Seyfi SAY

TASAVVUFUN ASLI

İslam tasavvufuyla Hint felsefesi veya Hristiyan mistisizmi arasında ilgi kurmaya çalışan birini görürseniz, anlayın ki, Kur'an ve Sünnet'i bilmiyordur.

Çünkü insanlar iki şey arasında benzerlik kurduklarında, bunun nedeni, o iki şeyi de tanımalarıdır. Benzerlik kurabilmek için önce tanımak gerekir.

İslam tasavvufunu Hint mistisizmiyle bağlantılandırıp Kur'an ve Sünnet'ten ayrı gibi göstermeye çalışanlar, gerçekte ne İslam tasavvufunu ne de Kur'an ve Sünnet'i biliyorlar.

Eğer Kur'an ve Sünnet'i bilselerdi, tasavvufun Kur'an ve Sünnet kökenli olduğunu da bilirlerdi.

Fakat, Hint mistisiminden etkilenmiş gibi gösterme çabası içindedirler. Bari İslam tasavvufunu ve Hint mistisizmini iyice bilselerdi de nerede etkilenme olduğunu gösterselerdi ya, bu da yok. Sadece kuru bir iddiayı papağan gibi tekrarlama durumu var.

Mutasavvıflar hangi Hint mistiği veya düşünüründen hangi sözü kitaplarında naklediyorlar? Hiçbirini. Eğer nakletselerdi, "Demek ki etkilenmişler" diye düşünürdük. Halbuki onlar, sadece ayet ve hadislere dayanmaktadırlar.

Bir de günümüz aydınlarına bakınız. Kitap ve yazılarını şöyle bir inceleyiniz, ayet ve hadis'e doğru dürüst rastlayamazsınız, ama yabancıların isimleri sebildir. Bunlar Kur'an ve Sünnet'i bilmeden, okumadan güya Kur'an'a göre düşünmektedirler de, Kur'an ve Sünnet'i ezberleyip yutmuş olan mutasavvıflar tutup yabancılardan etkilenmişlerdir. Pes doğrusu..

* * *

Nakşibendi tarikatinin ilkelerini hemen hemen bütünüyle formüle eden zat Abdülhalık-I Gücdüvani (k.s.) Hazretleri'dir. Bugüne kadar da bu ilkelerde bir değişiklik olmamıştır, olamaz da. Onun, Mehmed Zahid Kotku (k.s.) Hazretleri tarafından aktarılan vasiyetnamesinde yeralan şu tavsiye, nereden etkilendiğini çok iyi gösterir: "Tarikati de, tasavvufu da Kur'an'da ara!" Bir başka tavsiyesi de "cahil sufilerden kaçınmak"tır.

Abdülhalık Gücdüvani Hazretleri tarikati de tasavvufu da Kur'an'da aramış ve formüle edip daha sonraki kuşaklara aktarmıştır. Tıpkı fıkıhçıların ibadetleri Kur'an ve Sünnet'te bulup formüle ettikleri gibi.

Bakıyorsunuz ki bazıları da "fıkıh adına" tasavvufa cephe alıyorlar. Bunlar Kur'an ve Sünnet'i anlamadıkları gibi, çokça atıfta bulundukları "selef"i de anlamamışlardır. Selef, hicri birinci asırda yaşayanlar, fıkıh denince önce tasavvufu anlıyorlardı, "dinde fakih, anlayışlı olmak" buydu.

İmam-ı Gazali rh. a. şöyle der: "Birinci Lafz: Fıkh'dır. Bu sözü başka manaya aktarmadı ve değiştirmediler. Yanlız bu kelimeyi Füru-ı fıkhın fetvalardaki garip meselelerini bilmeğe, illetlerinin inceliklerini anlamağa, bu hususda sözü uzatmağa ve bunlarla alakalı makaleleri ezberlemeğe isim vermekle hususileştirdiler. (..) Halbuki birinci asırda, ahiret yolu ve nefsin afetlerinin incelikleri bilgileriyle amelleri bozan şeyleri bilmeğe, dünyalığa kıymet vermeyip ahiret nimetlerine bağlanmağa ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına birden 'Fıkh ilmi' denirdi." (İhyau' Ulum'd-din, C. I, çev. Ahmet Serdaroğlu, s. 83)

Başlangıçta tasavvuf, kelam ve bugünkü anlamıyla fıkıh hep birlikte fıkıh kavramı altında ele alınıyordu. Hepsinin de kaynağı Kur'an ve Sünnet'ti. Tasavvufa fıkıh-ı batın, kelama fıkıh-ı ekber, bugünkü fıkha da fıkh-ı zahir adı veriliyordu. Zamanla adlar değişti, bugün de değiştirilse birşey kaybedilmez. çünkü ıstılahat, terminoloji değişmekle, terim ve ıstılahların karşılık geldiği olgular değişmez. Asıl bilgi, olguya ilişkin doğrudan bilgidir. Bunun için doğa bilimlerinde de, terim ve kavramları ezberlemek değil, o terim ve kavramların karşılık geldiği olguları gözlem, tecrübe/deney ve ölçme yoluyla doğrudan tanımak önemlidir.

İbn Haldun rh. a. bu gerçeğe şöyle işaret eder: "Üstadlardan herbirinin kendine mahsus metod ve terimleri bulunması bu metod ve terimlerin ilimden sayılmazlığını gösterir. Çünkü metod ve terimler ilimden olsa idi, tanınmış bu üstad ve öğretmenlerin öğretim usulleri tek çeşit olurdu. Kelam ilmini gözden geçirirsen bunu görürsün. (..) Fıkıh ve Arabiyyat ilimlerinin hali de böyledir." (Mukaddime, C. III, çev. Zakir Kadiri Ugan, ss. 484-485)

Tasavvuf kavramı reddedilebilir ve yerine başka bir terim oluşturulabilir. Ama tasavvuf adı altında aktarılan olgusal gerçeklik reddedilemez. Çünkü o doğrudan Kur'an ve Sünnet'tir. Mesela, ne fıkıh ne de kelam, Kur'an'da sık geçen tevekkül ve sabır gibi konuları ele alır. Fıkıh ve kelam, Kur'an'i bilgiyi tam yansıtmaz, çünkü fıkıh teriminin kapsamını seleften sonrakiler daralmışlardır. Bu, onların metodudur, aslında İbn Haldun'un belirttiği gibi sadece onları bağlar.

Bu nedenle, güya fıkıh veya kelam namına tasavvufu reddeden,, insan beyninin ürünü vazgeçilebilir bir kavram namına vazgeçilmez Kur'an'i olguyu reddetmiş olur.

28 Haziran 98 Sağduyu

Dervişân