Mehmed Zahid KOTKU (Rh.A)
MAHVİYET
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtüh!..
Bismillâhir-rahmânir-rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn...Vel-àkıbetü lil-müttakîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Geçen derste hırsızlık ve katilden bahsetmiştik. Bu iki şey hepinizin malûmudur da, bahusus genç kardeşlerimize hatırlatmak için tekrarını hoş gördüm.
Hırsızlık... Parası çalınır insanın, malı çalınır, yanar, ne olur olur; telâfisi mümkündür. Bu kadar hadiseler oluyor, yine bakıyorsun arkası düzeliyor. Hareketlerde olsun, yangınlarda olsun, bir çok zayiatlarda olsun. Fakat hepsi telâfisi mümkün olan şeylerdir. Yalnız en korkulu, telâfisi mümkün olmayan ömür var! Ömür, aldığımız nefesler. Bunların telâfisi mümkün değil. Bu kaçtı mıydı, kaçtı. Artık bunu tutacağım diye uğraşmanın imkânı yok, çaresi de yok. Binâen aleyh, bu ömrü kaçırmamak lâzım!..
Onun için, efdalül-ibadet, nefesinin Allah ile olduğu gün ve andır. Namazda, ibadetlerde, sâir vakitlerde ne kadar Allah ile olabiliyorsan; işte o nefeslerin efdalül-ibadet... Onun haricinde olan nefeslerden hepimiz mes'ulüz. Hepimiz yâni. Onun için, her kardeşlerimden ricalarım: Kahvehane, gazino, tiyatro, balo vs. deniz alemleri; bunlar bizim içimizi öldüren büyük hadiselerdendir. Bunların telâfisi mümkün değil!..
Bu, o kadar büyük bir zayiattır ki!.. Yüzbin lira gider, milyon lira gider, milyar lira gider; fakat yine telafisi mümkün. Fakat bu ömrün kaçanının telâfisi mümkün değil!..
Aynı zamanda kaçan nefes, bir de aksülamel olaraktan içimizde bir leke bırakır. Kirli bir leke bırakır. Bu lekeler çoğaldıkça kalbimizi karartır, kaplar. Ondan sonra o kalbin sahibinden, bir daha hayır beklemek imkânı olmaz. En acı hadise... Artık imanla mı gider, imansız mı gider? Orasını Allah bilir artık, orası bizim işimiz değil.
Şimdi, bu hırsızlıkta en büyük dikkat edeceğimiz şey, televizyonundan tut da işte bu her çeşit zevk alemleri, bizim ömrümüzü yok eder. Hayatımızın ifnâsına gayret eden şeylerdir. Onlardan uzak olmak, vazifelerimizin başında gelir.
İkincisi katil idi. Katil, adam öldürmek. Eceli gelmiştir, ölmüştür. Ecelsiz kimse ölmez! Kurşundan ölür, dam yıkılır ölür, denize batar ölür... Çeşitli sebeblerle ölür. Ölen bu cesettir. Bu, nasıl olsa o ölüme mahkûmdur. Zamanı gelmeden ölmez, zamanından sonraya da kalmaz.
Nitekim, işte bu kadar insan geldi gitti. Biz de geldik, biz de gideceğiz. Hiç duracak olanımız yok! Can dediğimiz, ruh dediğimiz, bizi gezdiren, koşturan, oynatan, konuşturan bir kuvvet var içimizde... O kuvvet çıkınca, bizi mezara götürüp gömüyorlar. O kuvvet bizde iken, her şeyi yapabiliyoruz.
Fakat asıl olan iç ölümüdür. Ruh aleminin ölümü... O ölüm, öteki cesedin ölümüne hiç benzemez. en çok dikkat edeceğimiz budur. Binâen aleyh, evlâtlarımızı İslâm dinini öğretmeden, İslâm dininin ilmihalini öğrenmeden terk etmek, onun mânen ölümüne sebep olmak demektir.
Onun için, babalardan ricamız; o kadar dikkatli olmalıdır ki, her baba evladına İslâm dinini, ilmihalini çok güzel öğretmeli!.. Ondan sonra o evlattan fayda olur. Eğer İslâm dinini lâyıkı vechile öğretmediyse; çocuğun da içinde yok da, kendisi de öğrenmediyse, vay halimize!.. Bu da en tehlikeli bir ölümdür.
(Ve lâ taktülû evlâdeküm!) Evlât öldürülür mü?.. Vaktiyle yapan olmuş, öyle bazı kabilelerde, fakat ehemmiyeti yok. Bugün yapan, evladını öldüren kimse olmaz. Ama Allah Celle ve A'lâ diyor: (Ve lâ taktîlû evladeküm!) "Öldürmeyin evladlarınızı!.." İşte o öldürme, ruhen öldürme... Ona ilmihalini öğretmedik miydi, kitabımız olan Kur'an-ı Azîmüşşan'ı öğretmedik miydi, onu mânen öldürmüş oluyoruz!.. Mânen ölmüş oluyor. Hırsızlık da yapar, cinayet de işler. Korku yok çünkü, ahiretten haberi yok...
İlmihal demek, ahireti öğreten, Allah'ı bildiren bilgi demek. Allah'ı bilmek kolay değil ki!.. Allah'ı bilmek için, tefekkür lâzım insanda... Ki, o tefekkürün neticesinde Allah'ı iyice bilebilsin. İlmihal bilmeyince, o da olmaz. Onun için;
(Tefekkürü sâah, hayrun min ibadeti seneh.) Bir an tefekkür, bazı rivayette sene, bazı rivayette 60 sene, bazı rivayette 70 senelik ibadetten hayırlı!.. Nafile ibadetten tabii. Nafile ibadetten hayırlı.
Onun için evlâtlarımıza --büyük veya küçük-- elimizden geldiği kadar dinlerini iyice öğretebilmenin çaresini aramak lâzım! O zevk alemlerinde kimbilir kaç saatimiz zâyî oluyor da, bu dînî bilgileri almak için beş-on dakikayı çok görürüz kendimize...
Burda bu kalsın da, asıl geçen seferden söylemek istediğim, mahviyet... Asıl mühim olan bu. Mahviyetin mukabili, enaniyettir. Enâniyet, bencillik... İnsandaki bütün dertlerin başı, bu enâniyetin içinde. Bütün felâketlerin başı, kaynağı bu. Bundan kurtulmanın çaresi mahviyet!..
Mahviyeti elde etti miydi, çok kâmil bir insan olur insan. Olgun bir insan olur. Onun her sözünden, özünden, yürüyüşünden, her şeyinden insanlar istifade eder. Mahviyet, ma'lûm ya, yok olmak demek değildir.
"--Ne oldu?.."
"--Mahvoldum yâhu!" der insan.
Yok olmadın yâni. Yok olmak değil. Ya?.. Kötü huylardan berinmek, kötü huylardan arınmak... Kötü huylardan arınan insana mahvolmuş insan derler. Yani, kötülüklerini mahvetmiş, kötülüklerini yok etmiş. Böyle bir insan.
Fakat, yalnız mahviyet kâfi değil!.. Mahviyetli insan, kötü huyları terk eder. Fakat iyilerini alamadıysa, o da bir mânâ ifade etmez. Meselâ, Lâ ilâhe illallah deriz. Lâ ilâhe, mahviyettir, menfîdir. İllallah demedikçe olmaz. Lâ ilâhe, ancak illallah'la tamam olur. Lâ ilâhe demekle, dedik ama yarım söyledik ve ters oldu iş! Allah esirgeye, o halde ölürse insan, sû-i hàtimesinden korkulur.
Onun için, mahviyetin yanında mutlaka isbat lâzım. Bunun iki tane adı var. Birisi sùfî adı ki, sùfîler buna mahv ü isbat diyorlar. Bir takım sùfî de, fenâ ve bekà diyorlar. Bunları söylemekten maksadım, bu kolay bir şey değil!.. Tahsili de zor, söylemesi de zor. Dinlemesi de kolay değildir.
Ama, diyor ki --kitaptaki gördüğüm: "Bunları elde edemeyen insanın ömrü, muattal ve mühmel olarak geçmiştir." diyor. Yazık olmuş o adama!.. Bunları tahsil etmek, milyonları kazanmaktan, milyarları kazanmaktan daha mühim!.. Milyonlar milyarlar kazanırsın, fakat kimse götürmemiş onları! Herkes bırakmış burda... Asıl burdan gidecek olan, bu cevherdir ki insanın içerisinde.
Biliyorsunuz ki cevherler, hep yerin derinliklerinden çıkıyor. İnsanın da derinliklerine inildikçe, bu mahviyetler hasıl olur insanda. Yoksa, öyle yüzde gezmekle bu mahviyetler elde edilemez.
Onun sana kısacık bir misâlini söyleyeyim: Bir adam, birisine --komşusu, ahbabı, her neyse onun güzelce bir tarafını görmüş de-- demiş ki,
"--Beyefendi! Bu akşam çorbayı bizde içmez miyiz? Çorbayı bizde içelim lütfen!" demiş.
Efendi:
"--Pekiyi." demiş.
Almış, evi nerdeyse artık --Fatih'te mi, Bayezid'de mi, nerdeyse-- oraya kadar götürmüş. İhtiyarca bir adam... Kapıya gelince demiş ki:
"--Baba! Kusura bakma ama, ben bunu yanlış söyledim. Bu akşam hanımlar evde yok, alamayacağım seni eve!.." demiş.
"--Pekiyi yavrum, hay hay!.."
Dönmüş adam, evine kadar gelmiş. O da arkasından koşmuş adamın... Kapısından içeriye girerken:
"--Amca!" demiş, "Affet! Ben pişman oldum. Seni kapıya kadar götürdüm de geri çevirdim. Gel gidelim, şu yemeği yiyelim!.."
"--Hay hay, yavrum." demiş, dönmüş.
Yine kapısına geldiği vakitte:
"--Amca!" demiş. "Kusura bakma be! Yine olmadı bu iş. Yine yapamayacağım ben bu işi!"
"--İyi, zararı yok yavrum."
Dönmüş. Tam beş defa böyle gitmiş, gelmiş; gitmiş, gelmiş. Beşincide demiş ki adam:
"--Ver elini öpeyim amca!" demiş. "Senin ben iyi bir adam olduğunu öğrendim. Bunu ancak seni öğrenebilmek için, iyi bir adam olduğunu anlayabilmek için yaptım." demiş. "Hakikaten büyük adammışsın. Ver elini öpeyim!" demiş.
"--Aldandın yavrum!" demiş. "Aldandın yavrum, bununla büyüklük ölçülmez. Bu, köpeklerin huyudur." demiş. "Kuçu kuçu dersin, gelir. Hoşt hoşt dersin, gider." demiş. "Sen bunu bir iyilik mi zannettin?.." demiş.
Mahviyet kolaycacık olmuyor. Biz olsak ne yaparız?.. Döveriz adamı. "Terbiyesiz! Benim gibi yaşlı bir adamla, oyun mu oynuyorsun sen halâ?.. Kaç oldu bu?.." filân diye. Elimizden gelirse, bir kaç da tokat atarız adama... Ama bak, sonuna bak: Sonunda adam onun evlâdı olmuş. Yetişmiş, güzel bir efendi olmuş.
Onun için, Allah hepimizi affetsin... Binâen aleyh, bunlar kolaycacık olmaz.
Misafirler geldi de Mekke'den. Evde bir levha var:
(Şifaül-kulûb, zikrullàh.) [Kalblerin şifâsı zikrullahtır.] diyor. Hepimiz bir hastalığa tutuluyoruz. O hastalığın tedavisi için, çare arıyoruz doktorlarımızdan. İçimizin hastalığına nerden bulacağız çareyi?.. Allah-u Teàlâ'nın zikriyle meşgul olduğun an, senin kalbine şifa gelir. Zikrullahı bıraktın mıydı, fenâ!..
Şimdi benim, rahmetli üstadımızın bir vasiyetnamesi var. Akşam okudum da, utandım kendi kendime. Boyna içiyoruz hapları, ilaçları filan. O da, aksül-amel bizi rahatsız ediyor büsbütün. Diyor ki üstad rahmetullahi aleyh --55 tane vasiyet. İnşallah Türkçe'ye çevirir, hepinize dağıtırız:
"--Faytona binme!" diyor.
O zaman fayton devriymiş. Bugün dese, diyecek ki:
"--Otomobillere, taksilere binmeyin!"
Hele o kadillak denilen, yahut daha büyük arabalara hiç razı olmayacak!.. Niçin?.. Yürümekte şifa var zaten, biraz da yürüyelim. Halbuki arabası olan, şurdan şuraya araba ile gidip geliyor. Hem vücuda zarar; hem işte benzinimize zarar, şuna zarar, buna zarar...
O diyor ki, faytona da binme!.. Faytonun atı bizden, otu da bizden, arpası da bizden. Dışarıya beş para vermiyoruz. Dışarıya beş para vermediğimiz halde, büyüklerimiz faytona binmeye razı olmamış!.. Kendine kibr ü gurur, varlık ve benlik gelmesin diyerekten. E biz arabaya kurulduk muydu, elbette paşa gibi saltanat içerisinde yürüyoruz.
İkincisi demiş ki:
"--Küffar elinden ve küffar diyarından gelen şeker, yağ ve emsali şeyleri yemeyin!" demiş.
Aç mı kalalım?.. Kalmazsın. Peynir ekmek ye, tuz ekmek ye, bir şey olmaz. Sonra demiş ki:
"--Ecnebi diyarlarından gelen eczâları da kullanmayın!" demiş.
Vasiyetnamede bu! Benim sözüm değil, vasiyetnamede yazmış.
Baktım baktım da, çok haklı!.. Bizim eskiden doktorlarımız işte otlardan, çöplerden ilaçlar yaparlar ve onlarla bizi tedavi ederlerdi. Zararı da olmazdı. Bugün hepsi nerden geliyorsa geliyor, nasıl geliyorsa geliyor? Ne olduğunu da bildiğimiz yok! Ver bakalım yutalım... Ver bakalım yutalım!.. Derken işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Allah kusurlarımızı affetsin...
Onun için, mahviyetin arkasından isbat lâzımdır. Bunun da mânâsı; günahları terketmekle beraber, ibadat ü taate devam!.. İbadât u tâate devam; nafileleri de içinde olmak şartıyla... Nafile ibadetleri sakın önemsiz görme, "Ne olacak, bu fazladan?" deme!
Meselâ, bizim Şafiî kardeşlerimiz, Ramazanlarda teravihe ekseriyetle gelmezler. "Niçin?" deriz. "Borcum var!" diyor. E, doğru. Borcun varsa bu da nafiledir. "Borcum varken, nafileyi nasıl kılayım?" diyor. Acaba kahvehanede oturduğun vakitte, kaç saat tavlanın başından kalkmıyorsun, iskambilin başından kalkmıyorsun? O zaman günah olmuyor da, bu nafile namazı kılacağın vakitte, borcum var diyerekten kasılıp orda oturuyorsun. Allah kusurlarımızı affetsin...
Onun için, nafile ibadetlerin büyük faydaları vardır. Onların hiç birisini önemsiz görmeyelim!.. Hattâ ve hattâ, gece namazlarını kılmamak günahı segàirdendir. Günah-ı segàir, yâni küçük günahların arasına katmışlar. Her gece olursa, günah-ı kebâir olur. Niçin?.. Gece ibadetinin iki rekati, dünya ve mâ fîhâ'ya, yâni dünya ve içindeki her şeye bedel!..
Bizim delil gelmişti de, biz de o sene arabayla gitmiştik. Dedi ki:
"--Ne budala adamlarsınız. Mekke'ye gelseydiniz, iki rek'atine yüzbin sevap alacaktınız yâhu! Bu 13 gün, 15 gün yollarda geçirdiniz, bu sevaptan mahrum kaldınız!"
Elimde de bir kitap var.
"--Bak, hocaefendi! Bizim memlekette olsun, dünyanın her ne tarafında olursa olsun, gece kalkıp da iki rekat namaz kıldık mı, yüzbin sevabı Allah bize de veriyor. Allah'ın lütfu geniş!" dedim.
Onun için, gece ibadetlerine alışabilmek için, gençlik devirlerinde kendisini hazırlamak lâzım! Kötü yerlerde saatlerce ömürlerimizi kaçırırız, gece kalkmaya vaktimiz kalmaz, kalkamayız. Sabaha da zor kalkarız artık... Onun için, Allah affetsin... Bizi, ibadat ü taatlerine devam eden ve, o mühmel, muattal olan kullarından kurtulup, sevgili ve razı olduğu kullarının arasına cümlemizi kabul etsin...
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Lâ ilâhe illallàhul-halîmül-kerîm... Sübhànallahi rabbil-arşil-azîm... Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Nes'elüke mûcibati rahmetike.. Ve azâimi mağfiretike... Vel-ganîmete min külli birrin... Ves-selâmete min külli ismin... Lâ teda'lenâ zenben illâ gafarte... Ve lâ hemmen illâ ferracte... Velâ haceten leke fîhâ ridan, illâ kadaytehâ yâ erhamer-râhimîn!.. Yâ erhamer-râhimîn!.. Yâ erhamer-râhimîn!..
Bugünkü cumamızı cümle ümmet-i Muhammed hakkında ve bizler hakkında da mübarek ve müteyemmin eyle yâ Rabbi!.. İbadetlerimizi dergâh-ı uluhiyyetinde kabule karîn eyle yâ Rabbi!.. Sana lâyık ibadet yapamadık. Elbette sen affedicisin. Sen bizi afv ü mağfiret eyle yâ Rabbi!..
El-fâtihah!..
............
Esselâmü aleyküm!..
16 Mart 1979 Cuma