

Allah’ın öyle kulları varmış ki, her akşam dua edermiş:

“—Yâ Rabbi, lütfeyle bu gün benim canımı al da, Rasûlüllah’a ve sevdiklerime kavuşayım!” diye, her akşam öyle dua ederlermiş.

Şahıslar gider, hepimizi gideceğiz, hiç birimiz kalmayacağız. İşin kötü veya dikkat çekici bir tarafı şu ki; ne zaman gideceğimizi de bilmiyoruz.

Evvelki gün bir yolculuk icab etti, bir yere kadar arkadaşımızın düğününe gittik. Yolda bir trafik kazası, hemen bizim önümüzden olmuş. Bir araba yolundan dönmüş, tarlaların içine uçmuş gitmiş, takla atmış gitmiş... Ama nasıl bir manzara!.. Biz birden üstüne geldik. Çocuklar bir tarafta, kadınlar bir tarafta, eşyalar bir tarafta... Herkes kamyonunu, arabasını durdurdu; yoldan gelenler gidenler gelenler koştular, gittiler. İşte el birliğiyle arabayı kaldırdılar, altından bir de kadın çektiler, çıkarttılar.

Şöyle düşündüm: Eh, bizim başımıza böyle bir şey gelseydi, bizi öbür tarafta düğüne bekleyenler, “İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn...” diyeceklerdi. İşte bir varmış, bir yokmuş. Bu dünya böyle...

(Ve’l-âhiretü hayrun ve ebkà) [Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.] (A’lâ: 17)

Allah-u Teàlâ Hazretleri bize, bàki hayatın zevkini versin, ona hazırlanmayı nasib eylesin... Onu ihmal etmemeyi nasib etsin... Bu dünyadaki vazifelerimizi idrak edip de, asıl orası için çalışmayı nasib eylesin...

b. Önemli Günler

Bu günün ehemmiyeti ortada... Bir kere ehemmiyetli günlere daha çok önceden başladık. Regàib Gecesi şâşaasıyla, ihtişâmıyla, güzelliğiyle bir cuma gecesi geliverdi üstümüze... Bir hayır, bereket gecesi, el-hamdü lillâh... “Mübarek Receb girdi, Regàib Gecesi’ne eriştik!” diye, düğün bayram ettik buralarda. El-hamdü lillâh, kandillerle bu vakte kadar geldik.

Heyecanımız şimdi gittikçe daha da artıyor, yüreğimiz çırpınmağa başladı; Ramazan geliyor!.. Onbeş gün kaldı. Ramazan geliyor, o mübarek ay geliyor, o göğün kapılarının açıldığı, cennetin kapılarının açıldığı; cehennemin kapılarının kapandığı, şeytanların zincirlere vurulup bukağılandığı, yerin göğün bezendiği, insanların hayırları yapmağa koştuğu, Ümmet-i Muhammed’in ayı geliyor. Ümmet-i Muhammed’in kazanç ayı geliyor.

Rasûlüllah SAS Hazretleri bize bu günlerin ehemmiyetini muhtelif hadislerinde söylemedi mi?.. Receb ekim ayıydı. Şa'ban bakım ayı, Ramazanda mahsul toplayacağız inşâallah! Mahsulleri, bol meyvaları, mükâfatları alacağız. Bayram edeceğiz sonunda da, inşâallah!..

Peygamber SAS Hazretleri bize, (leyletü’n-nısfı min şa’bân) Şa'ban’ın ortasındaki gecenin ehemmiyeti hakkında da işaretler buyurmuş. Bugün Şa'ban ayının ortası şimdi. 14’ü bitti, 15. gecesindeyiz şu anda. 14-15 gün daha var, ondan sonra Ramazan gelecek.

Bu gece ehemmiyetli bir gecedir. Bu gece mânevî bir bayram gecesidir. Meleklerin bayram gecesidir. Bu gece hayırların çok çok insanlara erdiği, rahmet-i ilâhiyyenin saçıldığı bir mübarek gece... “Bana Cebrâil AS haber verdi.” diyor Rasûlüllah SAS Hazretleri. Tereddüt mü edersin?.. Cebrâil gibi bir haberci, Rasûlüllah SAS Hazretleri’ne bildirmiş bu günün faziletine dair ve Rasûlüllah SAS Hazretleri bu gecesini, daha başka, hepsi güzel olan gecelerinden daha başka bir güzel şekilde geçirmiş.

Şimdi insanlarda çeşit çeşit huylar var. Bir kere hadis dedin mi, hemen “Sahih mi, değil mi?” diye hadis-i şerîfin karşısına dikiliyorlar. Güzel... Her şeyin tahkikini yapsınlar, iyi, güzel. Ama, Rasûlüllah SAS Hazretleri’nin böyle bu mübarek Şa'ban gecesini ihyâ ettiğine dair, büyük hadis alimlerin et-Terğib ve’t-Terhib gibi eserlerinde; büyük evliyaullahın, meselâ Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri’nin Gunyetü’t-Tâlibîn gibi eserlerinde kayıtlar var. Buralardan biliyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu gecede çok hayırlar ihsân ediyor kullarına... Peygamber SAS Hazretleri bu gecesini çok güzel bir şekilde geçirmiş.

Teberrüken o mübarek Efendimiz’in; numûne-i imtisâlimiz, Peygamberimiz, başımızın tâcı, gözümüzün, gönlümüzün nûru, sürûru SAS Efendimiz’in sözlerinden birazını okuyacağız.

c. Kur’an-ı Kerim’de Berat Gecesi

Kur’an-ı Kerim’de acaba bu geceye dair delil yok mu?.. Kur’an-ı Kerim’de Duhan Sûresi var ya, bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:

(Hà mim. Ve’l-kitâbi’l-mübîn. İnnâ enzelnâhü fî leyletin mübâraketin innâ künnâ münzirîn.) (Duhan: 1-3) diye, bir mübarek gecede Kur’an-ı Kerim’i Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin indirdiği anlatılıyor. Mübarek gece deniliyor. Bu mübarek gece işte bu gece. Alimlerimizin bir kısmı böyle demişler.

Bazıları da:

“—Ramazanda indiğine göre Kur’an-ı Kerim, bu mübarek geceden kasıt Kadir Gecesi olsa gerektir.” diyorlar.

Allahu a’lem. Öyle olsa da öyle olmasa da, Şa'banın bu yarısı olan 15. gecesinin mübarek bir gece olduğunda hiç şek şüphe, tereddüt yok. İnşâallah bu geceyi böyle zevk ile, şevk ile, ibadet taat ile, gözyaşı dökerek, günahlarımıza tevbe istiğfâr ederek, hayırlı, feyizli bir şekilde geçiririz. Bu gecenin feyzini biz de tadarız da, bi’t-tecrübe sabit deriz. Kitapların sözüne ne lüzum var, işte bi’t-tecrübe, ayan beyan sabit.

Geçen gün umreden bir kardeşimiz gelmişti.

“—Nasıl geçti seyahatiniz?” diye sordum.

Anlattı:

“İşte şuralara gittik, böyle oldu... Orada da kuraklık vardı bu sene.” dedi. Hatta o kadar canlarına tâk etmiş ki kuraklık, Suud’daki ahalinin, “Yağmur duasına çıkacağız ey ahali!” diye radyolarla ilan etmişler. Yağmur yok... Bu mevsimde yağması lâzım, beklenilen bir şey; rahmet yağmamış. Onun için, radyolarla ilan etmişler, toplanmışlar... Artık ne kadar zamandan beri yağmur bekliyorlar da yağmıyorsa...

Toplanmışlar, imam çıkmış Kâbe’nin olduğu Mescid-i Haram’da hutbeye... “Hocam, ben Arapça bilmediğim için neler söylediğini anlamadım ama, yarım saat kadar dua eyledi orada.” diyor.

“Gökyüzünde bir tek bulut yoktu diyor, masmaviydi gökyüzü, pırıl pırıl güneşti. Daha minberden aşağıya adımını atarken, yağmur başladı.” diyor. “Oradan, merdivenlerden aşağıya inerken yağmur başladı. Hiç kaçmadık, kaçar mıyız rahmetten?.. Şakır şakır, şakır şakır üstümüze yağdı.” diyor.

Şimdi söyleyin bakalım, böyle bi’t-tecrübe dua edip de duasına icabet edildiğini gören insan, artık delile ihtiyaç duyar mı?.. Delile hacet var mı?.. Gün gibi ayan. İşte dua ettim, ortada bulut yokken oldu.

Müteaddid defalar bu tekerrür ederse, artık tesadüfe hamledilecek bir hali kalmazsa, ne olur?.. İnsanın kalbi yakîn ile dolar. Kalbi şek ihtimali olmayan, şek lekesi, şüphe gölgesi düşmeyen sağlam bir iman ile dolar. Ona delile ihtiyaç mı var?.. Amentü billâh dedi mi, her şey onun etrafında döner durur.

Sonra, insan Allah’a inandı mı, Allah’ın her şeyini sever. Kaidedir: “Bir insan bir şeyi sevdi mi, onunla ilgili her şeyi sever. Sözünü sever, onunla yakın olanları sever, onun gönderdiği mektubu sever, onun gönderdiği hediyeyi sever, onun kitabını sever, onun likasını sever, onun her şeyini sever hasılı. İnsana Allah-u Teàlâ Hazretleri o sevgiyi ihsân etsin...

O sevgiyi verdi mi, biz de Allah’ın Rasûlünü seveceğiz, sevgilisi çünkü... Kelâmını seveceğiz, kitabını seveceğiz, çünkü Allah’ın kelâmı... Allah’ın salih kullarını seveceğiz, çünkü Allah’ın salih kulları, Allah’ın kulları... Allah’ın kul deyip, kabul edip de iltifat eylediği, yükselttiği kullar... Allah-u Teàlâ Hazretleri içimize o sevgileri ihsân eylesin...

Şimdi demek istiyorum ki, yâni inşâallah kalbinizi temiz, pak tutarsınız da, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne halisâne nidâ ve münâcaat ve niyâz eylersiniz, Allah size ihsân eder; kitaplardan artık Leyle-i Berâe’nin fazileti hakkında söze hacet mi kalır, bi’t-tecrübe sabit dersiniz, olur, biter.

Şimdi bu geceye Berâet Gecesi denmiş. Çünkü burada bir çok bereket, hayır insanoğluna nâzil oluyor, yağıyor. O bereketi insan hisseder. Gönlü ürperir, gözü yaşarır, duyguları taşar, onu hisseder. Allah-u Teàlâ Hazretleri cehennemden azadlık beratı verir inşâallah... Cennetine duhûl, liyâkat berâtı verir inşâallah cümlenize...

d. Berat Gecesi’nde Allah’ın Affı

Şimdi birkaç hadis-i şerîf okuyalım dedik ya Günyetü’t-Tâlibîn’den, Abdülkadir-i Geylânî KS Hazretleri’nin meşhur, güzel eserlerinden bir eserdir, oradan okuyalım! Senedini veriyor, o senedin arkasından da diyor ki:

(An aliyyi’bni ebî tâlibin radıya’llàhu anh) Hazret-i Ali Efendimiz (Kerrema’llàhu vecheh ve RA), Allah’ın aslanı, müslümanların en gençlerinden, çocukken, daha delikanlılık çağında müslüman olmuş da öyle pırıl pırıl bir ömür sürmüş. Rasûlüllah SAS Efendimiz’in mübarek kerimesi Hazret-i Fatıma’yı da tezevvüc eylemiş. Zaten yeğeni, amcazâdesi... O mübarek zât, (ani’n-nebiyyi SAS) Peygamber Efendimiz’den rivâyet eylemiş ki, (ennehû kàl) o şöyle buyurmuş:

(Yenzilu’llàhu teàlâ fî leyleti’n-nısfı min şa’bâne ile’s-semâi’d-dünyâ) “Şa'ban’ın orta gecesi, —şu 15. gecesi. 30’un yarısı 15 etmez mi, bu gece olunca— Allah-u Teàlâ Hazretleri en yakın semâya nüzûl eyler.”

Şimdi, semâü’d-dünyâ demiyor, es-semâü’d-dünyâ diyor. Bakıyorum bazı meal yazan kimselere, —buna benzer bir ifade Tebâreke Sûresi’nde de geçer— tercümesinde dünya semâsı diyorlar. Dünya seması olsaydı semâu’l-ard derdi veyahut semâu’d-dünya derdi. Dünya kelimesini o mânâya kullanmaz Kur’an-ı Kerim. Dünya en yakın demek. Es-semâü’d-dünyâ, en yakın semâ demek.

(Ve lekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesâbîha) “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” (Mülk: 5) buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.

En yakını yıldızlarla donatılmışsa ve yıldızların bazısının ışıkları milyonlarca ışık yılında gelirse bizim memleketimize, bizim dünyamıza; siz bu dünyanın büyüklüğünü düşünün!.. Bir de bu kâinâtın sahibinin azametini düşünün o zaman!..

(Ve hüve’llezî fî’s-semâi ilâhun ve fi’l-ardi ilâh) [Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O’dur.] (Zuhruf: 84) Allah-u Teàlâ Hazretleri bizim Rabbimiz de semâların Rabbi değil mi?.. Bizim hakimimiz, sahibimiz de göklerin sahibi değil mi?..

İlk semâ yıldızlarla donatılmış. Ondan sonra?.. Akıl almaz. O engin mesafeler... Şimdi ışık, saniyede üçyüz bin kilometre süratle gidiyor. O kadar süratle gidiyor. Bu hızla meselâ bir şey... İngiltere’de bir kuleden çan yukarıdan çaldığı zaman, çanın sesi aşağıya gitmeden o hızla, radyo dalgalarıyla bizim kulağımıza geliyor. Süratin büyüklüğünü düşünün yâni.,, Böyle bir ışık, bir saniyede bu kadar, üçyüz bin kilometre gidiyor. Dünyanın etrafını altı yedi defa dolaşacak kadar hızlı. Bir saniyede böyle...

Bir dakikada ne kadar saniye var. Bir saatte kaç tane saniye var. Bir günde kaç tane saniye var. Bir yılda kaç tane saniye var, düşünün!.. Ondan sonra, beş milyon ışık yılı mesafeden gelen yıldızı düşünün, bize ne kadar uzak olduğunu düşünün! Kâinâtın büyüklüğü hakkında bir fikriniz olsun.

İnsan buradan bir uzay gemisine binseymiş ve semaya doğru hareket etmeye başlasaymış, bizim güneşimizin bulunduğu yıldız kümeciğinden dışarıya yirmibir bin sene sonra varacakmış, çıkacakmış, —yirmibir bin sene diye hatırımda kalmış.— uzun sene... Yâni kendisi aslında ölecek, görmeyecek çıktığını. O kadar büyük.

Şimdi “Allah-u Teàlâ Hazretleri nüzûl eyler semâ-i dünyaya.” buyuruyor hadis-i şerîf. Rahmetiyle kullarına yakın geliyor.

(Feyağfiru li-külli müslümin, illâ li-müşrikin, ev müşâhinin, ev kàtıu rahimin.) “Her müslümanı afv u mağfiret eder Allah-u Teàlâ Hazretleri bu mübarek gecede.” Kimi istisna ediyor?.. “Müşrik kulu afv u mağfiret eylemez. Allah-u Teàlâ Hazretleri müşrikleri afv u mağfiret etmeyecek bu gece...”

“Eh, el-hamdü lillâh biz amentü bi’llâh demişiz, Allah’a inanmışız. Rasûlüne inanmışız, kitabına, Kur’an’ına inanmışız, peygamberlerine inanmışız, ahiret gününe inanmışız; imanımız bütün... Müşrik değiliz el-hamdü lillah!” diyebiliriz ama, işin ince hesap tarafı da var, gizli şirk var. Neyse, asıl şirkten uzağız, Allah’ın rahmetine inşâallah mazhar oluruz.

(Ev müşâhinin) “Kalbinde, içinde kin besleyen kindar insanları da affetmeyecek.” Demek ki müslümanın kalbi başkalarına karşı kin tutmayacak, affedici olacak.

Rasûlüllah Efendimiz, kendisini terk-i diyar ettiren, gurbetlerde gezdirten Mekkelilere, Mekke’ye sahip olduğu zaman ne muamele etti?.. Hepsini affetti.

“—Ne umarsınız benden, size ne muamele yapacağımızı sanıyorsunuz?..” dedi.

Ordu muzaffer, karşısında mağluplar var. “Ne yapacağımı tahmin edersiniz?” dedi. Dediler ki:

“—Sen kerim bir zâtsın, senden kerem bekleriz.”

Kerem geldi ondan. Hepsini afv u mağfiret etti, hepsini bağışladı. Hepsine sorgu sual yapmadı. Yâni, “Siz bana niye Kabe’de namaz kıldırmadınız? Niye beni diyarımdan dışarıya attınız, niye beni öldürmeğe kasdettiniz?.. Niye benim üzerime ordu çektiniz?.. Niye Uhud Harbi oldu, niye şu harb oldu, niye bu harb oldu?..” demedi. Hepsini sildi.

Neden?.. Bu dünya boş... Bu dünyadaki ömür, düşmanlıklarla vakit geçirecek kadar çok değil. Bu dünyada insan çarçabuk hazırlığını yapmalı, Allah’ın rızasını kazanmalı! Bu dünya bir köprü gibidir, bir ucundan girdik, öbür ucundan çıkacağız, bitecek. Yürüyüp, geçip gideceğiz. Burada öyle dostlara kavga edip, düşmanlarla çekişerek vakit geçirecek zamanımız yok... Biz güzel şeyler yapar, geçer gideriz. “Kötülerin hesabını affettim, Allah görecek hesabını, Allah’a havale ettim!” deriz. Uğraşacak vaktimiz yok, yapacağımız işler çok. Dünya böyle.

Rasûlüllah Efendimiz öyle muamele etmişken, biz birbirimize kin tutarsak halimiz nice olur?..

“—Bana teslim etsinler de, ipini ben çekeyim!” nasıl der bir insan müslüman kardeşine?”

Hâlâ böyle fokur fokur, kalbi hınçla nasıl kaynar?.. Bak Rasûlüllah SAS buyuruyor ki:

“—Kalbinde kin, intikam duygusu olan, şahnâ olan kimseyi Allah affetmeyecek.”

O halde kalblerimizi pâk edelim! Kalblerimizi hırstan, kinden temizleyelim!.. Yüzümüzü temizliyoruz da, elimizi, ayağımızı yıkıyoruz da, maddî necâsetten temizlenmeğe dikkat ediyoruz da, bu kötü huylardan temizlenmeğe niye dikkat etmiyoruz?.. Görünmeyince ehemmiyetsiz mi?.. Nasıl ehemmiyetsiz olur?..

Peygamber SAS Hazretleri’nin hadis-i şerîfleri var: Bir kötü huy insanın başına çok büyük dert açıyor. Bir kibir, çok büyük dert açar insanın başına. Bir ucub, kendini beğenmek, çok büyük dert açar. Bir hased, insanın amellerinin sevaplarını, ateşin odunu yeyip kül ettiği gibi yer bitirir. E ben şimdi hasede niye dikkat etmeyeyim?.. “Aman hasetçi olmayayım. Aman müslüman kardeşimdeki, başka bir insandaki nimeti kıskanmayayım!” diye, niye kalbimi murakabe etmeyeyim, bu kadar önemli olduğuna göre?.. Niye kibre ucuba düşeyim?..

Olur mu! Ben değil, benim ayağının tozu olamadığım o büyük sahibi, o muhterem kimseler, ne oldu Huneyn gazvesinde?.. Hiç hatırımdan çıkmıyor. Şöyle vadiye bakmışlar, şimdi bizim şu kalabalığımız gibi, vadi müslüman askeri dolu... Kendi kendilerine demişler ki:

“—Bizi bu gün kim yenebilir?.. Biz Bedir’de 313 kişiydik, çok azd idik, Allah bize zafer verdi. Uhud’da şöyle oldu, şurada böyle oldu, burada böyle oldu... Şimdi bizi kim yenebilir bu kadar büyük müslüman kalabalığını, ordusunu?..” demişler.

Ne oldu yâni?.. Kendilerinin adetlerinin çokluğuyla öğündüler, sevindiler, adede güvendiler. Küçük bir hata gibi. Yâni bizim anlayamayacağımız, gözden kaçırabileceğimiz bir şey gibi. Onlar Allah’a inanmış değiller miydi, Rasûlüllah’ı sevmiyorlar mıydı, Allah’tan olduğunu bilmiyorlar mıydı her şeyin?.. Ama böyle gönüllerine bir ters duygu geldi.

Allah-u Teàlâ Hazretleri onun üzerine, düşmanlarına imkân verdi, bunlara bir gevşeklik verdi. Nasıl olduysa düşman bunlara bir saldırdı, öyle haller oldu ki, perişan oldular ve bu kadar genişliğiyle, ovalarıyla, dağlarıyla dünya onların başlarına dar geldi. Ayet-i kerime öyle anlatıyor.

Neden bir duygu, bir yanlış düşünce, bir muhakeme tarzı, hatası yüzünden o muhterem zâtlar ki, biz onların ayağının tozunun ucu olamayız. Bizim üstümüze basıp geçseler bizim için şeref olacak kimseler, bak ne hale geldi. Biz kendimizin neyine güveniriz, neyimize güvenebiliriz yâni... O halde biz, boynumuzu bükeceğiz, diyeceğiz ki:

“—Yâ Rabbi! Ben sana neyimi arz edeyim?.. Sen benim içimi dışımı bilirken, ben sana neyimle öğünebilirim?.. Yüzü kara bir kul, eli boş bir kul... Daha sana lâyık kulluk edemedim. Ahir zamanın fitnesi, fesadı beni karıştırdı. Eski zamanda senin nice iyi kulların gelmiş... Bir kere Kur’an’ı küçük yaşta ezberlemişler, Rasûlüllah’ın sünnet-i seniyyesini öğrenmişler, dini ilimlere vâkıf olmuşlar. Ondan sonra, bu kalbin amellerinin ehemmiyetini anlamışlar da, kötü duygularıyla, kötü ahlâklarıyla mücadele etmişler. Tevekkül ehli, iman ehli, yakîn ehli, sahâbet ehli, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne rızâ ve teslimiyetleri tam, kâmil kimseler olmuşlar.

Ben öyle yapamadım yâ Rabbi!.. Dünyayı anlayamadım, ahireti anlayamadım, dinin inceliklerini kavrayamadım... Boş ömür geçirdim, boş şeylerle uğraştım, yüzüm kara, elim boş!” demekten başka ne gelir elimizden yâni.

Neyimizle öğünebiliriz?.. Ne var ki yâni doğru düzgün, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne arz edebileceğimiz?.. “Şu şeyim güzel, kıymetli. Şunu arz edeyim de makbul olsun!” diyecek neyimiz var?..

Şairin birisi diyor ki:

“—Yâ Rabbi! Ben senin hazinende olmayan dört şey getirdim sana.”

İnsana garip geliyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hazinesinde olmayan dört şey ne?

Çâr çiz âverdiem ki der genc-i tû nist

“Özür, günah, hiçlik ve kusur getirdim yâ Rabbi sana.” diyor. E özür yok. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin her şeyi tam. Günah yok. İşte bizde onlar var. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizlere lütfuyla, keremiyle muamele eylesin şu mübarek günler hürmetine...

İnsanın suçlu olması iyi bir şey değil ama, suçunu kabul etmemesi daha kötüdür. Suçunu kabul etti mi, Allah vaad ediyor ki affedecek. Onun için, gelin merdâne, açıkça durumumuzu arz edelim:

“—Yâ Rabbi, durumumuz bu, hatamız çok, kusurumuz çok... İyi kulluk etmek istiyoruz ama, başaramıyoruz. Sen bizim elimizden tut, bize yardım eyle yâ Rabbi!.. Sana zikirde, sana şükürde, sana güzel kulluk etmekte bize yardım eyle!.. Sen yardım etmezsen, bunu başarmamız mümkün olmayacak, anladım; şu yaşa geldim, anladım, yâ Rabbi yardım eyle!” diyelim, ilticâ edelim.

Umulur ki rahmetinden, hazinesinden bize kendisine güzel kulluk etmeyi ihsân eder.

Bak, kalbinde kin olanı, hırs, kin olanı, kızgınlık olanı affetmeyecek bu gece. Hepimiz birbirimize karşı kalbimizi bir temizleyelim, paklayalım! Herkes birbirine düşman... Sevmeyi unuttu millet... Kızmayı öğrendi, âlâsını öğrendi kızmanın her çeşidini; sevmeyi unuttu.

Üçüncüsü, ne diyor hadis-i şerîfte: (Ev kàtıu rahimin) “Akrabaları, dostları ile, yakınlarıyla akrabalık bağlarını koparanları da affetmeyecek.” Demek ki darılmayacağız, kızmayacağız, akrabalarımızla alâkaları devam ettireceğiz.

Şimdi çokça sorulan bir soru var:

“—Hocam, benim akrabam benim yolumda değil. Ben namaz kılıyorum, o namaz kılmıyor... Ben İslâm’ı kabul ediyorum, o başka yolda... Ne yapacağız?..”

Tabii iki şey yapılabilir. Dostluğun, ahbablığın devamı için bazı şartlar var, onlar olmadığına göre, yapmayalım denilebilir ama; pekiyi biz onlardan çekilince onlar ne olacak?.. Onlara kim yardım eder?.. Bizim akrabamız olduğuna göre, biz konuşamazsak, hangi hoca onun yanına yanaşabilir?..

Onun için, biz alâkayı kesmeyeceğiz. Öyle kimselere de gideceğiz, İslâm’ı anlatacağız. Taviz vermeyeceğiz, sevgi vereceğiz, bilgi vereceğiz, anlatacağız. “Ey kardeşim, işte işin aslı budur!” diyeceğiz. Hidayet Allah’tan... Sen kimseye hidâyet verecek değilsin ki...

(İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinne’llàhe yehdî men yeşâ’) [Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir.] (Kasas: 56) Rasûlüllah Efendimiz’e öyle buyurmuş Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de. Hidâyet bizim vazifemiz değil; bizim vazifemiz insanlara İslâm’ı tebliğ etmek... Alâkayı kesmeyelim, inşâallah o alâkaların faydası vardır.

Şimdi, ben o kimsenin evine gitsem, beni almaz yabancı diye... Ama seni alır, çünkü sen onun akrabasısın. Sen onun evine girebildiğine göre, bir kutu şeker götürürsün, elini öpersin, kandilini tebrik edersin, mübarek olsun dersin; kandilden haberi olur adamın... Birkaç tatlı söz söylersin. Her lafı bir defada boşaltmak mecburiyeti de yok. Gidersin, bu gün böyle yaparsın; ertesi gün, bir hafta sonra, Ramazan’ın başlangıcında bir daha gidersin...

.............

Peygamber Efendimiz insanlara bir iki yıl içinde, üç beş gün içinde İslâm’ı anlatmaktan aciz miydi, anlatamaz mıydı?.. 23 yılda sindire sindire, öğrete öğrete öylece yetiştirdi. Ne güzel yetiştirdi...

Onun için, biz de böyle bir zaman tanıyalım! Darılmaca, kızmaca yok, ayrılmaca, küsmece yok... Sevgiyle, Allah yolunda çalışmaca var. Verirse verir. Vermezse ne yapalım?.. Onun liyâkati yokmuş demek ki... O kimsenin liyâkati olsaydı, Allah onu huzuruna davet ederdi. Daha liyakati yok demek ki...

Biz burada eğer Allah’ın huzuruna gelmiş de namaz kılabilmişsek, bu neden?.. Allah’ın bir lütfudur. Öteki gelememişse neden?.. Allah’ın ona bir cezasıdır. Kendi yoluna gelemiyorsa, o daha büyük bir felâkettir.

Eski ümmetlerden birisi ibadet ehliymiş, sonradan yolunu değiştirmiş, sapıtmış. Ama biraz dinden, bilgiden haberi olduğu için kendi kendine de demiş ki:

“—Yâhu, ben dinden imandan uzaklaştım, günahlara daldım, Allah bana ceza vermiyor hâlâ...”

Sanıyor ki tepesinden taş vuracak. Taş yağacak semâdan, öyle bekliyormuş.

Allah-u Teàlâ Hazretleri o zamanın peygamberine vahyeylemiş, demiş ki:

“—Git filanca kuluma söyle, ben onu cezalandırdım, o cezalandırdığımın farkında değil. Ben ona kendime ibadet etmeyi mahrum etmedim mi, haram etmedim mi, benim huzuruma gelmez duruma getirmedim mi; bu ceza yetmez mi?..” diye öyle haber göndermiş.

Onun için, zamanı gelmemiş daha, uğraşırsınız, olursa ne âlâ; olmazsa Mevlâ bilir. Biz onun dışını biliyoruz, Mevlâ içini dışını biliyor. Lâyık olsa, bir anda döndürür günlünü...

Böyle bir hadis-i şerîf okumuş olduk. Demek ki, güzel huylu olanlar kazanacak bu günde. Kötü huylu olanlar istifade edemeyecek.

Dördüncüsü de: (Ev imreetin tebgî bi-fercihâ) “Kötü kadın, kötü yola sapmış kadını da Allah affetmeyecek.” Bu günahları saymasından anlıyoruz ki, demek ki böyle büyük günah erbâbına Allah-u Teàlâ Hazretleri rahmet eylemeyecek. Ama bir başka hadis-i şerîfte de geçiyor ki: Tevbe ederse müstesna diye...

Tevbe kapısı daima açık, şu kapı gibi açık. Her kul tevbe edebilir. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin dergâhı, ümitsizlik dergâhı, kapısı değildir. Allah-u Teàlâ Hazretleri kulunun tevbe etmesini sever, günahını itiraf etmesini sever. “Eğer kullar günah etmeseydi, Allah’ın gaffarlığı nerede kalacaktı?” diyor bazı büyükler. Gaffarlığı, Gafûr ve Rahîm olması, günahları affetme sıfatının olması o zaman nereden anlaşılacak?.. Onun için tevbe kapısı açık. Tevbe ederse kurtulur hâsılı.

e. Berat Gecesi’nde Peygamber Efendimiz

Başka rivayetler var. Onları ben uzun uzun anlatmayayım, burada yazılar çok ama, kısaca şöyle hulâsaten söyleyeyim ki; Peygamber Efendimiz, böyle onun hayatında Şa'ban ayının bu gecesi olduğu zamanlar, o geceleri ibadetle geçirmiş. Bu konuda birkaç rivâyet var:

Bir keresinde, Hazret-i Aişe Validemiz’in yanına gelmiş, yatmış. Ondan sonra yavaşça yataktan sıyrılmış. Hazret-i Aişe Validemiz de, acaba bir başka yere mi gidecek demiş, o da hemen dikkat kesilmiş yâni. O zaman mum yok, elektrik yok, karanlık geceyse görünmesi mümkün değil ama, meraklanmış. Peygamber Efendimiz çıkmış, o da arkasından çıkmış, bakalım nereye gidiyor, ne yapıyor diye.

Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’nin Bakîü’l-garkad denilen kabristanına gitmiş, orada dualar okumuş, semâya bakıyor. O da demiş ki:

“—Bak Rasûlüllah SAS Hazretleri nelerle meşgul, benim de aklıma ne kötü kötü fikirler geldi.” diye dönmüş gelmiş.

Arkasından da, Rasûlüllah SAS gelmiş içeriye... Bakmış, Hazret-i Aişe Validemiz’in hıh hıh hıh diye yürümekten, koşmaktan nefesi böyle hızlı hızlı...

“—Ne oldu?..” diye sormuş.

Demiş ki:

“—Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sen yanımdan sıyrılıp gidince, benim aklıma geldi ki, ‘Acaba öteki hanımlarının evlerine mi gideceksin?’ diye düşündüm. Onun için peşine düştüm. Meğer sen Rabbine ibadetle meşgul imişsin, ben de kendi nefsimin duyguları peşindeymişim.” demiş.

O zaman Peygamber Efendimiz, bu gecenin ehemmiyetine dair demiş ki:

“—Bu gecenin mühim bir gece olduğunu Cebrâil AS bana geldi, bildirdi. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu gece, Benî Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca müslümanı afv u mağfiret eyler. Rahmet-i ilâhiyye, mağfiret-i ilâhiyye cûşa gelir.” diye bildirmiş.

Sonra başka rivayetler var, müteaddid geceler olabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in başından pek çok Şa'ban geldi geçti, değil mi, yâni 63 yaşına kadar yaşadığına göre. Bu rivayetlerin her birisi, bir başka Şa'ban’da olabilir. Bir keresinde demiş ki:

“—Bana müsaade eder misin yâ Aişe, bu gece ibadet edeyim?”

Nezakete bak!.. Buyursunlar bakalım, gelsinler görelim o çöl kanunu diyen, çöl bedevisi diyen insanları... Bak hanımına ne diyor Rasûlüllah SAS Hazretleri:

“—Bana müsaade eder misin yâ Aişe, Rabbime ibadet edeyim?..”

Nezakete bak, insanlığa bak, kemâle bak, ahlâka bak!.. O kendisinden yaşça küçük, karısı. Sonra herkes onun peygamberliğini kabul etmiş, bakışına canları fedâ, yüzüne bakmağa kıyamıyorlar... Etrafında öyle ashâb-ı kirâm var ki canlarını ayağının ucuna nisâr etmişler, saçmışlar. Bir emri, her şeyi yapmağa kâfi... Herkes canını fedâ etmeğe râzı... Öyle muhterem bir kimse. Bak ne diyor?.. Salâhiyetini kötüye kullanıyor mu, bu benim hakkım diyor mu?.. “Sen otur şurada, karışma!” diyor mu?..

“—Bana müsaade eder misin, bugün Rabbime ibadet edeyim?” diyor.

Hiç bundan ibret almaz mıyız biz?.. Rasûlüllah’ın sünnete uymak demek, ille bir sürü kitaplardan bir sürü hadis okuyup okuyup da, kulağımıza laf doldurmak mı demek?.. İşte huy... Sen böyle mi davranıyorsun, başka türlü mü davranıyorsun; ölç!.. Böyle davranıyorsan, Rasûlüllah’ın sünnetine uygun yaşıyorsun. Böyle davranmıyorsan, eve girdiğin zaman fırtına gibi giriyorsan, evdekilerin hepsi bir köşeye siniyorsa; “Vay, babam geldi!” diye çocuklar bir tarafa, “Efendi geldi!” diye hanım bir tarafa siniyorsa... O zaman sen Rasûlüllah’ın sünnetine uygun durumda değilsin!..

Bizim o taraflarda vardır: “El eyisi, ev ağusu” derler. Yâni bazı insanlar el iyisi, başkalarına iyi davranırlar; ev ağusu, evde zehir zemberek... Öyle olmayacak.

Hani gelsinler, görsünler bak İslâm’da kadının mevkiini. Bir sözden ne şeyler çıkıyor, ne kadar duygulandırıyor insanı.

“—Müsaade eder misin ben bu gün Rabbime ibadet edeyim?..”

“—Pekiyi yâ Rasûlüllah!” diyor.

Hem de o da nasıl söylüyor:

“—Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Pekiyi.” diyor.

Sözün zarafetine bak. Canım sana feda diyorlar. Anasını babasını çok sever ya insan, anası babası için de canını verir. En çok sevdiğiyle ölçerek söylüyorlar:

“—Anam babam sana fedâ olsun, ey Allah’ın Rasûlü!..”

Ne güzel ifade... Sen ananı babanı feda eder misin Rasûlüllah yoluna?.. Sen kendini Rasûlüllah yoluna feda eder misin, ediyor musun, etmekte misin?.. Böyle bir duyguyla bağlı mısın?.. Kıyasla bakalım!..

Birçok kimse diyor ki:

“—İşte Kur’an-ı Kerim var ya...”

Yahu, Kur’an-ı Kerim var, âmennâ ve saddaknâ... Pekiyi Kur’an-ı Kerim’i sana kim getirdi, kim tebliğ etti?.. Kur’an-ı Kerim kime indi, kim söyledi sana Allah’ın kitabını, o ayetlerini?.. Gene o Rasûlüllah.

Sonra o Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin anlaşılması ve hayata tatbikini en güzel kim yapabilirdi?.. Rasûlüllah... O halde sen Rasûlüllah’ın hayat tarzını incelemeden Kur’an’ı anlayabilir misin?.. Kur’an-ı Kerim’i Rasûlüllah’tan ayırabilir misin, sünnetinden ayırabilir misin?.. Muhakkak ona göre hareket edeceksin.

Neyse, kısa keselim!..

Rasûlüllah SAS ibadete girişti. Bir secde eylemiş ki, yarı geceye kadar devam etmiş. İkinci secde eylemiş ki, fecre kadar devam etmiş. Hatta bir rivayette Hazret-i Aişe Validemiz, “Acaba başına bir hal mi geldi?” diye ayağına şöyle bir el yordamıyla elini uzatmış, yoklamış. Öldü mü kaldı mı diye telaşlanmış yâni. O da kıpırdayınca, anlamış ki tamam; yâni ibadette, şuuru yerinde, vefat etmemiş, canlı filan diye anlamış. Öyle ibadet etmiş.

Sonra, kulak vermiş secdede söylediği sözlere. Söylediği sözleri şu anda bulabilir miyim bilmiyorum ama diyor ki:

“—Yâ Rabbi! Ben senin kızgınlığından affına sığınırım...”

Rasûlüllah diyor, dikkat edin!.. Ben söylemiyorum, Rasûlüllah SAS söylüyor. O Rasûl ki, Kur’an-ı Kerim’de hakkında ayet inmiş. Buyruluyor ki:

(Li-yağfira leka’llàhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhara) (Fetih: 2) diye, geçmiş ve gelecek günahlarının affolunduğunu bildiriyor Allah-u Teàlâ. Açık bono, altı açık şey veriyor. Geçmiş ve geçecek günahlarının bağışlandığı söylenilen Rasûlüllah SAS Hazretleri diyor ki:

“—Yâ Rabbi! Ben senin kızgınlığından senin affına sığınırım... Senin gazabından senin rahmetine ilticâ ederim... Senden sana sığınırım yâ Rabbi!..”

Başka nereye gideceksin zaten?.. Allah-u Teàlâ seni cezalandırmak, gazab etmek murad eylese; seni Allah’ın cezasından, gazabından, azabından kim kurtarabilir?.. Allah seni korumayı dilese, kim sana zarar verebilir?..

Firavun ordusuyla Mûsâ AS’ın arkasına düştü de zarar verebildi mi?.. Firavun’un ordusu tozu dumana katarak, o zavallı mü’minlerin peşine düştüler. Vay bizim memleketimizi terk edip kaçıyorlar!.. Neden kaçıyorlar?.. Erkekleri kesiyor, kızları bırakıyor, hepsini köle edinmiş, hizmetçi çalışıyor.

150 metre yüksekliğinde taş piramitler neyle yapılır? Kırbaç altında esir çalıştırarak yapılır. İnsanın firavunluk namı kolay kolay alınır mı?.. 150 metre ne demek?.. Kızılay’daki gökdelenin iki veya üç misli demek. O kadar yüksek kesme taşlardan, insan boyu kesme taşlardan piramit yaptırmış Firavun. Neden yaptırmış? İçine girecek, defnolunacak, mezar, Firavun’un mezarı. Yahu, küçücük dört tane taş neyine yetmez?.. 150 metre yükseklikte, 3 metresinin taşları devrilmiş de 147 metre kalmış Keops Piramidi. Bir üç metre daha olsa, 50 katlı bina yüksekliğinde piramit... Taş yığmış çölün ortasına, içine mezara gireceğim diye.

Öyle zalim bir adam. Ondan kaçıyorlar. Bir şey yapmış değiller, hırsız değiller, arsız değiller, mazlumlar, kaçıyorlar. Herifler peşinden ordu salmışlar. Tabii kaçmışlar, kaçmışlar kaçmışlar, önlerine deryâ çıkmış. Önleri deryâ deniz, arkaları azgın düşman. Ne yapacaklar şimdi?..

(Kàle ashàbu mûsâ innâ lemüdrekûn) “Mûsâ AS’ın ashâbı dediler ki: Eyvah, yakalanacağız.” (Şuarâ: 61) Önümüz deniz, uçsuz bucaksız deniz... Arkada düşman geliyor... Kılıçları çekmiş, silahı bilemiş, geliyor üstüne, öldürmeğe geliyor. “Siz misiniz kaçan bizim zulmümüzden. Biz zulüm yapacağız, kaçmayacaksınız!” dermiş gibi yâni. Ne diyor Mûsâ AS:

(Kàle kellâ) “Asla! (İnne maiye rabbî seyehdîn) Rabbim yanımızda, bize yardım edecek, yol gösterecek.” (Şuarâ: 62) diyor. Yol daha ortada yok, belli değil ama, Mûsâ AS Allah’ın elçisi... (İnne maiye rabbî seyehdîn) “Hayır, olmaz öyle şey, Rabbimiz bizim yanımızda, bizimle beraber, o bize bir yol gösterecek, yardım edecek.” Yol yok, önü deniz, arkası düşman... “Hayır, Allah yardım edecek.” diyor. İman...

Musa AS. Allah’ın ulû’l-azm peygamberlerinden bir mübarek peygamber. “Allah yardım edecek!” diyor. Nasıl yardım eder?.. Vahyetti Mûsâ AS’a:

(Feevhaynâ ilâ mûsâ eni’drib bi-asàke’l-bahr) “Bunun üzerine Mûsâ’ya, ‘Yâ Mûsâ, asànı vur bakalım şu denize!’ diye vahyettik. Asàsını suya vurdu. (Fenfeleka fekâne küllü firkın ke’t-tavdi’l-azîm) Deniz yol oldu. Oniki adet yol açıldı, geniş bulvar gibi oldu hepsi.” (Şuarâ: 63) Girdiler, yürüdüler, geçtiler.

Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle korur. Korudu mu korur. Yâni, Firavun orduları para etmez. İstediği kadar güçlü kuvvetli olsun, korudu mu korur. Cezalandıracağı zaman da, piramidin en alt katında gizli bir dehlize saklansa, cezası erişir.

Onun için, öyle diyor, bak o büyük Peygamber! Günahları affedilmiş Peygamber SAS’in duasından ibret al!.. Senin benim gibi günahkar insan değil; Habibullah, Seyyidi’l-evvelîne ve’l-ahirîn, geçmişlerin, geleceklerin en büyüğü olan o zât-ı muhterem diyor ki:

“—Yâ Rabbi! Senin kızgınlığından senin affına sığınırım. Senin gazabından senin rahmetine ilticâ ederim. Yâ Rabbi! Senden sana sığınırım, başka sığınacak yerim yok. (Lâ uhsî senâen aleyke) Sana nasıl medih edeyim, sana nasıl medih söyleyeyim, seni nasıl öğeyim, öğemem...” diye böyle güzel ifadelerle, tevâzû ile, sevgi ile, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin azametine, celâline hoş gelecek güzel tatlı sözlerle dua eylemiş, ilticâ eylemiş.

Bunları rivâyet ediyor Hazret-i Aişe Validemiz. Diyor ki:

“—Yâ Rasûlüllah! Baktım, sen secdede böyle böyle diyordun...”

“—Onları böyle iyice hatırında tuttun mu yâ Aişe?..”

“—Tuttum yâ Rasûlallah! Anam babam sana fedâ olsun, duydum, hatırımda kaldı.”

Zekâya bak!..

Ben geçen gün bir arkadaşlar grubuna birkaç söz söyledim. İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’nin beş nasihati var, söyledim, sayın dedim. Saymakta zorluk çektik yâni. Beş cümle söyledim, beş tane şeyi sayacaktık, saymakta zorlandık. Bak, hemen hatırında tutmuş. Diyor ki:

“—Yâ Aişe! Sen onu hem kendin hıfzeyle, hatırında tut, hem de başkalarına öğret!..”

Öğretti. Bak, Allah râzı olsun, Allah şefaatine nâil eylesin, naklediyor. O da öyle yapmış.

İşte böyle çeşitli rivayetleri var. Çok çeşitli rivayetler var. Sözü fazla uzatmayalım! Allah-u Teàlâ Hazretleri, gönlümüze bir yumuşaklık versin...

Bizi alsalar, riyâset-i cumhur köşküne götürseler, veyahut Suud sarayına götürseler. Kapıdan girince ne yapacağımızı şaşırırız, ayağımız dolaşır. Neden?.. Buranın protokolünü bilmiyoruz, usûlünü erkânını bilmiyoruz deriz. Sağa mı bakacağız, sola mı bakacağız?.. Önümüze yemek koysalar, çatalı nasıl tutacağız, kaşığı nasıl tutacağız, ağzımıza nasıl götüreceğiz?.. Peçeteyi şuraya mı sokmak lâzım, önümüze mi sermek lâzım, tabağın altına mı koymak lâzım?.. Elimiz ayağımıza karışır ya...

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda da kulun bir edebi var. Bir kulluk edebi var... Allah bize o edebi ilham eylesin... O edebe göre ona güzel kulluk etmeyi cümlemize nasib eylesin... Rasûl-ü edîbine, kendisinin terbiye eylediği o mübarek Peygamberine güzel ümmet eylesin... Ondan edeb öğrenip, erkân öğrenip, usûl öğrenip, dua öğrenip, ibadet öğrenip; bu gecenin veya sair zamanların nasıl ihyâ edilip nasıl ibadet edileceğini ondan öğrenip, rızasını kazanmayı nasib eylesin...

Bu dünyada bir tek hedefimiz var, çok kolay iş, zor değil, gayet kolay: Allah’ın rızasını kazanmak. Her işini ona göre yap. Şu benim yaptığım iş Allah’ın rızasına uygun mu değil mi?.. Bunu yaparsam acaba Allah sever mi, sevmez mi?.. Şöyle bir kalbine danış... Her zaman yanında müftü gezdirecek değilsin ya. Kalbine bir danış, eğer bunu yaparsan Allah sever gibi geliyorsa, o işi yap.

(İstefti kalbeke ve in eftâke’l-müftûn) [Fetvâ verenler ne kadar fetva verse de, kalbine danış!] sözü var. Eğer içine bir kötü şey geliyorsa onu yapmayıver! Bu kadar kolay iş.

f. İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri'nin Beş Nasihati

İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’ni çok seviyorum ben, Allah şefaatine nâil etsin... Mübarek adam, hükümdarmış da hükümdarlığı bırakmış. Kolay mı?.. Biz bir memuriyeti bırakamıyoruz. Belh şehrinin hükümdarlığını bırakmış. Önünde arkasında altın kalkanlı askerler gidermiş, gümüş kaplamalı, kabzalı kılıçlarla saltanatlı şeyi, onların hepsini bırakmış.

Birisi gelmiş, demiş ki:

“—Yâ İbrâhim! Bana bir tavsiyede bulun, nasihatte bulun.”

Diyor ki:

“—Sana beş şey tavsiye ederim.” Bak belki benim de hatırımda kalmayacak. Bilmiyorum kaldı mı... Bakalım beş şeyi sayabilecek miyim.

Diyor ki:

1. (İze’ştegale’n-nâsü bi’d-dünyâ, fe’ştegıl ente bi’l-âhireh) “İnsanlar şaşkınlıklarından dünyaya daldıkları zaman, sen ahireti düşün! İnsanlar dünyayla meşgulken, sen ahiretle meşgul ol!”

Şimdi bak etrafına, her insan dünyaya uğraşıyor; “Para kazanayım, pul kazanayım, yükseleyim, edeyim...” diyor. İbadetlerin hepsi bir tarafta kalıyor, namazlar bir tarafta kalıyor. Farz namazları, büyük ibadetleri bile yapamaz duruma düşüyor insan.

Ne diyor?.. “Sen benden nasihat mi istedin: İnsanlar dünyaya dalmışken, dünyayla meşgulken sen ahirete gayret et!”

2. (İze’ştegale’n-nâsü bi-tezyîni’z-zâhiri fe’ştegıl ente bi-tezyîni’l-bâtın) “İnsanlar dışlarını süslemekle meşgul iken, dışın sevdasına düşmüşken, dışı düzeltmeğe düşmüşken; sen gönlünü, içini imar etmeye, orayı düzeltmeğe çalış!” diyor.

Gönlün imarı, için imarı, için süslenmesi nasıl olur?.. Demin söylediğim huylar, bak bu hadis-i şerîfte de geçti ya; insan kindar olursa makbul olmuyor, şöyle olursa olmuyor, böyle olursa olmuyor... İşte içimizden o kötü şeyleri atmazsak, içimiz kirli olur, çirkin olur.

Biz dışımızdaki bir kiri, bir lekeyi hemen temizleriz. Şuramıza bir kara şey sürülse, otomobil tamir ederken alnımıza yağlı kara sürünse ne yaparız?.. Arkadaş gelir, “Yahu, burnuna bir şey sürülmüş. Mendilini çıkart, sil şurayı, yüzün kara olmuş!” der. Yüzümüzün karasını böyle temizleriz de, içimizin, kalbimizin karasını niye temizlemeyiz?.. Oraya Allah nazar ediyor. Nazargâh-ı ilâhî insanın gönlü... İçini temizle!..

Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak,
Pâdişâh konmaz saraya, hàne ma’mur olmadan!

Padişah harap yere gelir mi, misafir olur mu?.. Güzel olacak, süsleyeceksin, sileceksin, süpüreceksin, her taraf pırıl pırıl olacak, tezyin edeceksin de, o şerefli misafir gelecek. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin tecellîsinin geleceği yer, kirli paslı, mezbelelik olur mu?..

O halde, “İnsanlar hep dışı süslemekle meşguller. Gözünü aç, sen bu dışı süslemekle kalma; hem dışını süsle, hem içini süsle!.. Yâni hem dışın tertemiz olsun, saçın, sakalın, dişin, tırnağın, her şeyin güzel olsun; bir de huyların güzel olsun, içini de süsle!.. İnsanın içi kötü duygularla yılan çıyan gibi dolu olsa, kıymeti yok ki.

Bir kutu düşün, altından kutu. Dışı kakmalı, işlemeli, güzel... Ama kapağını açtın mı, içinde zehirli yılanlar var. Ne yapacaksın o kutuyu?.. Kapağını açtığın zaman, hepsi senin üstüne saldırır, sokarlar seni, zehirlerler.

Onun için, içimizdeki kötü huyları atmağa da dikkat edeceğiz. Nasihati öyle o mübareğin. O mübareğin nasihatinin kıymeti var. Bak padişahlığı bırakmış, bu yola düşmüş. Bizden ileride... Yâni bu işin muhakemesini çok yapmış.

3. Üçüncüsü. Diyor ki:

(İze’ştegale’n-nâsü bi-imâreti’l-kusùr, fe’ştagil ente bi-imâreti’l-kubûr) “İnsanlar köşkler, saraylar yapmakla meşgulken, sen kabrini imar etmekle meşgul ol!”

Hakikaten de, biraz şöyle parası olan öyle güzel köşkler yapıyor ki; hangi kasabaya gitsen, hangi şehre gitsen bakıyorsun, için gidiyor yâni. Şöyle şu İstanbul yolundan bile biraz şöyle şehirden uzaklaştın mı, ne güzel bahçeli villalar görüyor insan... Çankaya’ya gitsen, kim bilir neler görürsün... Havuzlu, güllü, sümbüllü bahçeler... Herkes kasır yapmak istiyor, ev yapmak istiyor, içine oturup safâ süreyim diye.

Pekiyi kabre girdiği zaman ne olacak insan?.. Kabirde ışık yok, elektrik döşememişsin... Kabirde döşek yok, atlas yok, yastık yok, minder yok, karanlık, izbe, is pas olursa olur mu?.. Orada kıyamete kadar kalacaksın. Orayı imar etmek lâzım!.. Pekiyi nasıl yapmak lâzım? Kale seramikle mi döşeyeceğiz?.. Kale seramikle de döşesen, amelin güzel olmazsa, gene karanlık olur orası...

Orası güzel amellerle süslenecek, orası salih amellerle müzeyyen olacak, orası öyle imar edilecek. Kur’an okuyacaksın, sadaka vereceksin, cömertlik yapacaksın, Allah yolunda cihad edeceksin, gayret sarfedeceksin, gözyaşı dökeceksin, namazlarını kılacaksın... İşte Kur’an-ı Kerim, işte sünnet-i seniyye, işte sen... Onları yapacaksın, kabrin öyle süslenecek.

Hatta hadis-i şerîfte geçiyor ki:

“—Cennet düz bir arazidir. Orasını insan kendisi süsler.”

Sübhàna’llàh dersin, güzel sümbüller biter. Allàhu ekber dersin, haccedersin, zekât verirsin, namaz kılarsın... Öyle öyle zinetlenir senin cennetteki arazin. Yoksa, düzdür diyor hadis-i şerîfte. Ben, bu hadisi görünceye kadar bilmiyordum. Yâni öyle peşin hazırlanmış sanıyordum. İnsan, kendisi salih amelleriyle hazırlıyor cennetteki yerin güzelliğini de.

Onun için, bu dünyada ev yapıp ukbâyı berbat eyleme, ahireti harab etme!.. Bu dünyada ev yapacağım derken haramla, helâlle, şununla bununla, dikkat etmeden dünyada köşk yapıyorsun ama, kabirden ne haber?.. Kabre salih amel hazırladın mı?.. Kur’an-ı Kerim gönderdin mi?..

Allah-u Teàlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurmuyor mu; bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm,

(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler!” Hepimize hitap, iman ettik ya. (İtteku’llah) “Allah’tan korkun!” Önce bak Allah’tan korkun diyor. “Aklınızı başınıza alın, Allah’tan korkun, öyle savruk, laubali olmayın, hizaya gelin, dikkat edin!” demek istiyor yâni. (Veltenzur nefsün mâ kaddemet li-gad) “Kişi ahirete şimdiden ne gönderdiğine baksın.” (Haşr: 18) diyor.

İşte ayet-i kerime, işte İbrâhim ibn-i Edhem Rh.A’in sözü. Aynı yere geldi. Bak Allah-u Teàlâ Hazretleri Haşr Sûresi’nin sonunda ne buyuruyor: “Allah’tan korkun, ahirete şimdiden ne gönderdiğinize bakın!” diyor.

Bu gün ne gönderdiniz ahirete?.. Bir hesapla bakalım! Sabahleyin kalktın, şimdi yatsı... Zaten konuşma ağır gelmeğe başladı, biraz sonra yatıp uyuyacaksın. Ne hazırladın bakalım, ahirete bu gün ne postaladın?.. Oruç tuttuysan ne mutlu... Cumayı kıldıysan ne mutlu... Rasûlüllah SAS’e bolca salât ü selâm getirdiysen ne mutlu... Bir hasta ziyaret ettiysen ne mutlu... Bir kimseye bir yardım ettiysen ne mutlu... Birisinin gönlünü hoş ettiysen, sevindirdiysen, yardım ettiysen, insanlara faydalı olduysan ne mutlu... İşte bak bir şeyler göndermişsin.

“—Ama çok boş geçirmişim hocam, bunların hiç birisini yapmadım, bu gün çok işim vardı da baktım akşam oluvermiş. Cumaya bile gidemedim. Ahh...”

Sen bu gün hiç bir şey göndermedin, üstelik vebal yüklendin.

Demek ki birisi de: “Kabrin imarına dikkat et, insanlar köşkler yaparken sen de kabri düzeltmeğe çalış.” diyor.

Sonra:

4. (İze’ştegale’n-nâsü bi-uyûbi’n-nâsi fe’ştegıl ente bi-uyûbi nefsik) “İnsanlar başka insanların ayıplarını görmekle meşgul iken, gafil gafil etrafına, şaşkın şaşkın bakınırken sen kendi nefsinin ayıplarını gözetle ve düzelt.”

İnsanların çok hoşuna gider başkasına nasihat vermek... Bak ben de fırsatı buldum, deminden beri konuşuyorum. Başkasına nasihat kolaydır. Hepiniz de konuşursunuz. Zor olan bu nasihatleri tutmak...

Hep insan başkasının kusurunu görür. Bak şu adama, namazı nasıl kıldı!.. Bak şu adama, Kur’an’ı nasıl okudu!.. Bak şu adamın kılığına, kıyafetine filan... Ama bunda hayır yok, bunda çok zararlar var. Asıl hayır nedir? Kendi kusuruna bak sen! (Fe’ştegıl ente bi uyûbi nefsike) Sen kendi nefsinin ayıplarıyla meşgul ol.

Sonuncu cümle de harika. Yâni aşk olsun İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’ne. Allah şefaatine nail etsin. Diyor ki:

5. (İze’ştegale’n-nâsü bi-hıdmeti’l-mahlûkîn, fe’ştagıl ente bi-hıdmeti’l-hàlik) “İnsanlar mahlûklara hizmetle meşgulken, sen gözünü aç, Hàlıka hizmetçi ol.”

Kime hizmet ediyorsun sen, kimin yolundasın, kimin peşindesin, ne yapıyorsun?.. Değer mi?.. Mahlûka hizmet edeceğine, gel Hàlik’a hizmet et! Öyle bir yere hizmet et ki, değsin.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, salihlerin anılması üzerine rahmeti indirirmiş. Bak ne güzel sözü söylendi. Allah şefaatine nail etsin... Cümle evliyaullaha müstesnâ ikramlarla ikram eylesin bu gece... Onların himmet ve teveccühlerini de üzerimizde eylesin...

Bu kadar söz... Bu nasihat yeter insana. beş tane nasihat. Daha ne istiyorsunuz. Bir yoklayın bakalım, zihninizde, hatırınızda kaldı mı?..

1. (İze’ş-tegale’n-nâsü bi’d-dünyâ feştegıl ente bi’l-ahireh) “İnsanlar dünya ile uğraşırken sen ahiretle uğraş, gözünü aç.”

2. (İze’ştegale’n-nâsü bi-tezyîni’z-zâhiri fe’ştegıl ente bi-tezyîni’l-bâtın) “İnsanlar zahirlerini, dışlarını, saçlarını, bıyıklarını süslemekle meşgulken, kravatlarını, pantolonlarını, ayakkabıların boyayıp ütülemekle meşgulken; sen içini süslemekle meşgul ol! Asıl iç önemli.

RE. 92/4 (İnna’llàhe lâ yenzuru ilâ suveriküm) [Allah-u Teàlâ Hazretleri sizin sûretlerinize bakmaz...] hadis-i şerîfi var ya...

3. (İze’ştegale’n-nâsü bi-imâretü’l-kusùri fe’ştagil ente bi-imâreti’l-kubûr) “İnsanlar köşkler yapmanın peşinde gafil gafil koşuşurken, sen kabrini mâmur eylemeğe çalış.”

4. (İze’ştegale’n-nâsü bi-uyûbi’n-nâsi fe’ştegıl ente bi-uyûbi nefsik) “İnsanlar başkalarının ayıplarına bakıp bakıp da öyle başkalarının gıybetini yapıp dururken, gafillik ederken; sen kendini kolla, kendi kusurlarını kendin gör, başkasına hacet kalmadan kendi kendini düzelt! Bu dünya kemal dünyasıdır, kemâle ereceğiz. Her geçtiğimiz gün bir kötü huyu atacağız, bir iyi huyu elde edeceğiz de, sonunda kâmil insan olacağız. Kâmil olmadan, gözümüz açılmadan, gafletten kurtulmadan, basiretimiz, içimiz nurlanmadan gidersek ne olacak?..

(Men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fi’l-âhireti a’mâ ve edallü sebîlâ) “Burada gözü kör olan, ahirette de kör haşrolacak.” (İsrâ: 72)

(Lâ ta’me’l-ebsârü ve lâkin ta’me’l-kulûbü’lletî fi’s-sudûr) “Asıl körlük, öyle gözlerin görmemesi değildir, gönüllerin körleşmesidir.” (Hac: 46)

Bu ayetler varken, insan nasıl gàfil olur?.. Demek ki, bir de böyle kendi ayıplarımızla meşgul olacağız.

5. Beşincisi de: (İze’ştegale’n-nâsü bi-hıdmeti’l-mahlûkîn, fe’ştagıl ente bi-hıdmeti’l-hàlik) “İnsanlar mahlûkların hizmetine böyle zavallı gayretlerini, ömürlerini sürüyüp harcayıp dururken bozuk para gibi, sen Allah’a kulluk etmeğe bak, Allah’a kölelik etmeğe bak! Allah’ın hizmetinde vaktini geçir!”

(İn tensuru’llàhe yensurküm ve yüsebbit akdâmeküm) [Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.] (Muhammed: 7)

............

27. 05. 1983 - Özelif / ANKARA

Dervişân