(Bakara: 168 - 171)
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A
------------------
ŞEYTANIN PEŞİNDEN GİTMEYİN!
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...
Daha önceki sohbetlerimde, Bakara Sûre-i Şerifesi'nin 168. âyetine kadar anlatmışım. Şimdi 168, 169, 170 ve 171. ayet-i kerimeler üzerinde konuşmamı yapmak istiyorum. Önce ayet-i kerimelerin mübarek metinlerini, kelimelerini okuyalım, feyizyâb olalım, sevap kazanalım!
Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Yâ eyyühen-nâsü külû mimmâ fil-ardi halâlen tayyiben ve lâ tettebiù hutuvâtiş-şeytàn, innehû leküm adüvvün mübîn.) (Bakara: 168)
(İnnemâ ye'müruküm bis-sûi vel-fahşâi ve en tekùlû alellàhi mâ lâ ta'lemûn.) (Bakara: 169)
a. Helâl ve Temiz Şeylerden Yeyin!
Önce bunlar üzerinde konuşalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri bütün insanlara hitap ediyor:
(Yâ eyyühen-nâs) "Ey insanlar, ey Hazret-i Adem'in evlâtları!" Bütün dünyanın memleketlerindeki, bütün yeryüzündeki insanların hepsine hitap ediyor ve buyuruyor ki: "Ey insanlar! (Külû) Yeyin!" Külû, kef ile yazılınca, mânâsı "Yeyin!" demek; emir. Kaf ile yazılırsa, (Kùlû) "Söyleyin!" demek. Demek ki kaf ile kef arasında, Türkçede bir ayırıcı işaret yok! Bu k harfi kaf mıdır, kef midir belli değil.
Bizim se olarak gördüğümüz bir harf, Arapça'da, Arapça'dan gelme bir kelimenin içinde ya sin olur, ya peltek se olur, yada sad olur.
Ama İngiliz alfabesinde kef için k harfi var. Kaf için q harfi var, bu belli. Fakat bizim kullandığımız alfabede ayrılmamış. Arapçada da bunların ikisi iki ayrı harf.
Yine bizim z olarak gördüğümüz harf; Arapça'da ya zel olur, ya zâ olur, ya zı olur; ya da dad olur. O da bazen kaza kelimesinde olduğu gibi, z oluyor; bazan da kadı kelimesinde olduğu gibi d oluyor.
H harfi de bazen noktasız, cime benzeyen ha olur, bazen hı olur. Meselâ hallâk dersek, berber mânâsına gelir. Ama hı ile Hallâk dersek; o da yerde gökte varlıkları çok yaratan Cenâb-ı Hak, yaratıcı demek olur. Bu hı harfini çıkartmayı beceremezsen, yanlış bir kelime telaffuz etmiş olursun.
Sonra meselâ Hàlık derse, yaratan demek; hâlik derse, ince he ile, iki gözlü he ile, helâk olan demek olur. Böylece tamâmen mânâdan çıkabilir.
Onun için, kelimelerin Arapça'da hangi harflerle yazıldığını bilen, Türk edebiyatını iyi biliyor demektir, Türkçe'yi iyi kullanıyor demektir. Ötekiler hatalı konuşmalar yapar. Sonuçta bazen, komik durumlar da ortaya çıkabilir.
Şimdi burada Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Yâ eyyühen-nâs) "Ey insanlar, (külû) yeyiniz, (mimmâ fil-ardi) o şeylerden ki, yeryüzündedir." Yâni, "Yeryüzündeki şeylerden yeyiniz!" Cenâb-ı Hak yeryüzüne yağmur yağdırıyor, bitki bitiriyor, bu bitkilerin çoğu insanların ve canlıların yaşamında kullanılıyor, yeniliyor. Siz bunları yeyiniz.
(Halâlen) "Helal olarak, (tayyiben) temiz olarak." Yani yenilen şeylerin sıfatlarını Allah-u Teàlâ Hazretleri beyan ediyor. İnsanlar yesinler Allah'ın yarattıklarını ama, helâl olanları yesinler. Yâni haramı yemesinler.
Cenâb-ı Hak niçin bazı şeyleri haram kılmıştır?.. Bu çok önemli tabii. Neden Hak Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri bazı şeyleri haram kılmıştır?.. Meselâ içkiyi haram kılmış Allah-u Teàlâ Hazretleri, şiddetle yasaklıyor. Haram, yapılmaması gereken demek. Niye haram kılmış?..
Doktorlar da biliyor, polisler de biliyor, askerler de biliyor, öğretmenler de biliyor, herkes biliyor ki, içki vücuda zararlı. Zararlı olduğu için, tehlikeli olduğundan, İslâm bunu yasaklamış.
Daha başka neyi yasaklamış?.. Hırsızlığı yasaklamış, adam öldürmeyi yasaklamış... İyi ki yasaklamış.
Meselâ eski Yunanlılarda birisi hırsızlık yapar da, çaktırmadan, anlaşılmadan bu işi becerirse, "Aferin!" denilirmiş. Yakalanırsa, yakalandı diye ayıplanırmış. Öteki türlü ayıp sayılmazmış. Yani bu toplumların ahlâk görüşleri farklı.
Başkasının hakkını yemek haram; yetimin malını, dulun malını yemek haram... Gayet güzel!.. Haksız yere, alın teri dökmeden bedavadan, başkasının sırtından geçinmek haram... Ondan dolayı faiz haram... Birisinin emeği var, ötekisinin parası var; o paradan dolayı zahmetsiz, risksiz para kazanıyor. Ticaret olsa, kâr zarar ortak oluyor. Emek ve sermaye ortaklığı câiz...
Zinâ haram... Nesli korumak için, aileyi korumak için, kadınları korumak için, ahlâkı korumak için çok güzel!.. Daha başka İslâm neleri haram kıldıysa, hepsi güzel!.. Yenilecek şeyler de insana zararlı, vücuda zararlı, akla zararlı ise, o zaman haram oluyor.
(Tayyiben) Bir helâl olacak, bir de tayyib olacak. Yâni iyi olacak, hoş olacak, kötü olmayacak.
Yenilecek şeylerin bir kısmı, haddi zatında, mahiyeti itibariyle pistir. Yani pis maddeden oluşmuştur. Onun için, onun yenmesi sağlığa da zararlı olduğundan, pis olduğundan, İslâm onu yasaklamıştır.
Bazen de haddi zatında pis olmasa bile, şeriat nokta-i nazarından necistir. Tertemiz usüllerle hazırlansa bile, yine pis saymıştır İslâm. Meselâ alkol öyledir, içki öyledir. Necistir, insanın üstüne damlasa, yıkamak lâzım gelir. Arabadan şarap fıçısı düşse, yola saçılsa, suları üstüne sıçrasa, o elbiseyi yıkamak lâzım!..
Demek ki, Allah insanlara yeryüzünde rızık olarak yarattığı şeyleri yemesine müsaade ediyor ama, helâl olması, haram olmaması, tayyib olması çok önemli... Gidip de başkasının bahçesinden çok güzel elmayı alırsan, haram olur. Çünkü onun malı, onun emeği...
Köylü tarlasından mahsulü topluyor, çuvallara dolduruyor, kenara koyuyor. Şehre götürecek, satacak, parasını alacak. Bir senelik emeği zavallının... Hırsız geliyor geceleyin, çuvalları alıp gidiyor.
Bizim oralarda alışkın değil millet. Yâni hırsızlık yok, kapılara kilit vurulmaz, çuvallar dışarıda durur. Açıkgöz geliyor, çuvalları alıyor, götürüyor, satıyor. Bir çuval artık ne kadar paraysa... Ciğeri parçalanıyor, yüreği parçalanıyor adamcağızın... Zâten fakir köylü, mahsülü de çalınmış oluyor.
Yâni hırsızlama olduğundan, çalma olduğundan temiz de olsa, güzel de olsa haram oluyor.
b. Şeytanın Adımları
Bir de Cenâb-ı Hak, "Pis olan şeyleri yemeyin!" diyor. "Helâllerden yeyin, hoş olan şeylerden yeyin!" diyor. (Ve lâ tettebiù hutuvâtiş-şeytàn) "Şeytanın hatvelerine, adımlarına ayak uydurup, peşinden gitmeyin!" buyuruyor.
Şimdi bunun açıklamasını yapacağım ama, bu arada bir hadis-i şerifi nakletmek istiyorum Sahîh-i Müslim'den. Allah'u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:
(Yekùlüllàhu teàlâ: İnne külle mâlin menahtühü ibadî fehüve lehüm halâlün) "Ben kullarıma verdiğim her mal, koyun, vs... helâldir. (Ve innî halaktü ibâdî hunefâe) Ben kullarımı hakka itaatli, haram yemeyen, hayra meyilli, hanif kimseler olarak yarattım. (Fecaethümüş-şeyâtînü) Şeytanlar onlara geldiler, (fectâlethüm an dinîhim) dinlerinden kandırıp çevirdiler. (Ve harramet aleyhim mâ ahleltü lehüm) Benim onlara helal kıldığım şeyleri, onlar haramlaştırdılar."
(Ve lâ tettebiù hutuvâtiş-şeytàn) "Şeytanın peşine takılıp ona itaat etmeyin, onun izinden gitmeyin! Onun attığı adımların izine basa basa gitmeyin!" diye buyuruyor. Şeytanlar demek ki, kandırmışlar insanları. Onlara kanmamalarını Cenâb-ı Hak Teàlâ emrediyor.
Şimdi okuyoruz, başka ayet-i kerimelerde de ileride gelecek. Araplar kendi kendilerine bazı hayvanları, helâl hayvanları haramlaştırmışlar. Meselâ: Bahîra ismini verdikleri, vasîle ismini verdikleri, sâibe ismini verdikleri bazı hayvanları, bunları yemek haramdır demişler kendi aralarında... Cahiliye devrinin adeti.
Bakıyoruz lügata, bahîra ne demek; üç defa peş peşe veya şu kadar defa peşpeşe dişi yavru doğuran deve demekmiş. Onlar her deveye, her nesline, her kuşağına ayrı isimler veriyorlar. Dillerinin kuralı bu.
Peş peşe hep dişi doğurmuşsa, "Aferin bu hayvana!" deyip salıveriyorlar. Sütünü sağmıyorlar. Hayvan azadlık kazanıyor. Bunun etini yemek haram diyorlar. Aslında yenmesi helâl olduğu halde, böyle bir adeti kim çıkarmışsa, haramdır diye etini yemiyorlar.
Sonra aynı şekilde sâibe; on defa peşpeşe yavru veren hayvan demek... Vasîle; peşpeşe yine bu kadar yavrusu olan hayvan. Onun da eti yenmez.
Onu yasaklamışlar, bunu yasaklamışlar. Sonra, "Erkekler şuraları yiyebilir, kadınlar şuraları yiyebilir. Erkeklerin yediği şu kısımları kadınlar yiyemez." gibi bir takım saçma sapan kurallar koymuşlar. Onlar kastedilmiş olabilir.
Yani bu ayeti kerimede de, (Ve lâ tettebiù hutuvâtiş-şeytàn) buyruluyor. Hatve, adım atmak demek. Hutve de, atılan adım demek. Hutuvât da, hutveler demek, yani adımlar mânâsına geliyor. "Şeytanın adımlarına tabi olmayın!"dan maksat da, "Şeytanın peşinden gitmeyin!" demek.
Şimdi bu şeytan, bir de insanları doğrudan doğruya çok büyük günah işletmeye kandıramazsa, kademe kademe kandırıyor. Kademeler mânâsına da gelebilir. Bu hususta da bir hadis-i şerif okuyacağım:
Abdullah ibn-i Mes'ud RA Hazretleri'ne tuz ve deve memesi yağı getirilmiş. Lügata baktım kelime bu mânâya geliyor. Buradaki arkadaşlar bana sordu: "Meme yağı yeniliyor mu Türkiye'de?" dediler. Yenilir. Yağdan daha yumuşak olur. Tabii Arabistan mahrumiyet bölgesi, hayvanın hiçbir yerini ziyan etmemeye çalışırlar.
Abdullah ibn-i Mes'ud da, Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilen, fıkhı çok iyi bilen bir sahabi, RA... Allah şefaatine erdirsin... Ona ikram olarak getirilmiş. Yağ ama, devenin meme yağı... Tuz getirilmiş. (Feceale ye'külü) Yemeğe başlamış. Karnı aç, yağına ekmeği batırmış, yemeğe başlamış. Afiyet olsun, ikram edenden Allah razı olsun...
O zaman adamın birisi kalkmış oradan ve gitmeğe girişmiş. Abdullah ibn-i Mes'ud da demiş ki: (Nâvelû sàhibüküm) "Yetişin, arkadaşınıza yemek verin!" Yâni o da yesin istemiş. O adam da demiş ki: (Lâ ürîdü) "Ben yemek istemiyorum!"
Bunun üzerine, Abdullah ibn-i Mes'ud sormuş: (E sàimü ente?) "Sen oruçlu musun?.." demiş. (Kàle: Lâ!) Adam, "Hayır!" demiş. (Kàle: Femâ şe'nüke?) "O zaman derdin ne, niye yemiyorsun?" demiş.
(Kàle: Harramtü en âkile dır'an ebedâ) "Ben ömür boyu deve memesi yağı yememeği kararlaştırdım, kendime bunu haram kıldım." demiş.
(Kàle: Hâzâ min hutuvâtiş-şeytàn) O zaman Abdullah ibn-i Mes'ùd RA: "Bu şeytanın kademe kademe insanı aldatmasıdır." demiş.
Şeytan böyle yasak olmayan şeye bir yasak koyar, daha sonra bir yasak daha koyar, bir yasak daha koyar. Onu yeme, bunu yeme en sonunda ne yapar? Çıldırır. Herkes sofraya oturur. Onlar yemeği yerken o bunu yemez, onu yemez...
Ben arkadaşlardan duydum Almanya'da, salamura zeytin yemiyor birileri...
--Niye yemiyorsun salamura zeytini?.. Zeytin mübarek bir ağaç, meyvası da makbul. Salamura da tuzlu suyun içine zeytin konularak yapılıyor.
Niye yemiyorlarmış?..
--Belki salamura suyunun içine ya bir böcek, ya bir hayvan düştüyse...
O zaman su da içme! Suyun içine belki bir şey düşmüştür. Böyle ihtimal üzerine hareket edilmez.
Birilerini duydum beyaz peynir yemiyorlarmış. Neden yemiyorsun? Peygamber Efendimiz yemiş.
.......
Birisi demiş, "Ben evlenmeyeceğim!" Evlenmek Peygamber Efendimiz'in sünneti. Hiç kimse evlenmezse, en sonuncusu da öldükten sonra yeryüzünde insan kalmaz. Mantık bozuk, yapılmak istenen şey yanlış.
Birisi de, "Ben kendimi hadım edeceğim, bütün belâlardan kurtulacağım!" demiş. O da doğru değil. Cenâb-ı Hak eş eş olarak yaratmış. Damat beyler, gelin hanımlar var, düğün var, dernek var; nesiller devam ediyor. Allah'ın kanunu böyle. Kuzular böyle, kuşlar böyle, koyunlar böyle, bütün mahlukatın nesillerinin gelişmesi böyle.
Misâllerden şunu anlatmak istiyorum: İnsanlar kendileri şeytana uyarak yeni kurallar koyuyorlarsa, Allah'ın helal kıldığı şeyi, haramlaştırmak, daireyi daraltmak istiyorlarsa, bu şeytanın kademe kademe insanı kandırmasıdır. En sonunda da bazıları diyecek ki, "Biz bu kadar sıkıntıya gelemeyiz!" Bu sefer Allah' bir başka türlü inkar edecekler. Şeytanın kandırması tahakkuk etmiş olacak.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, her şeyimizi sünnet-i seniyyeye uygun bir şekilde yapacağız. Peygamber Efendimiz nasıl yapmış?.. Peygamber Efendimiz Kur'an'ı en iyi bilen, Allah'ı en iyi bilen, doğru olarak yapılması gereken şeyi en iyi bilen insan. Onun yolunda yürüyeceğiz.
Uyuduysa, geceleri belirli saatlerde uyuyacağız. Evlendiyse, biz de çoluk çocuğumuzu evlendireceğiz. Oruç tuttuysa, oruç tut dediği zamanlar oruç tutacağız. En sağlam yol Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun olan yoldur.
O halde demek ki, insanlar şeytanın kademe kademe aldatmalarına, adım adım peşinden gidip takılmayacaklar. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin, yeryüzünde yarattığı rızıkları helâl olarak, tayyib olarak; temiz iyi olanlarını kemal-i afiyetle yiyecekler, Cenâb-ı Hakk'a şükredecekler.
Afrika'da görüyoruz; yağmur yağmıyor, bitki bitmiyor, hayvanlar ölüyor, insanlar ölüyor. Bir şeyin Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar büyük bir nimeti olduğunu, insan yokluğunda iyi anlar. Hiç bilmediği, takdir etmediği bir şeyin, ne kadar büyük bir nimet olduğunu, elinden kaçırınca anlar.
Meselâ yatıyorsun, uyuyorsun; yatar yatmaz uyuyorsun. Ondan sonra da sabah namazına kalkıyorsun.
--E ne oldu? Yattım, işte kalktım.
Ama yatmak, uyumak bir nimet!.. Bazı insanlar var yatıyor; saatlerce yatağın içinde o tarafa, bu tarafa dönüyor, uyuyamıyor. Uyuyamamak bir gerilim meydana getiriyor, hasta oluyor. Sabahleyin sinirli, başı ağrır vaziyette... Demek ki uyumak bir nimetmiş.
İnsanın burnu bir nezle oluyor. Ah... Demek ki nezle olmayan hali, burnunun akmaması hali, dengeli durumu bir nimetmiş.
Ciğeri bir bronşit oluyor, öksüre öksüre ciğeri sökülecek gibi oluyor. Demek ki, öksürüksüzlük bir nimetmiş. Yoklukta anlıyor insan sağlığının kıymetini... Veyahut bir şeyin, var olan bir şeyin kıymetini, o gittiği zaman anlıyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın verdiklerine şükredeceğiz. Helâlinden, hoşundan seçerek, Allah'ın helâl rızıklarını yiyerek, şer'an ve aklen, tabiaten helâl olan, temiz olan şeyleri yiyeceğiz; serbest... Şeytanın aldatmalarına tâbî olup da helâlleri haram sayarak, yanlış hükümler koyarak, dini rayından çıkartmayacağız.
(İnnehû leküm adüvvün) "Hiç şüphesiz ki o şeytan, siz insanlar için bir düşmandır." Ama nasıl bir düşman?.. (Mübîn) "Kendisini gösteren, belli eden, apaçık bir düşmandır."
Mübîn, ebâne-yübînü-ibâneten; gösteren demek. Şeytan aslında görünmez bir varlık. İnsanın damarlarında dolaşıyor, kandırıyor, kalbine vesvese veriyor, aklını çeliyor ama, görünmüyor. Görünmediği halde, niye mübîn diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimede?..
Çünkü akıllı insan, dikkatli insan, basîretli insan, şeytanın böyle kurnazca nasıl aleyhte çalıştığını, insanları nasıl kandırıdığını anlar. Onun için, mübîn kelimesi ile belirtiyor. Yâni aklı olan dikkat ederse, gün gibi aşikâr olarak onun düşman olduğunu görür, insanları yanlış yola sürüklediğini anlar demek.
Burada mübîn kelimesinin kullanılması ilginç... Demek ki, şeytanın düşman olduğunu görebilmemiz lâzım! Göremiyorsak, o zaman kusur bizde, bizim gözümüzde, basiretimizde... Basireti bağlanmış ki adamın, şeytanın düşman olduğunu göremiyor, şeytana kul oluyor. Şeytanın emrini tutuyor, şeytanın kandırmalarına kanıyor. Demek ki kör, mânevî bakımdan kör...
Evet, dünya gözü görüyor. Fıldır fıldır dönüyor gözü dört bir tarafa... Açıkgöz de diyoruz hatta bazısına. Ama şeytanın düşman olduğunu göremiyorsa, demek ki mânevî bakımdan kör.
c. Şeytan Sadece Kötülüğü Emreder
(İnnemâ ye'müruküm bis-sûi vel-fahşâi ve en tekùlû alellàhi mâ lâ ta'lemûn.) (Bakara: 169)
(İnnemâ) Tahsis edatıdır, bir şeye hudut çizmek için gelir. "Başka bir şey için değil, sadece şu için" mânâsına bir kelime bu.
(İnnemâ ye'müruküm bis-sûi) "Şeytan size sadece kötülüğü emreder." Yani başka bir şey yapmaz. İşi iyilik değildir, sadece kötülüktür. Emera-ye'müru fiili bi harf-i ceriyle, bi edatıyla kullanılıyor. Yâni (ye'mürukümus-sûe) denmiyor, (ye'müruküm bis-sûi) deniyor. Tam tercüme edecek olursak, "Size kötülükle emreder. Yâni kötülükle hareket etmenizi tavsiye eder." buyruluyor.
Bi, ile manasına geliyor ama, burada fiilin bu edatla kullanıldığını bileceğiz, tercümeyi öyle dolaştırmayacağız. "Şeytan size sadece ve sadece kötülüğü emreder, iyi bir şey öğretmez. Sizi Allah'ın rızasından ayırmaya çalışır."
(Vel-fahşâi) "Kötülüğü emreder; bir de fuhşiyatı emreder." Fahşâ kelimesi ehhaş kelimesinin müennesidir Arapçada. Yani kötü şey, habîse olan, pis olan şey demek. Ama kötünün de derece itibariyle daha şiddetlisi mânâsına gelir fahşâ kelimesi.
Bunu çeşitli özel anlamlarda da kullanıldığı var. Meselâ, zinâ manasına da kullanılır fahşâ kelimesi. Sonra isyanlar, maàsî, günahlar mânâsına; söz olarak, icraat olarak kötü olan şeylere de kulanılır. Günahlar mânâsına da kulanılır, cimrilik mânâsına da gelir.
İbn-i Abbas RA şöyle izah eylemiş: (Essûu mâ lâ hadde fîhî) "Sû', işlendiği zaman şeriatın ağır cezâ vermediği kötü şeylerdir. Fahşâ da, şeriatın bir şer'î had uyguladığı daha şiddetli suça derler." Meselâ; adam sarhoş geziyorsa, meydanda şu kadar deynek vurulacak kendisine. Veyahut namuslu bir kadına iftirada bulunmuşsa, şu kadar vurulacak... Hà, demek ki bu fahşâ.
"Şer'i had uygulanan, şiddetli kötülüğe fahşâ denir. Şer'i had uygulanmayan kötülüğe sû' denir." diye, şiddet bakımından farklı olduğunu İbn-i Abbas RA böyle açıklamış.
Şeytan işte böyle insana hem böyle hafif kötülükleri emreder. Hem de böyle iyice Allah'ın sevmediği, cezayı gerektiren, şer'i uygulamayı gerektiren işleri yaptırtır. Böylece insanı günaha sokar. Sadece bu işi yapar.
(Ve en tekùlü alellàhi mâ lâ ta'lemûn) "Ve Allah'a bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder şeytan."
--Allah'a bilmediğiniz şeyleri söylemek ne demek?
Allah hakkında, veya Allah'a isnad ederek; Allah şöyledir, böyledir gibi akidenin kabul etmeyeceği şeyler söyler. İslâm inancında Allah'ın sıfatları, kelam kitaplarında belirtilmiştir. Ona uymayan abuk sabuk sıfatlar isnad ederek; put yapar, "İşte sizin tanrınız budur, buna tapın!" der.
--Bu elle yapılmış bir şey, buna tapınılır mı?
"İşte bu Allah'a şefaatçinizdir!" der, şöyledir der, böyledir der. Terbiyesizin, edepsizin, şeytanın birisi çıkıp, böyle kandıracak bir şey söyler. Bu mânâya...
Veyahut Allah namına, Allah adına: "Allah bunu haram kılmıştır, bunu yapmak günahtır. Bunu yapmayın! Şöyle olmayacak, böyle olmayacak!" diye dini bakımdan ahkam ortaya koyar. Bu da Allah'a yalan isnad etmektir. Allah'ın söylemediği şeyleri, Allah söyledi diye ortaya koymaktır. Bu ikisi de tabii son derece kötü şeylerdir. İkisi de insana çok zararlar verir.
Şeytan insanları kandırır. Kötü işleri yaptırır ve bazı yalan yanlış şeyleri de, "İşte bunu yaparsanız, Allah size çok mükafat verir." falan diye, o şekilde kandırır.
Bakıyorsunuz dünya üzerindeki insanlara, onların dini inançlarına ve uygulamalarına, maalesef, hakîkaten neler yapıyorlar. Televizyonda ben geçen gün de seyrettim. Burada eski bir adada, ilkel bir adada buranın ahalisinin dînî merasimlerini çekmişler. Ben de televizyonda seyrettim. Abuk sabuk şeyler! Tütsüler, otlar, hayvanın ayağını bağlayıp şöyle yapmak, böyle yapmak fiân... Baktım, iğrendim yâni.
Şeytan böyle bir takım şeyleri dînî merasim diye ortaya çıkarttırıp, insanlara da onları icrâ ettirip kandırtır; Allah'ın kahrına gazabına uğratır."
Allah'u Teàlâ Hazretleri, şeytanın peşinden gitmemeyi bu ayet-i kerimelerde bize emrediyor. Şeytanın bizim için gerçek bir düşman olduğunu, basiret gözüyle görülebilecek âşikâr bir düşman olduğunu belirtiyor. Ve onun daima kötü şeyler emrettiğini ve bilmediğiniz, aklınızın ermediği, aklınız ve salâhiyyetiniz olmayan konularda ileri geri konuşmaya sizi sevkettiğini bildiriyor. "Sakın öyle şeyler yapmayın!" diye bildirmiş oluyor, bu ayet-i kerimelerde.
Ondan sonraki iki ayet-i kerime de birbirleriyle ilgili.
d. Atalarının Yolunun Yanlışlığı
(Ve izâ kîle lehümüttebiù mâ enzelallàhu kàlû bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e velev kâne abâehüm lâ ya'kılûne şey'en ve lâ yehtedûn.) 170. ayet-i kerime bu. Bunu okuyalım! Bundan sonraki ayet-i kerimeyi de okuruz, ondan sonra sohbetimizi tamamlarız.
(Ve izâ kîle lehüm) "Bu şeytana uyan müşriklere, kâfirlere denildiği zaman, (ittebiù mâ enzelallàh) 'Allah'ın size indirdiği Kur'an ayetlerine, dinin ahkâmına ittiba ediniz!' diye tavsiye buyrulduğu zaman, onlar iyiliğe çağırıldığı zaman, (kàlû) derler ki: (Bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ) 'Hayır öyle yapmayız, senin dediğini yapmayız! Bilakis biz babalarımız ne yapıyorsa öyle yaparız.' derler."
Müşriklere, İslâm'a gelme teklif edildiği zaman onlar öyle demişler: "Hayır, biz babalarımızın, atalarımızın dinini senin sözün üzerine terketmeyiz!" demişler, bâtılda ısrar etmişler. Onun için, müşrikler hakkında inmiştir deniliyor.
Bir de, "Yahudiler hakkında inmiştir." deniliyor. Onlara, "Bakın müslüman olun! Mûsâ'yı gönderen Allah, Benî İsrâil peygamberlerini gönderen Allah, ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafa'yı göndermiştir; ona tabi olun!" dedikleri zaman; Peygamber Efendimiz dediği zaman ve Peygamber Efendimiz'in ashabı söylediği zaman, nasihat ettiği zaman, onları İslâm'a çağırdığı zaman, onlar ne demişler?
"--Hayır, biz öyle yapmayız. (Bel nettebiu mâ elfeyna aleyhi abâenâ) Bil'akis babalarımızın yoluna ittibâ ederiz. Yâni, biz dünyaya gözümüzü açtığımız, kendimizi bildiğimiz zaman, babalarımızı hangi hal üzere bulduysak, ne yapıyor görmüşsek, hangi ibadeti yapıyor görmüşsek, işte biz ona tâbîyiz. Babalarımızın yolundan, örfünden, adetinden, dininden ayrılmayız!" dediler.
Hem yahudiler demiş bunu, hem de müşrikler dediler. Eski peygamberlere de dediler. Ne zaman bir kavme peygamber geldiyse, o kavim kendi bâtıl inancını uygulamakta ısrar etti. "Dedelerimizin yolunu bırakmayız! dediler. Taassub gösterdiler, eskiye bağlılık gösterdiler. Yâni bir bakıma geriye saplandılar, gericilik yaptılar.
Ama iman ilericiliktir, doğruyu tavsiye ediyor. Doğruya uyum sağlıyamadılar kendileri. Bunlar hakkında Allah-u Telala Hazretleri buyuruyor ki:
(E velev kâne âbâehüm la ya'kılûne şey'en ve lâ yehtedûn.) "Bunlar bunu söylüyor ama, eğer babaları, dedeleri akledemeyen, doğru düşünemeyen veya doğru yolda yürümeyip sapıtmış olan, hidayet üzerinde olmayan kimseler olsa da mı, bu ısrarlarında devam edecekler?" diye, soru tarzında onların yaptığının yanlış olduğunu beyan buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Yani denmiş oluyor ki: "Siz babalarınıza tabi oluyoruz diyorsunuz ama, bakın babalarınız doğruyu bulamamışlar, doğruyu yapamamışlar." Taşları yontmuşlar, heykeller yapmışlar karşısında tapınıyorlar. Yalan yanlış inançlar ortaya koymuşlar, "Şu hayvanın eti yenmez, bu hayvanın eti yenmez!" gibi --geçmiş ayetlerden misaller alacak olursak-- kendi kendilerine yasaklar çıkartmışlar. Halbuki yenilebilir. İnsanoğlu ihtiyacı oldu mu yenir, ne diye yenmesin. Şu deve yenilirken, bu deve niye yenilmesin. Kendilerinin uydurdukları şeyler.
"Babaları doğruyu akledememiş olsalar, akledemeyecek kimseler olsalar, hidayet yolunda yürüyemeyecek kimseler olsalar da mı, onlar yine bu inatlarında böyle devam edecekler?" buyruluyor.
Demek ki, insanoğluna yakışan Cenâb-ı Hakk'a itaat etmek, Cenâb-ı Hakk'ın hitabına kulak vermek; eskinin yanlışını, yanlışlığını anladığı zaman, eskiyi, yanlışı bırakmaktır. Geriye dönük, kör taassub göstermemektir.
Gelen yeninin, doğrunun doğruluğunu anlayıp, ona tâbî olmak lâzım! Babalarının yolunda inatla, keçi gibi inat edip yürümemek lazım! Yürürlerse tabii, o zaman kâfir kalmış olurlar, müşrik kalmış olurlar. Yanlış yolda, dalâlette kalmış olurlar, karanlıkta kalmış olurlar, yanlış yolda giderler. Yanlış yolun sonu da, felâkettir. Hem dünyada, hem ahirette insan hüsrana uğrar.
e. Peygamberi Dinlemeyenlerin Misâli
(Ve meselüllezîne keferû kemeselillezî yen'iku bimâ lâ yesmeu illâ duàen ve nidâen summün bükmün umyün fehüm lâ ya'kılûn.) (Bakara: 171)
Allah-u Teàlâ Hazretleri peygamber göndermiş, Arab'ın, Acem'in efsahı, yâni en fesâhatli konuşanı. Ayet-i kerimeleri indirmiş ki, her ayet-i kerime bir mûcize, bir mucize-i bâhire, bir gerçeği anlatıyor. En mantıklı şeyleri ileri sürüyor, en doğru sözleri ifade ediyor. Kâfirler yine inat ediyorlar, yanlışları bırakmıyorlar. Onların misâli neye benzer?
(Ve meselüllezîne keferû kemeselillezî) "Kâfir olanların, küfürde ısrar edenlerin, kâfir kalanların durumu o kimseye benzer ki... (Yen'iku bimâ lâ yesmeu) İşitmeyen kimseye bağıran çobana benzer. (İllâ duàen) Ancak çağırma, (ve nidàen) seslenme olarak duyan koyunların durumuna benzer. (Summün) Sağırdırlar, sözleri duymazlar. (Bükmün) Dilsizdirler. (Umyün) A'mâdırlar, yâni kördürler, görmezler. (Fehüm lâ ya'kılûn) Ve gerçekleri doğruca düşünüp de, akledip de hakîkate teslim olmazlar."
Neaka; çobanın sürüye seslenmesi, bağrıp, çağırması mânâsına geliyor. Kışalamak, kovalamak, bağırmak mânâsına geliyor. O zaman benzetmede bağıran çoban, seslenen çoban, sürüye bir şeyler yaptırmaya çalışan çoban Peygamber Efendimiz. İnsanları iyi yöne sevketmek istiyor, gerçeği göstermek istiyor. Sesleniyor ama; (bimâ lâ yesmeu) karşısındaki koyunlar işitmiyorlar, anlamıyorlar; (illâ duàen ve nidâen) ancak bir bağırtı, çağırtı, bir seslenme duyuyorlar. Söylenen sözlerin mâhiyetini anlamıyorlar, koyun gibi, ancak bağırtı duyuyorlar. Çobanın muradını, merâmını anlamayan sürüler gibidir, hayvanlar gibidir, develer veya koyunlar gibidir.
Bir rivayete göre de şöyle izah ediliyor: "Bu kâfirler kendilerinin seslerini duyamayan, dualarını duyamayan putlara sesleniyorlar ama, bir faydası yok!"
Ama birinci mânâ daha kuvvetlidir diye bildiriliyor. Yâni bu dâvete icabet etmeyen, İslâm'a girmeyen kişiler, hayvanlara benzerler. Çobanlarının muradını anlamayan, ona itaat etmeyen sürülerin hayvanlarına benzetilmiş oluyorlar.
Arkasından da (summün) buyuruyor; esam kelimesinin çoğuludur, sağır demek. Bükmün, ebkem kelimesinin çoğuludur; dilsiz demek. Umyun kelimesi, a'ma kelimesinin çoğuludur; körler demek. "Bu kâfirler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve akletmezler."
Allah-u Teàlâ Hazretleri bütün insanlığa, bütün Beni Adem'e, --hepsi Adem AS'dan kardeşlerimizdir-- hepsine akıl versin... Kâfirlerden olmasınlar... Gerçekleri görsünler, mantıklı, bilimsel olarak doğruları anlasınlar. Yanlışlığı gün gibi âşikâr olan hatalı işleri yapmayı bıraksınlar. Şeytanın aldatmalarından yakalarını kurtarsınlar, Rahman'a itaat etsinler. Şeytanın sözlerine değil, kendilerini cennete çağıran peygamberlerin davetine icabet etsinler.
Tabii bu gerçekleri anlatmak da, bize bir vazife oluyor, sevgili izleyiciler ve dinleyiciler.
.............
Sonra daha başka misâller söyleyebilirim: Amerikalı bir şahıs, Almanya'ya gittiği zaman, arkadaşlarıyla bir kitapçıya gitmiş. Çeşitli kitaplar almış. Kitapların arasında İngilizce bir Kur'an-ı Kerim meali varmış, onu da almış. Sonra Amerika'ya dönünce, aldığı kitapları incelerken, Kur'an-ı Kerim'i açmış, okumağa başlamış. Sonunda müslüman olmağa karar vermiş, müslüman olmuş.
İnsanlara Kur'an'ı okutsak, okuma fırsatı sağlasak, onlar da bu gerçekleri duyunca, hakkı kabul edecekler. Duymadıkları için, bilmedikleri için İslâm'dan uzak kalıyorlar.
Şimdi burada (Avustralya'da) çalışmalarımız, gezilerimiz sırasında yollarda, motorlu araç sahiplerinin kaldığı, içki vs. olmayan motellerde kalıyoruz. Oralarda bakıyorsunuz her şey var masa var, sandalye var, koltuklar var. Banyo var, tuvalet var, lavabo var... Mutlaka odanızda bir Kitâb-ı Mukaddes var. Ya hükümet koyduruyor, ya da kilise teşkilatlar çalışıyor, getirip koyduruyorlar.
.................
Ama Suudi Arabistan'a gidiyoruz, hacca umreye gidiyoruz. Kur'an-ı Kerim istiyorsunuz, seccade istiyorsunuz, orda bile bulamıyorsunuz.
Demek ki İslâm'ı, Kur'an'ı öğretmek için çalışmalar yapmamız lâzım! İslâmın hak din olduğunu anlatmamız lâzım! İnsanları İslâm'a çağırmamız lâzım!
Bir şehirden bir şehire gidiyorduk, bir parkta durduk. Çimenlerin üzerinde namazımızı kılarken, geniş kenarlı şapkalı bir adam geldi yanımıza oturdu. Bizi hristiyanlığa çağırdı. Biz orda namaz kılıyoruz; geldi, bizi hristiyanlığa çağırdı!
Tabii biz bu kişinin cevabını verebilecek insanlarız. Ama çocukları çağırıyorlar, kadınları çağırıyorlar, evlere geliyorlar.
O halde biz de İkibin Tevhid Yılı'nda, İkibin yılıyla başlayan 21. Tevhid Yüzyılı'nda ve İkibin yılıyla başlayan üçüncü bin yılda, İslâm'ın güzelliğini anlatacak çalışmalar yapacağız.
Siz de neler yapabiliriz diye düşünün! Mesleğinizde mi yardımcı olacaksınız, parasal destek mi sağlayacaksınız; sağlayın!
Bakın Afrika'ya, fakir ülkelere gidiyorlar. Onlara yiyecek, içecek götürüyorlar. O çocukları alıyorlar. Açlıktan, susuzluktan ölmesin diye, annesi babası severek veriyor. Onları kendi okullarında hristiyan olarak yetiştirip, hayata sevkediyorlar.
Onlar böyle çalışıyor. Biz İslâm ülkelerine yardımı dahi götüremiyoruz. Kendi çocuklarımız bile müslüman olarak, hak yolda olarak, İslâm'a uygun olarak yetiştiremiyoruz. Çocuklar kayboluyor, zâyî oluyor.
Olanca gayreti gösterelim, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah cümlenize gayret, kuvvet versin... Sevdiği, razı olduğu güzel çalışmaları yapmayı nasîb etsin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
06. 06. 2000 - AVUSTRALYA