Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

ALLAH'I ZİKRETMENİN ÖNEMİ

Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Güzel bir beldede günlerimiz geçiyor. Peygamber Efendimiz'in mescidinde kılınan bir namaz, başka yerde kılınan namazlardan bin kat daha sevaplıdır, Mekke'deki Mescid-i Harâm hariç; orada yüzbindir çünkü.

a. Allah'ı Zikretmenin Mükâfâtı

İki gündür Osman kardeşimize aşr-ı şerif okumasını teklif edince, hep zikrullahla ilgili ayetlerden okudu. O bakımdan, önce biraz zikrullah hakkında mâlumat tazelemek istiyorum.

Dünkü okuyuşunda:

Ahzab: 42-41(Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullàhe zikran kesîrâ.) diye okudu. "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikir ile zikreyleyiniz, çok fazla zikir ile zikrediniz. (Ve sebbihhu bükraten ve esîlâ.) sabahleyin, akşamleyin Allah'ı tesbih eyleyiniz, onu tesbih eyleyiniz."

Bugünkünde de:

Bakara:152 (Fezkürûnî ezkürküm veşkürûlî ve lâ tekfurûn) Bu ayet-i kerime, daha öncesindeki ayet-i kerimeye fe ile bağlıdır aslında. Yâni Cenâb-ı Hak fazl-u kereminden, alemlere rahmet olarak peygamber göndermiş. Peygamber Efendimiz'in sıfatlarından birisi de Rahmetullah'tır, Allah'ın rahmetidir. Rahmeten lil-àlemîn'dir, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. "Ben size böyle cennet yolunu gösteren, bilmediğiniz mânevî bilgileri öğreten bir peygamber gönderdiğim gibi; (fezkürûnî) binâen aleyh siz de beni zikrediniz. Öyle yaparsanız, (fezkürküm) ben de sizi zikrederim. (Veşkürû lî) Bana şükrediniz, (ve lâ tekfurûn) küfrân-ı nîmette bulunmayınız." ayet-i kerimesini ve devamını okudu.

Allah'ı zikretmek çok önemli bir ibadettir ve bu zikrullah sözü çok geniş kapsamlıdır. Yâni anlamının kapladığı alan çok geniş olan bir sözdür. Bir kere, ilk hatırımıza gelen, "Allah Allah..." demek, "Lâ ilâhe illallàh, lâ ilâhe illallàh..." demek, "Subhànallah, Allah-u ekber..." demek, salât ü selâm getirmek, "Hasbünallàh" demek... Bunlar zikrullahtır, tamam. Mübarek kelimeleri, esmâ-i hüsnâyı zikretmek, dinin ana inançlarını kısa kelimelerle özlü olarak ifade eden sözleri söylemek zikirdir. "Lâ ilâhe illallah, Hasbünallah, Allàhu ekber, Sübhànallah, Elhamdü lillâh, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh..." veya "Yâ Lâtîf, yâ Hak, yâ Mevlâ, yâ Rabb!.." gibi şeyler. Bir zikir budur.

Başka?.. Kur'an-ı Kerim zikirdir. Zâten Kur'an-ı Kerim'in çeşitli isimleri var, isimlerinden bir tanesi de zikirdir.

Hicr: 9 (İnnâ nahnü nezzelnez-zikra ve innâ lehû lehàfizin.) [Zikri (Kur'an'ı) kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.] Demek ki insan Kur'an okuduğu zaman zikretmiş oluyor. Tavsiye ederiz, burada bulunmanız, ikàmetiniz esnâsında Harem-i Şerif'te inşaallah Kur'an'ı çok okuyun ve mümkünse, tamamlayabilirseniz bir hatim tamamlayın! Çünkü Kur'an okumak da zikirdir, hem de en güzel zikir yolundan birisidir. Aynı zamanda bilgilenmiş de oluyor insan. Dininin inceliklerini öğrenmiş oluyor.

Namaz kılmak da zikirdir. Namazın da bir adı o bakımdan zikir diye geçiyor.

Ankebut: 45 (Ve lezikrullàhi ekber) [Allah'ı anmak, elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.] Ayet-i kerimesinde kasdedilen namazdır. Çünkü hem söz olarak Subhànallàh, Allàhu ekber, Lâ ilâhe illallah sözleri geçiyor namazda, hem Kur'an geçiyor. Binâen aleyh, iç içe zikirler var. Yâni böyle sakal-ı şerifin çeşitli örtülere sarıldığı gibi, zikir içinde zikir, zikir içinde zikir var.

Ulûm-u dîniyye zikirdir. Yâni insanın dinini öğretmek için konuşulan bütün sözler zikirdir. İsterse içinde Allah sözü, Rasûlüllah sözü geçmesin. Meselâ miras hukuku: Vefat ettiği zaman, annesinden kız ne kadar miras alacak, oğlan ne kadar miras alacak, koca ne kadar miras alacak?.. Bu bir hesap meselesi. Bir de maddiyat meselesi, para, malın, paranın, emlâkin bölünmesi meselesi. Tamam, bunun öğretilmesi. İlm-i ferâiz deniliyor buna. O da zikirdir. İçinde isterse o esnâda "Lâ ilâhe illallah", "Allah" veya "Rasûlüllah" sözü geçmesin... Konuşulan sözün o fıkrasında o sözcükler geçmese bile, gene zikirdir. Çünkü sonuç itibariyle Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin emirleri öğreniliyor. Buyruğu neymiş, yasakları neymiş; o öğreniliyor. Dinî ilimlerin hepsi, onlarla meşgul olmak zikirdir. Bir insan otursa hocasıyla, sabah namazından sonra öğlene kadar okusa, ferâiz ilmini okusa, o kadar vaktini zikirle geçirmiş olur.

Binâen aleyh, ilim öğrenmeye de çok dikkat edin! Hele gençken insanın öğrendiği bilgiler, hatırında çok iyi kalıyor. Çocukların gençlik çağı geçmeden, onlara ilim öğretin! Ne kadar çok öğretirseniz, ne kadar tatlı bir şeklide meşgul ederseniz, o kadar iyi olur. Tatlı bir şekilde diyorum, yâni tatsız tarzda olmasın, kabak tadı vermesin, tadı kaçmasın, tatlı bir şekilde sevdirerek demek istiyorum. İlimle uğraşmak zikirdir.

Bir de zikir konusunda benim size ikaz olarak söyleyeceğim işin en mühim tarafı: Bir insan eğer Allah'a itaat ediyor ise, mutî ise, Allah'ın istediği, emrettiği tarzda işlerini yapıyorsa, o anda Allah'ı zikrediyor demektir. Çünkü o anda Allah'ın rızası doğrultusunda bulunuyor. Allah'ı zikrediyor demektir. Eğer tesbih çekmesi, dilinden o sözlerin geçmesi, öteki zikirlerin geçmesi az bile olsa, Allah'ı zikrediyor demektir; bir.

Eğer Allah'a isyan yolundaysa, rızasına aykırı işler yapmakla meşgulse... Diyelim ki kahvehanede birileri kumar oynuyor. O da sandalyeyi çekmiş, kumar oynayanların seyirlerine bakıyor, seyrediyor. "Ay şu, şu kartı attı. Ötekisi şöyle yaptı..." Bu ne?.. Günaha bakıyor, günahla meşgul... Yahut kahvede oyun oynuyor vs. Ha, isterse o esnada elinde tesbih, dilinde zikir olsa bile, Allah'ı zikretmiyor demektir.

Binâen aleyh zikir, Allah'a itaat şartıyladır. Bunu da hiç unutmayalım! Televizyon seyrediyor, günahlı bir halde, günahlı bir yolda... O zaman zikretmiyor demektir. Artık misalleri siz beyninizden buluverin. O anda insanın yaptığı iş günahlıysa; elinde tesbih, dilinde kıpırtı olsa bile, zikretmiyor demektir. Çünkü o andaki hâli Allah'ın rızasına uygun değil.

Burda tabii iki seferde de bu zikir ayetlerinin gelmesi mânîdardır. Vaktimizi zikirle geçirelim, boş geçirmeyelim diye bir mânêvî işarettir hepimiz için. Çünkü burada yapılan ibadetlerin sevabı çoktur. Vakti boşuna geçirmemesi lâzım insanın, her yerde vazifesi ama, özellikle burada az bir zaman bulunacaksınız, misafirsiniz, gideceksiniz. Burada vaktin güzel geçmesi, zâyi edilmemesi, nefeslerin boşa harcanmaması daha önemli oluyor. Onun için burada zikre daha çok dikkat etme ihtiyacı var. Vakitlerinizi Allah'ın zikriyle meşgul olarak geçirmeye gayret edin!

Biliyorsunuz, ibadetlerin umûmî kaide olarak zahmeti çok oldukça sevabı çoğalır. İbadetlerin en çok sevap kazandıranı, en zahmetlisidir. Kural budur ama, belki zikrullahı bu kuralın dışında görebiliriz. İstisnâi bir meziyeti var zikrullahın. Zikrullah en kolay ibadet olduğu halde, en sevaplıdır. Hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz buyuruyor:

"--En sevaplı meşguliyet, ibadet zikrullahtır."

Halbuki çok kolaydır. O kadar kolaydır ki hasta insan bile yapabilir. Felçli insan bile yapabilir. Şuuru yerindeyse, dudağı kıpırdayamıyor ama içinden Allah der. Adamcağız parmağını kıpırdatamıyor, o kadar dermansız, halsiz... Ama zikrullah yapabiliyor. O kadar kolaydır, o kadar hafiftri.

Sonra Cenâb-ı Hak kendi ismini, ism-i hâsı olan lâfza-i celâli öyle kolay telâffuz edilen harflerden teşkil buyurmuştur ki, "Allah" derken çok rahat bir söylenişi olan kelimedir. Onu diyemese bile insan, "Hû, hû, hû..." dese; nefesi bile zikirdir. Yâni hû da "O" demektir. Huvallah, yâni Allah düşünüldüğü zaman, nefesi dahi zikir demek oluyor. Nefes almak hayat alâmetidir.

Yâni zikir, bir nefes alımı kadar kolay bir ibadettir. Ama, sevabı bütün diğer ibadetlerin hepsinden daha fazladır. Bütün diğer ibadetler zikrullahla yapılırsa, zikrullahla birlikte olursa, sevabı çok olur. Zikrullahsız olursa, sevabı olmaz. Zikri çok yaparsa, cihadı en sevaplı cihad olur. Zikri çok yaparsa, orucu en sevaplı oruç olur... Zikrullah hem kendisi ibadetlerin en sevaplısıdır, hem de bütün ibadetleri en sevaplı hâle getiren mübarek bir iştir. Çok da kolaydır.

Bir de zikrullahın rütbesi, şerefi çok yüksektir. İki bakımdan çok yüksektir:

1. Sen Allah'ı zikrederken Allah da seni zikreder. Okunan ayet-i kerimede: (Fezkürûnî) "Madem ben size peygamber gönderdim, bu kadar nimetler ihsan ettim, siz benim zikredin o halde. (Ezkürküm) Ben de sizi zikrederim." buyruluyor. Allah kendisini zikredeni zikrediyor. Bu çok büyük rütbedir.

Biliyorsunuz Peygamber Efendmiz SAS'e Cebrâil AS gelmişti. Peygamber Efendimiz'in yanında, Ebû Bekr-i Sıddìk RA Efendimiz de vardı. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

"--Yâ Ebâ Bekr! Cebrâil geldi şimdi bana..." Tabii o görmüyor. "Cebrâil geldi. Allah sana selâm gönderdi, Allah'ın selâmını sana getirdi." deyince, Ebû Bekr-i Sıddîk ağlamaya başladı.

Dayanılır iş değil. Cenâb-ı Hak'tan Cebrâil vâsıtasıyla, Cebrâil'den Peygamber Efendimiz vasıtasıyla, bir insana selâm gelmesi ne devlet, ne saadet, ne nimet, ne şereftir! Ağladı.

Şimdi bir insan, Allah'ı zikrederse, yâni senin, benim gibi aciz, naciz kullar bile Allah'ı zikrederse, ne oluyor?.. (Fezkurûnî ezkürküm) "Siz beni zikredin, ben de sizi o zaman zikrederim." Allah zikrediyor kulunu. "Ey kulum sen beni zikir mi ediyorsun?" diye, o zaman kuluna kulum diyor. Allah'ın kulunu zikretmesi, devlete, nimete ermek demek. O bakımdan şereflidir.

2. Benim hatırladığım ikinci şerefi:

(Ene celîsü men zekeranî) buyrulmuştur. Allah zikredenle beraberdir, zikredenin yanındadır. Zikredenin sohbetdaşıdır, meclis arkadaşıdır, dostudur. O zaman o da tadına doyum olmaz bir müjde oluyor, çok büyük bir nimet oluyor.

Onun için zamanınızı boş geçirmeyin! Zikrullahtan diliniz fariğ olmasın, boş kalmasın! Gàfil olmayın, dilinizle, aklınızla, gönlünüzle Allah'a itaat yolundayken zikredin! Yanlış işler yapıyorken değil...

Bir adamı anlattılar; ismini ben biliyorum da söylemiyorum, öldü. Bebek gazinosunda, orda deniz kenarında, safalı yerde, gazinoda içki içiyorlarmış. Aynı masada bulunan bir şahıs var, o da bana yakınlık gösteriyor. Ben fakültede talebeyken anlattı. Ötekisi meşhur bir yazar-çizer takımından, alim diye tanınan bir kimse. İçki içiyorlarmış masada... "Kafayı bulunca fırladı, ayağa kalktı, 'Yâ Ali!' diye feryadı bastı." diyor.

Be adam içki masasında, yaptığın iş yamuk iken senin böyle "Yâ Ali, yâ Veli!.." demenin nesi yararı olur. Hatta Cenâb-ı Hak o zaman seni cezalandırır.

Onun için, günah yolunda olmadan Cenâb-ı Hakk'ı güzelce zikredin. Gafletle vakit geçirmemeye çalışalım hepimiz. Hepimize nasihat, başta kendi zâtım olmak üzere, nâciz şahsım olmak üzere. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri emrediyor.

b. Kadının Evinden Sadaka Vermesi

Bu cemaat buraya niye toplanmış, bu adamlar ne böyle?.. Hadis-i şerif okuyoruz, bilgimizi arttırıyoruz. Dinden bir bahis öğrenmek dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir.

Buhàrî ve Müslim'in Hazret-i Aişe Vâlidemiz'den rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:

(İzâ enfakatil-mer'etü min taàmi beytihà gayra müfsidetin kàne lehâ ecruhâ bimâ enfakat, ve lizevcihà ecruhû bimektesebet, ve lil-hàzini mislü zàlik, ve lâ yenkusu ba'duhüm min ecri ba'dın şey'â.)

Okuduğum hadis-i şerifi rivayet eden Aişe-i Sıddìka Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz'in zevcesi, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz'in mübarek kızı. Alim, fakih, bilgin, tabip, doktorluğu da var. Hanım doktorlar bilsinler ki, Aişe Anamızın doktorluğu da var, bu işi çok iyi biliyor. Hatta sahâbeden birisi diyor ki:

"--Anacağım!" diyor. Yaşı küçük olsa da "Anneciğim!" derlerdi. "Ey mü'minlerin annesi, ben senin fıkıh bilgini garipsemiyorum, tefsir bilgini garipsemiyorum, ferâiz bilgini garipsemiyorum... Tabii Rasûlüllah'ın yanındasın, zevcesisin, elbette bunları bileceksin; bunlara hayret etmiyorum. Ama sen bu tıp bilgini nerden buldun, öğrendin?.." diye sormuş ona.

Meraklı demek ki, tabiatında ilim tabiatı var. Toplamış, çok güzel bilgilerle faydalı oluyormuş. O rivayet ediyor.

Şimdi burda dinleyicilerimin bir kısmı hanım, hatunlar, muhterem hanımlar... Bir kısmı da beyler, mübarek kardeşlerimiz. Şimdi ikisine de yarayan bir hadis-i şerif çıktı. Çekişmeye lüzum yok, kıskanmaya lüzum yok. Herkesin memnun olacağı bir hadis-i şerif çıktı. Buyuruyor ki, Peygamber Efendimiz:

(İzâ enfakatil-mer'etü min taàmi beytihâ) "Hatun, evinin yiyeceğinden fukaraya infak ederse..." Bir tabak gönderdi karşıdaki kulübede yaşayan yoksul, dul kadıncağıza meselâ. Veyahut, surların gediğinde tenekelerle kapatmış, yaşayan zavallı fukaracığa meselâ. Ama beyine sormadı. Hazırladığı yemekten bir tabak hazırladı, sıcak sıcak o ihtiyar kadıncağıza götürdü, verdi meselâ.

"Kadın, evinin taamından, yiyeceğinden infak ederse, yâni sadaka, hayır verirse; (min gayri müfsidetin) işi berbat etmeden, evdekilerin hepsini verip de evdekileri sıkıntıya sokmadan, fesat, fitnelik, sıkıntı hâsıl olmayacak miktarda verirse; (kâne lehâ ecruhâ) bu verdiği..." Tabii burda yemek diyor ama, kıyas yoluyla, yemek olmasa da giyecek olsa, giyecek olmasa da para olsa... Çünkü parayla da bunlar alınabilir, aynı kapıya gelir Allah-u âlem.

"Bu sadakayı verdi diye bu kadına sevabı yazılır, sevabı olur, bu kadın sevabı alır." Allah ne kadar sevap ihsan edecekse bu kadına sevabı verir. Bu sadaka vermeyi aklından düşündü, götürdü bu kadını buldu, verdi diye. Kendi şuuruyla, düşüncesiyle... İnsiyatif diyorlar ya. Ben yabancı kelimeleri hiç kullanmak istemiyorum, iyi anlayın diye onları da söylüyorun, tercümesi olsun diye. Yabancı kelimeleri kullanmak bile bir mağlubiyettir. Kullanmayacağız hiç bir şeyi. Hep kendi kelimelerimizi öğreneceğiz. Bizi anlamak isteyen de, bizim kelimelerimizi öğrensin. Dînî tabirleri kullanırsak, bu vesileyle İslâm'ı da öğrenmiş olur belki.

O hayrı düşünüp yaptığından dolayı hanıma sevab yazılır. Adam dükkânda, hanım hayrı yaptı; adama da sevap yazılır. Ama haberi yok... Gene yazılır. Ama adamı kızdıracak miktarda değil ha!.. Sonra akşam eve gelince, "Vay, sen onu niye verdin?" diye, bir patırtı kopmayacak, patırtı çıkmayacak tarzda, mâkul ölçülerde. Adama da sevap yazılır. (Bimektesebeh) O parayı o kazandı diye, o yiyeceği o kazandı diye, adama da sevap yazılır; iki.

Bitti mi?.. Bitmedi, dahası var. Ne olabilir düşünemezsiniz, aklınıza gelmez. Gelmedi zaten, gözünüzden anlıyorum.

(Velil-hàzini mislü zâlike) "Vekilharca da sevabı gelir." Yâni evde kâhya varsa, veya hizmetçi kadın varsa mutfakta, o verilen şeyi götürüverdiği için, ona da sevabı gider.

(Ve lâ yenkusu ba'duhüm min ecri ba'dın şey'â) "Birisine verilen sevap, ötekisinin sevabından bir şey eksiltmez." Yâni Cenâb-ı Hak ortaya bir sevap koyup da, bunun üçte birini hanıma, üçte birini adama, üçte birini bekçiye, veya vekil harca vermiyor. Hepsine tam tam veriyor sevabı. Yâni üç defa verilmiş gibi oluyor. Kadın vermiş gibi sevap alıyor, adam vermiş gibi sevap alıyor, vekil harc vermiş gibi sevap alıyor.

Eskiden konaklar varmış. O konakları gördük de, içindeki yaşayışlara eremedik. Konaklarda biz de bulunduk, bahçelerinde iftarlar yedik. Erenköy'de filan, biliyoruz.

Konağın içinde evin beyi varmış. Artık paşa mıydı, bilmem yüksek bir devletli miydi, kim idiyse... Onun hanımı varmış. Adamın kız kardeşi, hala varmış. Kadının kız kardeşi, teyze varmış. Yaşlı, dul, muhtac... Ondan sonra köyden gelme çocuğa bakan mürebbiye, dadı varmış. Kimisi esmer, peltek, kendi özel telaffuzuyla konuşan vs... Yâni konak bir alem imiş. Yâni şimdiki evler gibi değilmiş.

Şimdi kalmadı öyle evler. Şimdiki evliler kaynanaya bile dayanamıyor. Müstakil evde duracak herkes. Şimdi kıza geliyorlar, talib oluyorlar:

--Allah'ın emriyle kızınızı oğlumuza istiyoruz...

--Oğlunun maaşı ne kadar? Beraber mi oturacak, ayrı mı oturacak? Ayrı otursunlar. Ayrı ev tutarsa veririz, maaşı uygunsa veririz...

Bazı hesaplar yapılıyor şimdi. Eskiden böyle değilmiş. Vekilharç varmış, kâhyâ varmış, o da sevap alıyormuş. Şimdi evler küçüldü.

c. Borçluya Kolaylık Göstermek

Evet ikinci hadis-i şerif. Üç tane okumak niyetindeyim tahammülünüzü çatlatmazsam, sınırı aşmazsam. Bu işi ölçenler kenardan ölçsün, kırmızı işareti yapsın.

(Ve an ebil-yeser) Yeser diye harekelemiş. Hareke olmasaydı, ben (yüsr) okurdum. Arapça'daki isimler kıyâsîdir, hiç benim dilbilgim söyledir demeye gelmez. Çocuğun ismi büyükleri ne koyduysa öyledir. (Ebul-yeser) yazmış. Ebul-Yeser Kâ'b ibn-i Amr el-Ensârî imiş. Akabe bey'atında bulunmuş bu râvî. Bedir harbine de katılmış. Aşere-i Mübeşşere'den sonra sahabenin en yüksek tabakası, Bedir'e katılanlardır.

Ve bu Bedir harbinde savaşta ne yapmış?.. Artık unutmazsınız onu. Hazret-i Abbas'ı esir almış. Peygamber Efendimiz'in amcası karşı taraftaydı, mecburen öyle olmuştu. Onu esir almış. Tabii esir alan, o esirin üzerinde hak sahibi. Sonra Peygamber Efendimiz tabii onu esirlikten kurtarttı. Çünkü, Hazret-i Abbas eskiden beri Peygamber Efendimiz'e yardımı, muhabbeti, imanı vardı da, mecbûren Mekke'de kaldığı için izhar edememişti. Onu esirlikten kurtardı Peygamber Efendimiz.

Hazret-i Abbas'ı esir alan sahabi. Abbas'da s harfi var, Ebul-Yeser'de de s harfi var, y harfi var; oradan hatırınızda kalabilir. Biliyorsunuz, bir şeyin hatırda kalması için başka şeylerle düşünürseniz, bir kaç yönden düşünüp, bağlantı kurarsanız, o zaman hatırda kalması kolay olur. Hafızanın kuvvetlendirilmesinin kurallarından birisi budur. Doktorlar daha iyi bilir. Ben biraz kusurlu söylediysem, kusuruma bakmasınlar.

Medine'de vefat etmiş 55 yılında, hicretten 55 yıl sonra. Demek ki Bakî kabristanında...

(Kàle raviyyu) Râvi demiş ki: (Absarat aynâye hàtâni) "Şu iki gözüm gördü!" demiş. Bu sözü kuvvetlendirmek için bir usül. İki parmağıyla iki gözünü işaret ederek, "Şu iki gözüm gördü!" demiş. Niye?.. O da unutulmaz. Onu gören, bir daha bu manzarayı, bu hadisi unutmaz. Bu eğitimde görsel eğitime giriyor. Görsel kelimesinin kusuruna bakmayın, uydurukçadır biraz.

"Şu iki gözüm gördü!" demiş, parmaklarıyla işaret etmiş. (Ve semiat üzünâye hàtâni) "Şu iki kulağım duydu!" demiş, (ve vadaa usbaayhi fî üzûneyhi) iki elini kulaklarına koymuş. "Şu iki gözüm gördü, şu iki kulağım işitti ki..."

(Ve vaàhu kalbî hazâ) "Ve şu kalbim de idrak etti." anladı demiş. (Ve işâra ilâ niyâti kalbihi) Şöyle kalbi tarafına parmağıyla işaret etmiş.

Hadisi söyleyecek şimdi. Bunlar hatırda kalmayı iyi sağlar, çok önemlidir. Böyle anlatırsınız siz de. Bu hadisi artık unutmazsınız. Medine hatırası olarak yeter bu seyahatten, inşaallah... Bakalım ne demiş:

(Rasûlullah SAS yekulü) "Şu gözlerim Rasûlüllah'ı gördü, şu kulaklarım Rasûlüllah'ı işitti, şu kalbim Rasûlüllah'ın sözlerini muhafaza etti, idrak etti, kavradı ki, Rasûlüllah SAS şöyle diyordu:

(Men enzara mu'siren ev vadaa lehû, ezallehullâhu fi zıllihî.) Revâhübnü Mâce vel- Hâkim ve kàle sahihun alâ şarti müslim.

Sahih bir hadis-i şerif. Bir hadis okundu mu, bazıları sorarlar. Bizim radikaller hemen sorarlar; aman dikkat edin, hadisi öyle öğrenin:

--Sahih mi?..

Sahih. Sayfası işte, isterseniz fotoğrafını çekin. Gık diyememeleri için, bunları böyle öğrenmek lâzım! Eskiler böyle öğrenmişler, onun için sapasağlam gelmiş bu din.

(Men enzara mu'siran) Arapça bilenler tercüme etsin. Anladınız mı? Anlamadınız mı? Arapçanızı yoklayın imam-hatipte okuyanlar. Enzara-nazara kökünden, if'al babında ne demek? Aslında nazara, görmek demek ama; anzara, mühlet vermek demek. Yâni burada biraz mânâ başka tarafa kayıyor. "Kim bir mu'sire mühlet verirse..." Mu'sir ne demek? Mu'sir de usr'dan geliyor.

İnşirah: 6 (İnne meal-usri yüsren.) O ne demekti? "Zorluğun yanında kolaylık var." demekti. Mu'sir, borcunu ödemekte zorlanan insan demek. Zorlanıyor, borçlu, ödeyemiyor. Hakimler, müfettişler, bu kelime size lâzım!.. Borcunun vâdesi geldi bu hafta. Falanca kimseye şu kadar borcu var, söz de vermiş verecek, veremiyor,zorlanıyor. Para yok, gelmemiş, satamamış, alamamış; harmanı yanmış, gemisi batmış... Bilmem bağına çakal girmiş, tahrip etmiş; mahsülü yanmış, kül olmuş... Olur ya, kader. Ödeyemedi.

Ha ödeyemeyen, borcunu ödemekte zorlanan kimseye, kim "Haydi biraz daha vaktini uzattım!" derse, mühlet verirse... Yâni müsamaha gösteriyor. Bazısı ne diyor?

"--Yok, şu anda vermen lâzım!" diyor.

"--Sıkışığım ya..." diyor.

"--Ver!"

O da:

"--Yok, ben anlamam! Nerden bulursan bul!" diyor.

Tabii bazen bu gibi olaylar başına gelmiş de, yalandan öyle vermek istemiyor. O da bastırıyor. Yalancı, kasasında para var. Kasasında yoksa evde var. Var parası ama, ödekmiyor.

Bu öyle değil, iyi niyetli ama ödeyemiyor. Böyle bir müslümana mühlet verirse...

(Ev vadaa lehû) ne demek? Vadaa-yedau, koymak demek. Vadaa lehû, bu da bir tabir. "Borcu onun üzerinden alıp, yere koyarsa, yâni affederse..." demek. "Affettim hadi, madem ödeyemiyorsun, sıkıştın; pekiyi, bağışladım!" derse... Ya mühlet verirse, ya da borcunu affediverirse... Ama ödemekte zorlanan samîmî, gerçekten ödemek istiyor. Şimdiki borçlulardan değil.

(Ezallehullàhu fî zıllihî) "Allah o kolaylık gösteren alacaklıyı gölgesinde gölgelendirir." Gölgesinde gölgelendirir ne demek?.. Başka hadis-i şeriflerde geçe buna benzer tabirler: "Başka gölgenin olmadığı kıyamet gününde, Allah onu gölgesinde gölgelendirir." diye geçer.

Gölge olmayan gün ne zaman?.. Mahşer günü... Mahşer günü nasıl olacak?.. Bütün insanlar mahşer yerinde, arasat meydanında toplanacaklar ve gökyüzünde mâni, engel olmadan güneş tepelerine yaklaştırılacak. İnsanlar müthiş bir güneşin, sıcağın, hararetin altında kalacaklar. Gölge yok, hem de sarık yok, başlık yok, şemsiye yok, takke yok, bir şey yok... Korkunç bir sıcaklık, korkunç bir güneş.

O kadar terleyecekler ki insanlar o günde, yerin yetmiş arşın aşağısına terin ıslaklığı işleyecek. O kadar terleyecekler ki, adamın günahkârlığına, sorumluluğuna göre, ter kimisinin topukları hizasına gelecek, kimisinin dizi hizasına gelecek, kimisinin beli hizasına gelecek, kimisinin göğsü hizasına... Ter deryasında kalıyor. Kimisinin kulak memeleri hizasına kadar gelecek. Demek şöyle duruyor, biraz daha yükselse ağzına gelecek. O kadar ter.

Bu ter neden? Korkudan... Fezaül-ekber, muazzam bir korku. "Acaba benim hâlim ne olacak?" diye, insanlar büyük korku çekecekler. Yâni mahkeme olmamış daha, bekleşiyorlar.

İşte o günde insanı koruyacak bir kaç tane gölge var: Birincisi; hayır yapan, sadaka yapan kimseni sadakası gelecek, kişinin başına gölge yapacak. Hayrât ü hasenâtı başına gölge yapacak. Ve böylece bazı insanlar, (tahte zılli sadakatihî) sadakasının gölgesinde rahat, esen olacaklar biraz.

Ama daha bahtiyar, daha yüksek kimseler Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde gölgeleneceler. (Seb'atün yuzilluhümullàhü tahte zılli arşihî yevme lâ zılle illâ zilluhû) "Yedi sınıf insan, ondan başka gölgenin olmadığı günde, Arş-ı A'lânın gölgesinde gölgelenecek" diye Rasûlüllah Efendimiz bildiriyor. Onlar mahşer yeri seviyesinde olmayacaklar, durdukları yer yukarıda olacak. Mahşer halkı onlara, dünyadakilerin gökteki yıldızları seyrettiği gibi aşağıdan bakacaklar. Arş'ın gölgesinde gölgelenecekler.

--Bunlar kimler?..

Sizler olabilirsiniz, Allah'ın lütfuyla. Çünkü birbirini Allah için seven iki kardeşi, Allah Arş'ın gölgesinde gölgelendirir.

--Ben seni Allah için seviyorum! Sen de öyle misin?..

--Ben de seni Allah için seviyorum!

--Menfaat var mı?

--Yok.

--Akrabalık var mı?

--Yok. Birimiz Edirne'den, birimiz Kars'tan...

--Şu var mı?

--Yok.

--Bu var mı?

--Yok.

--Neden?

--Biz müslümanız, din kardeşiyiz. Ondan seviyoruz...

Allah için birbirini seven iki kişi, (el-mütehâbbîne fillâh) Allah için muhabbet eden iki kimse, Arş'ın gölgesinde gölgelenecek. Siz olabilirsiniz. Çünkü muhabbeti bilse bilse ehl-i aşk bilir, muhabbetullah ehli bilir. Siz olabilirsiniz.

Sonra Allah'ı çok zikredenler Arş'ın gölgesinde gölgelenecek. O da olabilirsiniz. Neden olmasın?.. Aynen, binlik tesbihi çıkartırsınız, şöyle bir çekersiniz, şakır şakır şakır şakır... Karanlıkta, "Allah... Allah... Allah..." dersiniz. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar inci gibi dökülür. O zaman Arş'ın gölgesinde gölgelenilir.

Böyle Arş'ın gölgesinde Allah'ın gölgelendireceği kimseler, yedi sınıf insan; onu sonra açıklayayım.

Tabii burda Arş'ın demiyor. Cenâb-ı Hak mahşer yerine, (fî zıllin minel-ğamâm) bulutlardan bir şeyle, meleklerden bir bulut şeyiyle beraber tecelli edecek. Mahşer halkı öyle başları önünde olacak, başlarını kaldıramayacaklar. Öyle bir azamet, öyle bir manzara... Peygamberler tir tir titreyecekler. Herkes kendi nefsinin telâşına düşecek. Öyle bir günde annelik-evlâtlık kalmayacak, karılık-kocalık kalmayacak, kardeşlik kalmayacak...

Zuhruf: 67 (El-ahillâu yevmeizin ba'duhüm liba'dın aduvvün) "Bu dünyadaki samimi dostlar, sırdaş arkadaşlar, orda birbirlerinin düşmanı olacaklar; (illel-müttakîn) müttakîler hariç... Müttakìlerin dostlukları devam edecek."

O da olabilir. Yâni Arş'ının gölgesi de olur, bilmediğimiz başka bir gölgeyi de kasdetmiş olabilir Rasûlüllah Efendimiz. (Tahte zılli arşî) demiyor, (tahte zıllî) diyor. Cenâb-ı Hak yarattığı bir gölgede, artık neyse o... Meleklerle tecelli ettiği o zaman mı, başka mı; Allahu a'lem.

Bu hadis sahihtir.

--Şimdi hocam, öyle bir hadis okudun ki bize, enflasyon denilen bir canavar var, ağzını açtığı zaman alevler etrafa fışşş diye brülörden alev çıkar gibi çıkıyor... Kuyruğu uzun, dinazorlar gibi, sağa sola çarptığı zaman binaları yıkıyor. Cildi var böyle, zırhlı zırhlı... Pençeleri var, tırnakları var... Bu enflasyon canavarı paraları, pulları yutuyor, servetleri yok ediyor. Kasada saklasan bile buluyor. İşi para yemek bu canavarın... Bu enflasyon canavarı varken, kim kime borç verir de, kim kimin borcunun vâdesini uzatır da, kim kime bağışlar?..

İslâmî düzen gidip de başka düzen gelince, ona karışmaz. Bu hadis-i şerif, İslâm ülkesini anlatıyor, İslâm iktisâdını anlatıyor. Öyle yandan çarklı yamuk şeyleri anlatmıyor. İslâm'da faiz haram, şimdiki düzende faiz câri... Enflasyonu faiz azdırıyor. Faiz ne kadar yüksekse, canavar o kadar büyük oluyor. Enflasyon canavarı yere göğe sığmıyor. Sağa sola çarptığı zaman, devletleri yıkıyor, hükümetleri yıkıyor. Falanca hükümet devriliyor, falanca devlet batıyor.

İslâm bırakıldı mı her yerden zarar gelir. İslâm'ın olmadığı yerde her yönden bozulma olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri her işimizi İslâm'ı göre yapmaya bizleri muvaffak eylesin... Her işimiz, İslâm'a göre olsun... Yâni Allah'ın rızasına uygun olsun, Rasûlüllah'ın sünnetine uygun olsun...

--Her işimiz ne demek hocam, neyi kasdediyorsunuz?

Sakalı bile kasdediyorum. Sakalı kazımak veya kazımamayı bile kastediyorum. Pantolonu dar yapmayı da kasdediyorum. Yemek yemenin şeklini, âdâbını bile kastediyorum. Giyinmeyi bile kasdediyorum. Evlenmeyi bile, düğünü bile kasdediyorum.

--E hocam, düğün oldu mu din iman bir tarafa konur, rafa kaldırılır düğün günü... Düğün bittikten sonra gene raftan aşağı indirilir. Düğün günü onları arama!..

--Neden?

--İşte bir sel, afet adet gelmiş, ona göre düğün olur. Kadın-erkek ayrılmaz. Tuvaletler hazırlanır, kadınlar giyerler onları... Erkekler giyinirler, grand tuvalet, papyon kravat, redingot kuyruklu ceket, siyah kıyafet... Saçlar, sakallar, kılıklar, kıyafetler... Ondan sonra çalgıcılar gelir. Zaten salonun vardır öyle şeyleri. Orkestra, ışıklar vs. "Bu dansı bana lütfeder misiniz?" diye adam eğilir, reverans yapar. Ötekisi de, "Pekiyi lütfederim, niye olmasın?" der. Dönerler dönerler, yerler içerler... Bir yuva böyle kurulur

Temeli böyle çamurlu, çürük olan yuvanın akıbeti nasıl olur? Var kıyas eyle... Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Allahu Teàlâ Hazretleri bizi, her işimizi İslâm'a göre yapmaya muvaffak eylesin... Allah hepinizden râzı olsun...

El-fâtihah...

27. 08. 2000 - Medine