ARANIZDA

SELÂMI YAYIN!

 

Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü lillâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:

 

 

RE. 283/1 (Dâvû merdàküm bi’s-sadakah, ve hassinû emvâleküm bi’z-zekâh; feinnehâ tedfau ankümü’l-a’ràda ve’l-emrâd.)

Muhterem cemaat-i müslimin!

Okumakta olduğumuz kitap, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi Hazretleri’nin te’lif etmiş olduğu, Râmûzü’l-Ehàdîs isimli hadis eseridir. Alfabetik olarak sıralanmış. El-hamdü lillâh, dal harfine gelmiş olduk;

 

Dersimize başlamadan önce, her zaman olduğu gibi, boynumuzun borcu olduğu üzere, başta Peygamberimiz, Efendimiz SAS için; sonra cümle enbiyâ ve mürselîn ve evliyaullahın ervâhı için; hàsseten kitabın müellifi Hocamız Ahmed Ziyâüddin Efendi Hazretleri’nin ruhu için ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyyü’l-Murtazâ RA’dan müteselsilen hocamız merhum Mehmed Zahid Efendi Hazretleri’ne kadar güzerân eylemiş bulunan büyüklerimizin, sâdâtımızın ruhları için;

Ve bu kitabın içinde isimleri geç en hadis ravilerinden, ashabdan, tabiinden, ulemadan zevat-ı muhteremenin ruhları için; bu hadislerin bizlere kadar ulaşmasında emeği geç miş şahısların ruhları için; ve uzaktan yakından Peygamber SAS Efendimiz’e muhabbetinden dolayı, ilim yolunda muktesebatını artırmak maksadıyla, bu hadis meclisine, bu ilim meclisine teşrif etmiş bulunan siz kardeşlerimizin ahirete intikal etmiş cümle geç mişlerinin ruhlarının şad olması için, bir Fatiha, üç  İhlâs-ı Şerif okuyalım:

...................................

 

a. Hastalarınızı Sadaka İle Tedavi Edin!

 

Peygamberimiz SAS Efendimiz, Abdullah ibn-i Ömer RA’ın bize naklettiğine göre —radiya’llàhu anhum◠şöyle buyuruyor:

 

RE. 283/1 (Dâvû merdàküm bi’s-sadakah) “Hastalarınızı sadaka vermek yoluyla tedavi ediniz (Ve hassinû emvâleküm bi’z-zekâh) Ve mallarınızı zekât vermek sûretiyle, hıfz ve himaye içine, emniyete alınız. (Feinnehâ) Ç ünkü bu, böyle hareket etmek; (tedfau ankümü’l-a’rada ve’l-emra’d) başınıza musallat olacak arızaları ve bedeninize gelecek hastalıkları sizden def eder.”

 Peygamberimiz SAS Efendimiz, daha önceki haftalardan da hatırlayacağınız üzere; tıbba dair, hastalıklara dair, tedavilere dair ç eşitli tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyelerin bir kısmı, maddi tedbirlerdir, ilaç lardır, ç eşitli otlar ve ç eşitli maddî tedavi yollarıdır. Meselâ, kan aldırmayı tavsiye etmiş. Bugünkü tıp da, bunun ne kadar güzel bir şey olduğunu ikrar ediyor.

“—Filanca ot iyidir, meselâ ç rek otu iyidir. Balda şifa vardır....” gibi böyle maddelerin şifalarına dair tavsiyeleri var. Bu hadis-i şerifte de mânevî bir tedavi ç aresini bize bildiriyor:

“—Hastalarınızı sadaka vermek suretiyle tedavi edin!” diyor.

 

“—Benim fakirin eline tutuşturduğum para ile, evimde yatağında yatan hastanın alâkası ne?” diye bir soru insanın hatırına gelir.

Alâkası; hepimizin Allah’ın kulu olmamız... Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Sen sadaka vermek suretiyle o Allah’ın kulunun gönlünü hoşnut ettiğin için, mahlûkatına şefkat gösterdin diye; Mevlâ da burada senin hastana şefkat gösteriyor.

Sen tedaviyi, iyileşmeyi ilaç tan mı sanıyordun?.. Tedavi, iyileşme, hastanın şifa bulması; Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden... Allah-u Teàlâ Hazretleri dilerse şifayı verir... Esmâ-ı Hüsnâ’sından okumuyor muyuz? Şâfî, şifâ verici... Yaratan da o, yaşatan da o, dirilten de o, öldüren de o, hasta eden de o, şifayı veren de o...

“—Başkası mı?..”

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri..”

Ama tedaviyi emretmiş, tedavi yolunu meşru bir yol olarak bize tavsiye eylemiş. Rasûlüllah SAS Efendimiz de bize hadis-i şeriflerinde, maddi ilaç larla tedavi yollarını göstermiş:

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri hastalığı da indirmiştir, ilacını da indirmiştir. O halde hastalıklarınız için ilaç  arayın, tedavi olun!” diye hadis-i şerif var, emir var.

O halde;

“—Ben Allah’ın kuluyum, Allah bana şifayı verir!” diye tedavi yolu aramamak, ilaç  aramamak da doğru bir yol değil.

Tedaviyi arayacağız; ama tedavi bir maddî tedavi, bir mânevî tedavi olmak üzere iki büyük gruba ayrılıyor. Maddî tedavinin yanı sıra mânevî tedavi de işte; sadaka vereceksin. Sen Allah’ın bir kuluna acıyacaksın, merhamet edeceksin, onun imdadına yetişeceksin, onun ihtiyacını gidereceksin, Allah-u Teàlâ Hazretleri de sana öbür taraftan, o hastana şifa ihsan edecek.

 

Hadis-i şerifin ikinci kısmında buyruluyor ki:

“—Zekât vermek suretiyle mallarınızı emniyet altına alın, koruyun!”

Etrafını kaleyle ç evirmiş gibi, bir hisarın içine alıp da muhafaza etmiş gibi... İyi bir ambar düşünün, kesme taştan yapılmış, iki-üç  tane demir kapısı var, üstünde de koca koca, ç eşit ç eşit en iyi cins kilitler var... İç eride emniyette değil mi mal?.. Emniyette... İşte onun gibi. Hassinû diyor, yâni, hısn içine, hisar içine, kale içine alır gibi, malınızı hıfz edin, koruyun!..

“—Ne yapmak suretiyle? “

“—Zekât vermek suretiyle...”

Bakın, zâhirde sanki zekât verince, maldan bir kısımı ayrılmış, eksilmiş gibi oluyor ama; işte onu verdiğiniz zaman, mal korunuyor. Neden?..

 

(Ve fî emvâlihim hakkun li’s-sâili ve’l-mahrûm) “Zenginlerin malında, mahrum olanların, fakir-fukaranın hakkı var.” (Zâriyât, 19)

Allah-u Teàlâ böyle buyurmuş. Ç ünkü; zenginlere zenginliği de ihsan eden odur. Herkes zengin olmak için ç ırpınıyor, herkes zengin olmak için aklını kullanıyor, gayretini kullanıyor ama, Allah dilediğine veriyor. Bazısına veriyor, bazısına vermiyor. İşleri ters gidiyor, ters gidiyor, ters gidiyor... bir türlü vermiyor bazısına.

Bazısına da kolaylaştırıveriyor. Aldığı mal kar ediveriyor. Depo ettiği malın fiyatı yükseliveriyor. Zengin ediyor. Yâni, hepsi Allah’ın emrinde, onun elinde, o kuluna zenginliği vermiş. Vermiş ama, verdiği zaman, vermesiyle beraber, o kula da başka kullara acıyıp yardım etmek mecburiyeti bir vecibe olarak geliyor, teveccüh ediyor. O da, Allah’ın kendisine vermiş olduğu imkânları, fukaraya verecek.

“—Ne kadar verecek?..”

Asgari zekât ölç üsünde verecek. Yâni, zekâtın ölç üsü meselâ, para pul gibi şeylerden kırkta birdir. Deve de değişir, koyunda değişir, sığırda değişir... Belli miktarları vardır. Asgari o kadar verecek.

“—Eee, daha fazla?..”

Mürüvvete endâze olmaz, mürüvvetin ölç üsü olmaz. Şu adam daha mürüvvetlidir, ötekisi ondan daha mürüvvetlidir. O beş verir, ötekisi on beş verir, ötekisi yirmi verir.

 

Hazret-i Ömer RA ile Hazret-i Ebû Bekir’in bir şeyi var. Peygamber SAS Efendimiz müslümanlara faydası için teşvik etmiş hayır vermeyi... Hazret-i Ömer RA içinden düşünmüş ki:

“—Her zaman beni hayırlarda Hazret-i Ebû Bekir geç iyor. Dur bu sefer de ben bir büyük fedakârlık yapayım da, ben onunla yarışayım!”

Hayırda yarışmak emrediliyor. İnsanlar hayırda yarışacak, “Ben daha ç ok hayır yapayım!” diyecek. O da öyle düşünerek, malının yarısını ç ıkartmış vermiş. İç i yana yana...

Kolay değil insanın böyle kazandığı paraları, helâlinden kazandığı paraları, mülkleri ve saireyi ç ıkartıp verivermek kolay bir şey değil. Biz kitaplarda okuyoruz da:

“—Filanca adam şu kadar şey bağışlamış, bu kadar şey bağışlamış...”

Kolay bir şey değil. Bak vermeye başla, nasıl zor geliyor insana... On lirayı bile ç ıkartırken... Yüz lira olsa, eli titremeye başlıyor, bin lira oldu mu daha beter zor geliyor filan... Yâni, kolay bir şey değil. Allah nasib ederse, o cömertlik duygusu olursa, tabii olur.

 

O yarısını vermiş, sevine sevine, öğüne öğüne; bekliyor. Ebû Bekr-i Sıddîk malının tamamını vermiş. O esnada tamamını vermiş, hepsini vermiş.

Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:

“—Ya Ebû Bekir, ailene ne bıraktın, ç oluk ç ocuğuna ne bıraktın? Hepsini vermişsin, yanında hiç  bir şey kalmamış. Ç oluk ç ocuğuna ve ailene neyi bıraktın?..”

Diyor ki:

“—Allah’ı ve Rasûlüllah’ı bıraktım...”

Demek istiyor ki, Allah yeter bana. Malikü’l-mülk değil mi, mülkün sahibi o değil mi?.. Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanmak bana kâfi gelir.”

İşte bak mürüvvet, ikisi de mürüvvetli insan; ama bu onu bu sefer geç miş yine... Yâni, o yarısı vermiş malının, ötekisi tamamını bahşedivermiş.

 

Zekât asgari ölç üdür. Yâni, zekâtı vereceksin de, haydi haydi vereceksin; zekât borç , farz... Zekâtı vereceksin de, zekâtın üstünde ne kadar verirsen; eh mürüvvet, sen bilirsin! Ne kadar verirsen, o kadar sevap olur. Ama burada ölç ü, yine ayet-i kerimelerde bize verilmiş. Deniliyor ki:

  

(Ve lâ tübezzir tebzîrâ) “Malını da öyle saç ıp da, kendini fakir, fukara bırakacak gibi bir şekilde vermeyeceksin. Evlâd ü ıyâlini muhtaç  duruma düşürmeyeceksin.” (İsrâ: 26) Kendine zararı dokunmayacak miktarda, yapabildiğin kadar yap yine. Yâni, fazla müsriflik de tavsiye edilmiş bir şey değil.

Zekât verirsin, melekler dua edermiş:

  

(Allàhümme a’tî münfikan halefà) “İnfak eden, sadaka veren, zekât veren kula ya Rabbi, arkasından halef ver!” Verdiğinin yerine başka mal ver, telâfi olsun. Halef, hani birisinin yerine, birisi geç ince halef diyoruz ya; ona halef ver, artsın...

Rasûlüllah SAS Efendimiz yemin ederek:

“—Sadaka vermekle mal azalmaz!” diyor.

Zekât vererek, sadaka vererek mal azalmaz. Ç ünkü Allah başka taraftan karşılar.

Vermezsen, ne olur?.. Zekâtı vermedin. Hah, kırkta biri de senin malının yanında kaldı. Allah bir yangın verir, tamamı gider. Tarlanın tamamı gider. Bir başka ters iş olur, araban bir yere ç arpar. Allah korusun... Tabii kardeşlerimize, Allah bize de, onlara da cümle insanlara akıl, fikir ihsan etsin... Allah’ın rızasını yolunu anlayıp, onun kadrini, kıymetini bilip, oraya bağlanmak nasib etsin... Kimsenin kötü duruma düşmesini istemeyiz tabii de, öyle ç ıkar acısı...

Gidersin tasarruf bonosunun faiz kuponlarını kesip kesip, bankadan alırsın. Bir de bakarsın ki, cebinden iki yüz lira düşmüş. Neden?... İşte o oradan gelir, bu taraftan gider. Yâni, bereketi olmaz.

 

Bak meselâ. Peygamber SAS Efendimiz bereketten bahsediyor. Meselâ, yemek sıcak olduğu zaman bereket olmaz diyor. Bereket olduğu zaman da, yiyorsun yiyorsun bitmeyebiliyor. Yâni, mânevî bir takım hususlar olur. Evin bereketi gider, malın bereketi gider, kesenin bereketi gider.

“—Ne kadar maaş alıyorsun?”

“—Elli beş bin lira maaş alıyorum; ama yetmiyor!”

Yetmez, bereketsiz olur, yetmez. Haydan gelir, huya gider. Onun için zekâtı vereceksin, fakirin hakkını ç ıkaracaksın içinden; malın temiz olacak, pis kalmayacak.

Bak zekât, temizleyici şey demek. Zekât verildiği zaman malı temizlediği için, o isimle isimlendirilmiş. Pırıl pırıl tertemiz oluyor malın, zekâtını verdiğin zaman. Vermezsen kirli, senin malın kirli, içinde fakirin hakkı kaldı. Zulüm oluyor bir ç eşit...

Onun için, malını da korumak istiyorsan öyle koru. Gemin batmaz, tren ç arpışmaz, otobüs devrilmez, kamyon arıza yapmaz. Tarlada malın telef olmaz, harman yanmaz, yakılmaz. Yağmur yağıp şey yapmaz, depo da malın ç ürümez... Zekât ver! Zekâtını ver...

 

Bir yerde bir büyük yangın olmuş. Hatta biraz daha hafızamı zorlasam, dükkânın sahibinin ismini bile hatırlayacağım. Kapalı Ç arşı yangını, hadi yerini de söyleyeyim... Kapalı Ç arşı yangınında demişler ki,

“—Yangın ç ıktı, senin dükkânının etrafına da gelmiş.”

Demiş ki:

“—Ben malımın zekâtını veriyorum.”

Hakikaten de, dükkânının dört tarafı yanmış adamın, kendi dükkânı olduğu gibi duruyor. Bak nasıl, şeye bak... İç i temiz, diyor ki;

“—Ben malımın zekâtın verdim.” diyor. “Kendisi bilir, yakarsa yakar; ama ben malımın zekâtını verdim, yanacağını tahmin etmiyorum!” diyor, yanmamış.

 

Evet, bak hadis-i şerifin arkasında Peygamber aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm Efendimiz buyuruyor ki:

(Feinnehâ tedfeu ankümü’l-a’rad ve’l-emra’d) “Ç ünkü; bu verilen sadakalar ve zekâtlar, başınıza gelecek arızaları def eder, hastalıkları da def eder.” Hastalık gelecekken gelmez olur.

Şimdi bakın bu ç eşit şeyler, kolay kolay bilinmeyen, anlaşılmayan şeyler. Peki, anlaşılmayan bir şeyi ne yapar insan? Bak bugün müsbet ilim okuyoruz; fizik okuyoruz, kimya okuyoruz, matematik okuyoruz, teknoloji var... Teknolojide bir şeyi denerler, tecrübe ederler. Tecrübe ederler, tecrübe ederler; tecrübe miktarı ne kadar ç ok olursa, o işin neticesi o kadar garantili olur.

Adam elektriği buluncaya kadar binlerce tecrübe yapmış. E, sen de bir tecrübe et, ne olur mübarek! Bir sadaka ver, bir zekâtını tam ver bakalım, bereketini görecek misin, görmeyecek misin?.. Bak hadis-i şerifte Aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm Efendimiz sahih hadis-i şerifte Abdullah ibn-i Ömer, Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, -abâdile-i erbaa’dan- naklediyor sana... Bir de sen mânevî şeyi dene bakalım! Yirminci Yüzyıl’dayız madem, her şey tecrübe ile oluyor. Sen de bunu dene... Ver bakalım sabahleyin bir yüz lira, akşama onun kârını görmeyecek misin?.. Ver bakayım malının zekâtını, o sene onun faydasını görmeyecek misin?..

 

b. Geçmiş Ümmetlerin Hastalıkları

 

RE. 283/2 (Debbe ileyküm dâü’l-ümemi kableküm, el-hasedü, ve’l-bağdàu, ve’l-bağdàu hiye’l-hàlikatü, hàlikatü’d-dîni lâ hàlikatü’ş-şaar. Vellezî nefsü muhammedin bi-yedîhî, lâ tedhulü’l-cennete hattâ tü’minû, ve lâ tü’minû hattâ tehàbbû. Efelâ ünebbiüküm bi-şey’in izâ fealtümûhu tehàbebtüm: Efşü’s-selâme beyneküm!)

Ç ok meşhur ve ç ok mühim hususları bize ihtar eden bir hadis-i şerif. Râvisi Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ibn-i Avvâm RA; Allah bizi şefaatine mazhar etsin... Cennetle müjdelenmiş bahtiyarlardan. Peygamber SAS Efendimiz’in hadisini bize nakletmiş. Kanal ç alışmış, raviden raviye; bak buraya kadar, karşımıza kadar gelmiş, kulağımıza şimdi geldi hadis-i şerif. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

(Debbe ileyküm dâü’l-ümemi kableküm) “Sizden önceki ümmetlerin hastalıkları, hastalığı, derdi size de ulaştı, geldi. Sizden önceki peygamberlerin ümmetlerine, daha önce dünyada yaşayan ümmetlere, nasıl mânevî hastalıklar geldiyse, o size de geldi. Yürüdü geldi size kadar.”

Nedir bu hastalıklar bakalım!.. Aç ıklıyor Peygamber Efendimiz:

(El-hasedü) “Birisi, kıskanç lık, hased; (ve’l-bağdà’) ötekisi kin, kızgınlık, sevmemek. (Ve’l-bağdàu hiye’l-hàlikatü) Bu huylar, kazıyıp götürücüdür.” Neyi kazıyıp götürüyor? (Hiye’l-hàlikatü’dîn) “İnsanın dinini kazıyıp götürür. (Lâ hàlikatü’ş-şaâr) Kılı, saç ı, kazımaz; insanın dinini alır götürür bu kötü huylar.” Şimdi bu kötü iki huyu biraz aç ıklayalım:

 

Birisi hased... Hased, karşındaki insanın sahip olduğu nîmetin, onun elinden gitmesini istemek.

“—Niye ona o nimet gelmiş?”

İç i böyle kıvrılıyor, bükülüyor;

“—Ah keşke sahip olmasaydı şu nimete, mazhar olmasaydı!” diye başkasının elindeki nimetin zevalini istemek; hased... Hased duygusu bu...

“—Filanca şu mevkiye ç ıkmış, vayy!”

“—O ç ıkmış, sana ne?”

İç i böyle allak-bullak oluyor;

“—Keşke ç ıkmasaydı ya, o da benim sevdiğim bir insan değildi, şu mevkiiye yükselmiş. Bak şu kadar da para kazanmış. Vayy, bir de otomobil almış...” filan. Böyle içini yeyip bitiriyor.

Bu hased dini kazıyıp götürüyor. Nasıl kazır? Bakın ne kadar mühim ki:

 

RE. 202/17 (El-hasedü ye’külü’l-hasenât, kemâ te’külü’n-nâru’l-hatab) “Hased, yapılmış olan iyiliklerin sevaplarını bile, ateşin odunu yakıp götürdüğü gibi alır, götürür.”

Şimdi düşünün, insan bir günah işlediği zaman ne oluyor?.. Bir günaha girmiş oluyor; ama öteki sevaplarına zarar gelmiyor. Bir günah işliyorsun, sevapların yanında bir de günaha sahip oldun. Müsbet vasıfların yanında, bir de menfî vasıf oldu.

Hased öyle değil... Hased, eski hasenâtı da alıp götürüyor. Sermayeyi helâk ediyor, yiyip bitiriyor. Hasenâtı götürüyor ç ünkü, hadis-i şerifle sabit... Ateşin içine odunu attığın zaman, nasıl onu yakıp götürürse, hased de yapılmış olan iyi amelleri götürüyor. Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizin gönlünden, kardeşlerimize karşı hased duygusunu söksün; kökleyip atıp götürsün...

 

Varsın, bin tane olsun yâ! Daha fazla olsun, daha âlâsı olsun, daha yükselsin! Kardeşin değil mi? Senin de Rabbin o, onun da Rabbi o... Ona vermiş, sana da verir.

Vermese bile;

“—Elbette o kardeşimin benden üstün bir meziyeti vardı ki, Allah nasib etti!” diye düşüneceksin. “Benim muhakkak gece gündüz işim isyan, günah; elbette... Bu yediğim lokma bile ç ok bana, şu aldığım nefes bile ç ok. Nice hatalar ediyorum!” diye kendini hor göreceksin de, “O kardeşim ona lâyık” diye düşüneceksin. Öyle içini kemirmek yok.

 

İkincisi, bağdà’; o da buğz dediğimiz, şiddetli düşmanlık, şiddetli sevmezlik; kin diyoruz buna, kindarlık filan diyoruz. Bu da kötü bir şey... Bu da aynı zamanda dini kazıyıcı, huylardan birisi olmuş oluyor.

Bizi bu hale düşüren bu huylar değil midir? Hadi hasedi bir tarafa bırakalım; ama müslüman müslümanın dostu, ahbabı olması gerekirken, şu dünyanın haline bir bakın, şu etrafınıza bir bakın, şu insanların haline bakın, müslümanların haline bakın!.. Bütün perişanlığımız bu kötü huylardan...

Bize dinimiz dâimâ birbirimizi sevmeyi emrediyor. Malımızı başkasının gönlünü hoş etmekte harcamayı emrediyor, sadakayı emrediyor, zekâtı emrediyor, insanların hayrına koşmayı emrediyor... En az bildiğimiz şey sevmek. En az bildiğimiz şey... Hiç  sevmekten nasibimiz yok; kaşlarımız ç atık, kalbimiz böyle kinle, buğzla dolu. Birbirimizi bulsak, kör testereyle keseceğiz. Söylüyoruz da:

“—Falanca adam benim elime geç se, kör testereyle keserim!” diyor.

O da müslüman, ötekisi de müslüman. O da namaz kılıyor, o da namaz kılıyor. Kör testereyle kesecekmiş. Bunu söyleyenler var yâni. Bunu böyle bir vaazda, aşırı bir söz olsun diye söylemiyorum. Namaz kılan kardeşi hakkında böyle diyen insanlar var. Hem de ç ok. Belki siz de duydunuz.

 

(Ve’llezî nefsü muhammedin bi-yedîhî) “Muhammed’in...” diyor Peygamber Efendimiz, kendisini bir başka şahısmış gibi adını söyleyerek ortaya koyuyor; yâni, benim demek istiyor. “Muhammed’in nefsi, kudreti elinde olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne yemin ederim ki...” Yemin ediş tarzı, Peygamber Efendimiz’in böyle... “Nefsim, kudreti elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” diye eder, bazen böyle... (Ve’llezî nefsü muhammedin bi-yedîhî) “Muhammedin nefsi, kudreti elinde olan Allah’a yemin olsun ki...”

Ne demek nefsi, kudreti elinde olmak?.. Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri nasıl dilerse öyle yapar. Biz onun kuluyuz. Mevlâna Hazretleri diyor ki:

“—Biz kilcinin elindeki ç amur gibiyiz. Kilci o ç amuru evirir ç evirir, ya ç anak yapar, ya ç mlek yapar, ya kâse yapar, ya bardak yapar; öyleyiz. Mevlâ nasıl isterse öyle yapar.”

Teslimiyete bak, duyguya bak, Mevlâ’ya olan imanın tezâhürüne bak! Onun elinde her şeyimiz.

 

Yemin ederek diyor ki, Peygamber Efendimiz: (Lâ tedhulû) “Siz girmezsiniz. (Lâ tedhulu’l-cennete) Cennete giremeyeceksiniz, giremezsiniz, girmezsiniz; (hattâ tü’minû) iman etmedikç e.” İman etmeyen bir insanın cennete girmesi mümkün mü? Mümkün değil...

“—Efendim Edison cennete girecek mi, girmeyecek mi?..”

Bilmiyoruz ki; Amerika’da yaşamış, hususî hayatını bilmiyoruz. Avrupa’da Amerika’da nice insanlar var, Müslümanlığı inceliyorlar, inceledikten sonra hak din olduğunu kabul ediyorlar; ama cemiyetlerinden korkularından, “gık” diyemiyorlar, bir şey söyleyemiyorlar.

 

Daha geç en akşam okudum bir kitapta, mecmuada okudum; Belç ika’nın Brüksel şehrinde Jan Bastel isminde bir Belç ikalı. E, imana gelmiş, müslüman olmuş. Ondan sonra, o kadar güzel sözler söylüyor ki,

“—Ah şu Avrupa hazır müslüman olmak için, âmâde... Birazcık gayret sarf etse müslümanlar... Böyle, susamış durumdalar.” diyor.

Biraz kendisini Madrid’e giderken, kalbi sıkıştırmış. Ölüm korkusu aklına düşünce;

“—Eyvah! Ben bu halde mi gideceğim?” filan diye biraz düşünmüş.

Genç  daha yaşı... Hemen arkasından kelime-i şahadet getirmiş. Trende daha... Kalbi biraz zorlamaya başlayınca, hemen:

“—Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demiş, “Lâ ilâhe illa’llàh” demiş.

“Deyince, bir lezzet duydum ki tarif edemem!” diyor, “Bir daha dedim.” diyor. “Gene daha ç ok lezzet duydum, bir daha dedim...” diyor. Gidinceye kadar Lâ ilâhe illa’llàh diye diye gitmiş. Şimdi de bir Türk kızı almış da, onunla evliymiş.

 

Bunu nereden aç tık?.. İman etmedikç e cennete girmek yok. Eğer öyle bir iman etmişse girer.

“—Cennet kimin?”

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin...”

“—Cehennem kimin?”

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin...

“—Cennete giriş şartlarını kim koyuyor?”

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri...”

“—Cehenneme giriş sebeplerini kim belirtmiş?”

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri...”

“—Sen zorla sokacak mısın beğendiğini? Mümkün mü, sokabilir misin?..”

“—Efendim, ç ok hayır yapmış; elektriği bulmuş, otomobili bulmuş, tayyareyi bulmuş...”

İyi ama, öyle dışarıdan sadece iyi bir şeyi bulmak yetmez ki... Bir insanın bak, içinde hased oldu mu, kin oldu mu, kötü duygular oldu mu? Husûsî hayatı kim bilir nasıldı?.. Seksen tane metresi varsa bir insanın, istediği kadar hayır yapsın... Kumarbazın birisiyse, kindar bir adamsa, birç ok mazlumun canını yakmışsa, hiç  kimsenin görmediği bir yerde, birkaç  kişinin hayatına kıymışsa, polisin anlayamadığı bir yerde yapmışsa bu işleri... Bir taraftan da böyle, bir icat yapmışsa... İcadı neden yapıyor? Satayım, para kazanayım diye yapıyor... Gene dünya maksadıyla... Ondan dolayı, o cennete girer diye bir şey diyemeyiz.

 

Peygamber SAS Efendimiz diyor ki; “Cennete girmeniz mümkün değil, iman etmedikç e...” İman eden cennete girecek. Cennete girişin ilk şartı, iman etmek. Cennetin anahtarı onun için, Lâ ilâhe illa’llàh... Lâ ilâhe illa’llah dedin mi, tamam, anahtar cebinde... Ondan sonra derece...

Sonra, (ve lâ tü’minû hattâ tehàbbû) işte bu nokta, ç ok can alacak nokta: (Ve lâ tü’minû) “İnanmazsınız, mü’min olamazsınız, olamayacakınız; (hattâ tehàbbû) birbirinizi sevmedikç e mü’min olamazsınız...”

Demek ki, iman ile muhabbet arasında bir irtibat var. Yâni, insan karşısındakine karşı içinde böyle kin, intikam duyguları, hased duyguları, kızgınlıklar kaynaşıp dururken; yılanların, ç ıyanların böyle bir ç ukurda kaynaştığı gibi, iman oraya giremiyor demek ki. Demek ki, kalbini boşaltacaksın o akrepten, ç ıyandan, yılandan; tertemiz olacak, oraya iman ondan sonra gelecek. Yaa...

 

Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak;

Padişah konmaz saraya, hàne ma’mur olmadan...

 

demiş şairin birisi [Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri]. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin imanı gelecek, Allah-u Teàlâ Hazretleri senin gönlüne tecellî edecek...

“—Ne zaman?..”

Ma’mur olsun bakalım. Padişah virâneden ağırlanır mı? Sen orayı bir saray haline getir, süsle, nurlandır... Kapkaranlık bir yere misafir gelir mi?.. Normal misafir bile gelmez. Sen orasını tertemiz temizleyeceksin, pırıl pırıl yapacaksın, nurlandıracaksın; ondan sonra Mevlâ’nın tecellisini bekleyeceksin.

Demek ki, sevmeden iman etmek mümkün değil.

“—Hiç  mi iman etmek mümkün değil?”

Allah-u a’lem, kâmil mü’min olmak mümkün değil mânâsına...

 

Tabii insan, “Lâ ilàhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh” dediği zaman mü’min oluyor, müslüman oluyor; ama o müslümanlık esnasında bütün kötü huylarını birden atabilmiş olmuyor. Bir zaman geç mesi lâzım!

Kendi hayatımızı düşünelim, kaç  senedir müslümanız onu düşünelim. Ne zamandan beri vaaz dinleriz, ne zamandan beri hocalarımız, büyüklerimiz ne güzel şeyler söylerler; kaç  tanesini tuttuk şimdiye kadar?.. Adam olabildik mi, olamadık mı?.. Elimizi vicdanımıza koyup, kendi kendimizi ölç elim! Demek ki, bir zaman geç mesi gerekiyor. Demek ki, buradaki sözden murad, iman-ı kâmil sahibi olmak.

Bir insanın iman-ı kâmil sahibi olması için müslümanlara karşı muhabbetli olması lâzım! Muhabbet olmadan olmaz. O halde içinizi, iç imizi, kinden, hasedden kızgınlıktan, şeytanlıktan, fesatlıktan temizleyelim; sevelim!.. Müslüman kardeşlerimizi sevelim, acıyalım insanlara...

 

Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü!

 

Allah’ın kuludur diye... “Eh, aynı yolun yolcusuyuz, ama henüz daha olacak. Dur bakalım, meyvenin bile olması için bir mevsim geç mesi gerekiyor.” diye, hoş göre göre sevmeyi öğreneceğiz.

Kusurlarıyla sevmeyi öğreneceğiz. Kusursuz insan yok dünyada.

 

Yârsız kalmış cihanda, ayıpsız yâr isteyen!

 

Hiç  kusursuz ayıpsız bir yar istesen; eh mübarek olsun, ara bakalım!.. Fener yak, mum yak, gece ara, gündüz ara; bulamazsın. O halde, insanları biraz da kusurlarıyla kabul etmeyi, sevmeyi öğren!..

“—Kusuru da var, ama gene benim kardeşimdir. Kusuru da vardır, ama gene filancadan iyidir.” diye kusuruyla hatasıyla seveceğiz.

Bu muhabbet bahsi artık günlerce sürse lâyık, bizim için revâdır; ç ünkü ç ok ihtiyacımız var. Muhabbete fevkalâde ihtiyacımız var. Hepimiz, maaşallah o kadar aç ık gözüz ki, birbirimizin kusurunu görmekte... Yâni, böyle en ince, en gizli kusuru, sahibi “Saklayalım, saklayayım...” diye gece gündüz gayret sarf eder, uğraşır; ama gene sezeriz. Gizli kusuru ta derinlerden, gizlilerden bulup ç ıkartırız. Kusur görmekte bir taneyiz. Ama sevmekte, kusur görmemekte, affetmekte, bağra basmakta; orada kusurluyuz.

Aksini yapmamız lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri; o zaman lütfedecek. Ayet-i kerîme de buyruluyor ki:

  

(Lev enfakte mâ fî’l-ardi cemîan mâ ellefte beyne kulûbihim ve lâkinna’llàhe ellefe beynehüm) “Ey Rasûlüm! Bu ashab-ı kirâmın senin etrafına toplandı ya; sen yeryüzünün bütün maddi varlıklarını, bağlarını, bahç elerini, hazinelerini, paralarını, altınlarını, gümüşlerini sarf etseydin bile, bunların gönüllerini bir araya toplayamazdın.” Kim topladı?.. (Ve lâkinna’llàhe ellefe beynehüm) “Bunların kalplerini Allah topladı.” (Enfal: 63)

Ne kusurumuz var ki, kalplerimiz böyle parç a parç a perişan diye düşünüyorum. Düşünelim; kusurlarımızdan tevbe edelim, Allah-u Teàlâ bizim gönüllerimizi yine o zamanki gibi toplasın. Muhabbetli bir cemaat olalım. Birbirimizin kanını, canını böyle kasdedici insanlar olmayalım.

 

Sonra, Peygamber SAS Efendimiz devamen buyuruyor ki:

 

(Efelâ ünebbiuküm bi-şey’in izâ fealtümûhu tehàbebtüm) “Size, işlediğiniz zaman birbirinizi sevmenize yardımcı olacak bir şey tavsiye edeyim mi: (Efşü’s-selâme beyneküm) Aranızda selâmı yayınız!”

Şimdi, Peygamber SAS Efendimiz’in ve bizim dîn-i mübînimizin, İslâm’ın bir büyük meziyeti vardır: Bizim dinimiz ve Rasûlüllah Efendimiz ve Kur’an-ı Kerimimiz bize bir tavsiyeyi yaptığı zaman, havada bırakmaz tavsiyeyi. Muhakkak, en basit insanın bile anlayabileceği bir kolay şeye bağlar. Meselâ,

“—İnsanlar birbirlerini sevsin, insanlar birbirlerine yardım etsin!” desen, nasıl yardım edecek, nasıl sevecek?..

Zekâtı farz kılmış Allah, malından şu kadarı vereceksin diyor Allah... Bunu herkes anlar; ç oban da anlar, ç iftç i de anlar, köylü de anlar, şehirli de anlar, talebe de anlar, hoca da anlar...

“—Malımın şu kadarını demek ki, Allah yolunda verecekmişim.” der, tamam biter iş...

Zekâtı emretmiş.

 

“—Allah’ı hiç  bir zaman hatırınızdan ç ıkartmayın!”

E, nasıl ç ıkartmayacak, nasıl olacak bunun yolu, yöntemi?.. İşte bir, namazı farz kılmış, günün beş vaktinde; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı Allah’ı andırıyor o ibadet. Namaz kılacaksın deyince, herkes farz diye geliyor, Allah’ı anmış oluyor.

Bir de zikri farz kılmış. Bilmiyorum, kaç  kişi, ne kadar yapar? Ekseriyet namazın farziyetinde müttefiktir de;

  

(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikran kesîrâ) “Ey iman edenler, Allah’ı ç ok zikredin!” ayetini duymaz. Ne kadar zikrediyor, ne yapıyor; hiç  onu düşünmez.

“—Namaz farzını yerine getiriyorum, oruç  farzını yerine getiriyorum da, acaba Allah’ı ç ok zikreden bir insan mıyım?” diye onu düşünmez.

Hatta, orada muhalefet eder:

“—Canım, bu neymiş?” filân diye.

 

 Burada da Peygamber SAS Efendimiz muhabbeti bir pratik ç areye bağlayarak diyor ki:

“—Aranızda selâmı yayın!..”

En basit mânâsıyla;

“—Gördüğünüz zaman birbirinizi, ‘Es-selâmü aleyküm!’ deyin! Hatta, bir ç alının, bir ağacın, bir taşın etrafında dönüp dönüp de, birbirinizle karşılaşsanız bile, her seferinde, ‘Es-selâmü aleyküm!’ deyin!” diyor.

 

Abdullah ibn-i Ömer RA, deminki hadis-i şerifi rivâyet ettiğini söylediğim sahabi, bir gün yanındaki arkadaşına diyor ki:

“—Kalk, pazara gidelim!..”

O da diyor ki:

“—Ey Ömer’in oğlu, ben seni bilirim, sen ç arşıyı-pazarı sevmezsin. Ç ünkü ç arşı pazarda yalan yere yemin edilir, şeytan fazla dolaşır, aldatmaca olur, şunu olur, bunu olur; Hayrola, nedir yâni, ne sebepten kalk pazara, ç arşıya gidelim diye istiyorsun?” diye sıkıştırıyor.

Diyor ki, Abdullah ibn-i Ömer RA;

“—Selâm veririz, ecir kazanırız...”

Kalabalık var orada, “Es-selâmu aleyküm!.. Es-selâmu aleyküm!.. Es-selâmu aleyküm!” diyecek, her gördüğü şahısla selâmlaşacak, ecir kazanacak. Onun için “Kalk, ç arşıya gidelim!” diyor.

 

E, tabii kuru bir selâm, kuru bir selâmdır ama, o iyiye çıkar sonra... Bir de fıkrası var:

Adamın birisi yolda gidiyormuş, bakmış kenarda bostanda birisi -işte kavun, karpuz, üzüm filân var- orada duruyor.

“—Es-selâmu aleyküm!” demiş.

Bostandaki, “Ve aleyküm selâm!” dememiş. Yolcu yürümüş gitmiş, Bostandakinin arkadaşı, yanındaki diyor ki;

“—Niye ‘Ve aleyküm selâm!”  demedin?”

Diyor ki:

“—Ben ‘Ve aleyküm selâm!” desem, söz sözü aç ar, tanışıklık olur. Tanışıklık olunca, ikram etmek gerekir. İkram etmek gerekince, ya üzüm vereceğim, ya karpuz vereceğim, ya kavun vereceğim diyor.

Tabii, o cimrilik yapmış.

 

Yâni, bir kuru selâm gibi gelir sana, ama sen bir;

“—Es-selâmu aleyküm dersin.

O da;

“—Ve aleyküm selâm” der.

“—E, nerelisin? Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? Ne iş yaparsın?..” falan derken, bakarsın iki müslüman bir yerde karşılaşıvermiş. Ondan sonra, kol kola bir tarafa gidiyorlar. Müslümanlık böyledir.

Yâni, iki İngiliz, dünyanın bir ucundan öbür ucuna aynı yerde, yan yana, omuz omuza gitseler; birisini ötekisi ile başka birisi gelecek tanıştıracak. Tanıştırmadan selâm vermez, konuşmaz, görüşmez, ahbaplık kurmaz; ama müslüman müslümana:

“—Es-selâmu aleyküm!” der.

Ötekisi0

“—Aleyküm selâm!” der.

Ondan sonra, söz sözü aç ar ve arkasından ahbap ç ıkarlar. Beraber:

“—Ezan okundu şu camiye gidelim!” derler.

Ondan sonra, o ona bir ikramda bulunur; muhabbet olur.

 

Muhabbetin demek ki ilk vesilelerinden birisi, selâmlaşmak... Onun için, selâmı biz de yaygınlaştıralım, selâm verelim! Selâmın arkasında, altında yatan mânâyı da düşünelim!.. Selâm, “Es-selâmu aleyküm!” demek ne demek?.. “Allah’ın selamı, selametliği, esenliği senin üzerine olsun. Yâni, sen gamlardan, kederlerden, dertlerden, belâlardan sâlim bir insan ol! Ben sana bunu temenni ediyorum!” demek.

Nitekim, temenni ediyorsun da... Meselâ, Hocamız Rh. A derdi ki;

“—Birisi denize düşmüş, sen de rıhtımdan yürüyorsun; çırpınıyor adamcağız... Yüzme de bilmiyor, boğulmak üzere, can derdine düşmüş. “Es-selâmu aleyküm!” dedin denize düşmüş adama, yürüdün gittin. Olur mu? Olmaz... Orada “Es-selâmu aleyküm!” diyecek yerde, elini uzat adamı çek, çıkart. Boğuluyor, canı gidecek.

Yâni, selâmın kuru mânâsına takılma, altında yatan mânâyı anla!.. Altında yatan mânâ, müslüman kardeşinin selâmetliğini sağlayacak şey ne ise, onu yapmak. Derdi varsa, derdine yardımcı olmak... Hastaysa şifa ara, borç luysa çaresine bak!..

 

İbn-i Abbas RA i’tikâfta idi, Peygamber SAS Efendimiz’in mescidinde... Peygamberimiz’in vefatından sonra... Birisi geldi kapıdan iç eri, benzi sararmış, yüzü üzüntülü.

Diyor ki Abdullah ibn-i Abbas RA:

“—Seni üzüntülü görüyorum, hayrola, neyin var? Sıkıntın mı var?”

“—Evet, bir sıkıntım var” diyor.

“—Nedir?..”

“—Bir kimseye borcum vardı, vâdesi geldi, hàlâ o borcumu ödeyemedim. O da sıkıştırıyor, ne yapacağımı şaşırdım; üzülüyorum.”

Ona diyor ki:

“—Ben o şahsı tanırım. İster misin, [1]gideyim rica edeyim; sana borcunu tehir etsin!”

“—Ç ok makbule geç er, iyi olur!” diyor.

İbn-i Abbas RA mescidden ç ıkıp, o adamın evine doğru yürümeye başlayınca, o zat diyor ki:

“—Ya İbn-i Abbas, sen i’tikâftasın, böyle i’tikâf esnasında mescidden ç ıkınca i’tikâf bozulur. İbadetin bozulacak, aman!”

İbn-i Abbas RA, Peygamber Efendimiz’in kabrini gösteriyor, diyor ki:

“—Ben şurada yatan zattan, bizzat şu kulaklarımla işittim ki, bir müslümanın, bir müslüman kardeşinin işini görmesi, şu kadar i’tikâftan hayırlıdır!” diye bir büyük rakam söylüyor.

Şu anda o rakamı söyleyemeyeceğim size. İşte müslüman, müslümana selâm verirken, arkasında bu mânâyı düşünüp selâm verecek. Sıkıntıdaysa, yardımına koşacak...

 

İkinci bir ç aresi vardır, muhabbetin artması için, o da hadis-i şeriflerde tavsiye edilmiştir: Hediyeleşmek... Sen ona bir hediye verirsin, onun sana kırgınlığı geç er. Sen de bir fırsat kollarsın, ona bir hediye verirsin; onun sana muhabbeti artar, böylece iş gider... Yâni, muhabbet tarafına doğru gider.

Kusur görmek, kin tutmak, eski hatıraları bir türlü unutmamak iyi değil.

“—Ben onunla sekiz sene evvel hacca gitmiştim de, o bana hac yolunda şöyle etmişti.”

Vay kindar vay!.. Aradan sekiz sene geç miş, hâlâ unutmamış, hâlâ müslüman kardeşinin o şeyini düşünüyor. Allah ıslah etsin... Yâni, biraz müslüman saf görünecek. Kendisi saf olmasa bile, müslümanlığın vasıflarından birisi, aldanır görünecekmiş. Aldanır mı?.. Müslüman feraset sahibidir, aldanmaz ama; unutmuş görünecek, hatırlamamış görünecek, aldanmış görünecek, anlayamamış gibi davranacak ki, muhabbet bozulmasın. Müslümanlar arasındaki muhabbet devam etsin.

 

c. Şeytanın Faaliyeti

 

Bir hadis-i şerif daha:

 

RE. 283/3 (Dehale iblîsü’l-ırak, fekadà hâcetehû fîhâ; sümme dehale’ş-şâm, fetaradûhu hattâ beleğa beysân; sümme dehale mısra, febâda fîhâ, ve ferreha; sümme basada abgariyyehû.)

İbn-i Ömer RA’dan rivâyet edilmiş. Peygamber SAS Efendimiz bu hadis-i şerifinde buyuruyorlar ki:

“Şeytan, iblîs aleyhi’l-la’neh Irak’a girdi.” Irak mâlum bir memleket adıdır. O beldeye girdi, (fekadà hâcetehû) orada işini gördü, ihtiyacını giderdi. Demek, ne için girdiyse; tamam muradına ermiş Irak’ta...

(Sümme dehale’ş-şâm) “Sonra Şam’a girdi.” Şam da Hicaz’ın şimâlinde olan mıntıkaya verilen isimdir. Bir şehrin adı değildir, mıntıkanın adıdır. “Oraya geldi, (fetaradûhu) oranın mü’minleri şeytanı oradan kovdular, orada işini göremedi.” Oraları böyle, evliyaullahın ç okç a olduğu yerler imiş. (Hattâ beleğa bi-beysân) “Nihayet, Beysan denilen kabileye, şehre, yerleşme yerine geldi.” Yâni, oraya kadar sürmüşler, ç ıkarmışlar.

(Sümme dehale mısra) “Sonra Mısır’a girdi, (febâda fîhâ) orada yumurtladı (ve ferreha) ve civcivledi. (Besata abkariyyehû) Sonra yalanının, şeytanlığının, mel’anetinin gereği neyse, onu en iyi şekilde orada yaptı.”

Böyle bir hadis-i şerif. Hocamız yazmış, biz de mânâsını söylüyoruz. Öteki hadis-i şerife geç iyoruz.

 

Allah cümlemizi şeytanın şerrinden hıfzeylesin... Şeytan Mısır’a gider de, Türkiye’den uzak mı durur? Herkesin yanında... İç inde de var, yanında da var. Camide de var, caminin dışında da var. Ezan okunduğu zaman, ezanın duyulmadığı yere kadar kaç ar, ezan bittikten sonra gelir. Kamet getirildiği zaman kaç ar, kamet bittikten sonra gelir. Müslümanın namazı esnasında, aklına başka vesvese verir. Dükkânı düşündürür, işini düşündürür, yarın yapacağı işi düşündürür, huzuru bozar. Şeytan her yerde... Allah şeytanın düşman olduğunu bilerek, düşman ittihaz ederek, onun şerrine karşı kendini koruyup kollayan, şeytanın aldatmacasına uymayan insanlardan etsin bizi...

Şeytan ne yapar?.. Evvelki derslerimizde de ç ok ç ok söylüyoruz; ama ne kadar söylesek o kadar kârlı. Şeytan insanı günaha düşürmeye ç alışır. Allah’a àsî etmeye ç alışır. Neden?.. Kendisi asi oldu ya, cehenneme yoldaş arıyor kendisine... Kendisi isyan etti, kendisi Adem AS’a secde etmedi, kendisine şimdi cehennemde yanacak başka arkadaşlar arıyor.

Ne yapar? Nasıl aldatabilirse öyle aldatmaya ç alışır. Elinden nasıl gelirse...

“—Namaz kılma!” der.

Dinlemezsen;

“—Ç abuk kıl!” der,

“—Ç abuk kılmayacağım!” dersen;

“—Ç ok geç  kıl!” der.

“—Öyle yapmayacağım!” dersen

“—Herkesin gördüğü yerde kıl! Herkes görsün!” der, gösterişe düşürmek için...

Hasılı, eninde sonunda, ne yapıp yapıp, bir noktadan àsî etmeye ç alışır. Onun için, uyanık olması lâzım insanın, daima aç ıkgöz olması lâzım!..

 

Aç ıkgöz olmadan ahiret kazanılmaz. Yâni aptalca durarak, gevşek durarak, boş bulunarak ahiret kazanılmaz. Ahiret de zekâ işidir. Allah’a iyi kulluk etmek de zeki insanların kârıdır.

 

(İnnemâ yahşa’llàhe min ibâdihi’l-ulemâ’.) “Allah’tan en ç ok, alim olan kulları korkarlar.” (Fâtır: 28)

Cahil; her işi hatadır. Kaş yapayım derken göz ç ıkartır. Cahilin hali harap, durumu ç ok fena...

Onun için, “hûş der dem” demiş büyüklerimiz. Yâni, bir insan nefes alıp-verirken daima uyanık bulunacak. Yâni, nefesini bile gafletle vermeyecek. Daima uyanık bulunacak, tetikte bulunacak. Nasıl hudutta nöbet beklerken asker tetiktedir; onun gibi tetikte duracaksın. Neden?..

 

(İnne’ş-şeytàne leküm adüvvün fe’ttehizûhu aduvvâ) “Şeytan sizin için düşmandır, siz de onu kendinize düşman edinin, düşman bilin, tedbirinizi alın!” buyruluyor.

“—Huduttaki bir asker, sigarayı yakıp, yan gelip yatar mı?.. Siperden ç ıkar mı?..”

“—Ç ıkmaz.”

 

d. Cennette Efendi ve Köle

 

Evet. Geç elim öbür hadis-i şerife:

 

RE. 283/4 (Dehale racülüni’l-cennete feraa abdehû fevka derecetihi, fekàle: Yâ Rab, abdî fevka derecetî? Fekàle cezeytühû bi amelihî, ve cezeytüki biamelik.)

Ebû Hüreyre RA’den rivâyet olunduğuna göre Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki;

“Bir adama cennete girmiş; ama bir de bakmış ki, kölesi onun derecesinden daha yukarıda. Cennette...” dünyada kendisine hizmet eden, o üstü başı hırpani, emir verip bağırıp ç ağırdığı kölesi kendisinden daha yukarıda, cennete; daha üstün bir dereceye dahil olmuş... Diyor ki:

“—Ya Rabbi şu benim kölemdi, benden yüksek derece almış.”

İkisi de cennete girdiklerine göre, iyi insanlar bunlar. Cennetlik insan yâni. Dünyadayken Allah’a isyan etmemişler, itaat etmişler, cenneti kazanmışlar; ama köle daha yukarıda. Daha üstün dereceli, efendi daha aşağıda, diyor ki;

“—Yâ Rabbi! Bu benim kölem; ama daha yukarı ç ıkmış.”

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden hitâb-ı izzet vaki oluyor ve buyruluyor ki:

“—Ben onu ameliyle mükâfatlandırdım, seni de senin yaptığın amelle mükâfatlandırdım. Demek ki, sen biraz az ç alışmışsın, o ahiretine biraz daha fazla ç alışmış.”

 

Bu dünyada insanın gözü kör olur, ayağı topal olur, malı az olur, üstü hırpani olur, yüzü ç irkin olur, şöyle olur, böyle olur; ama ameli güzel olursa, Allah’a ubûdiyyeti yerinde olursa, saygısı, edebi yerinde olursa; parası ç ok insandan daha öne de geç ebilir. Yâni, bu dünyada köle iken, öbür tarafta efendi olur. Bu dünyada aciz iken, öbür tarafta bey olur, paşa olur, padişah olur, ahiretin sultanlarından olur.

Onun için, bu hadis-i şeriften bize ç ıkan ders nedir? Cennet için, cennetteki daha yüksek derecelere ç ıkmak için, daha ç ok gayret sarf etmek... Ondan sonra, Allah’ın hiç  bir kulunu, kendimizden hor hakir görmemek...

Bilemeyiz ki...

“—Evet, onun tahsili benden az; ama ya Allah onu benden daha ç ok seviyorsa, ya o Allah’a daha ç ok geceleri ağlayıp, sızlanıp, münacaatta bulunup daha yüksek mânevî derece edinmişse...”

Bilemezsin ki... Hiç  bir kulu hor görmeyeceğiz. Her gördüğümüzü Hızır bileceğiz, bileceksiniz; her gecemizi Kadir bileceğiz, o geceyi ihya etmeye, ihmal etmemeye ç alışacağız. Ç alışacağız, ç alışacağız da inşaallah, Allah-u Teàlâ Hazretleri lütfuyla, cennetiyle bizi mükâfatlandıracak, cemâliyle müşerref edecek.

 

e. Borç  Vermek Sadakadan Daha Sevaplı

 

Bir hadis-i şerif daha okuyalım! Hadis-i şerifler ç ok güzel ama, zaman uzayınca, sizi de bıktırmaktan korkuyoruz:

 

RE. 283/5 (Dehaltü’l-cennete) Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki; “Cennete girdim, (feraeytü alâ bâbihâ mektûben) Cennet’in kapısında gördüm ki şöyle yazılmış: (Es-sadakatü bi-aşeretin) Sadaka on misli ile mükâfatlandırılır. (Ve’l-kardu bi-semâniyeti aşer) Borç  ise on sekiz misli ile mükâfatlandırılır.

(Fekultü) Peygamber Efendimiz bunun üzerine mihmandarı olan, yanında bulunan Cebrâil AS’a sormuş: (Yâ cibrîlu keyfe sâreti’s-sadakatü bi-aşeretin, ve’l-kardu bi-semâniyete aşer) Nasıl oldu da sadaka on misli ile mükâfatlandırılıyor, borç  vermek on sekiz misli ile mükâfatlandırılıyor?” Borç ta sonra para sahibine geri gelecek. Borç  veriyor, sonra alacak. Sadaka tamamen gidiyor.

Neden o on misli ile mükâfatlandırılıyor da borç  verdiği zaman on sekiz misli oluyor sevap? Yâni, aşağı yukarı, iki misline yakın. On, on sekiz; yirmi olsa, tam iki misli olacak. İki mislinden biraz az. Niye borç  vermek daha iyi?

 

Bunun üzerine, bakın cevaba; (Kàle) Cebrâil AS cevaben dedi ki;

(Li-enne’s-sadakate takau fî yedi’l-ganiyyu ve’l-fakir) “Ç ünkü sadakayı sen verirsin; ama zengin mi, fakir mi? Bazen zenginin eline düşer, bazen fakirin eline düşer.” Yâni, sen fakir diye verdiğin sadaka, bazen aslında sadakaya müstahak olmayan, şer’an zengin sayılan insanın eline düşer. Zengine vermiş olursun aslında... Tam yerini bulmayabilir. Bazen fakirin eline düşer, bazen zenginin eline düşer; (ve’l-kardu lâ yekaû illâ fî yedi men yahtâce ileyhi) amma borç  verdiğin zaman, borç  ancak ona ihtiyacı olan kimsenin eline geç er.” 

 Besbellidir, adam borç  istiyor, muhakkak ihtiyacı var, kıvranıyor da ondan... Bir ihtiyacı giderdiği için, onun ecri daha fazla oluyor.

Onun için kardeşlerimiz birbirlerine borç  verme hususunda, bu hadis-i şerifi hatırlarında tutsunlar. Gerç i bu devrin ekonomik sistemi, borç  vermeyi de bir hayli frenledi. Ç ünkü para, senenin başında yüz lirayla on tane filanca şeyden alıyorsun, on tane ekmek alıyorsun farz edelim; senin sonunda paranın değeri düşüyor, düşüyor beş tane alamıyorsun. Yâni, ekmeği bırakalım da başka bir şeye kıyas edecek olursak, böyle oluyor. Paranın hakiki değeri sabit kalmıyor. Yâni, hakiki değeriyle, üstünde yazılı değeri aynı kalmıyor. Adı gene yüz oluyor fakat on veya elli veya otuz değerine düşmüş oluyor. O yüzden kimse de vermek istemiyor.

“—Verirsem, param azalacak...” filan gibi bir düşünce. Artık bunun ç zümü nasıl olur bilmem; ama mümkün mertebe insan borç  vermek suretiyle bu ecirden faydalanmaya ç alışsın.

 

f. Cennetteki Üç  Satır Yazı

 

Cennetle ilgili bir hadis-i şerif daha var, onu da söyleyip, dersimize son verelim:

 

RE. 283/6 (Dehaltü’l-cennete) “Cennete girdim (feraeytü fî àrıdati’l-cenneti mektûben selâsetü esturin.) “ve cennetin kapısının iki tarafında, şu üç  satırın yazılmış olduğunu gördüm:” Neyle yazılmış? (bi’z-zehebi) “Altınla yazılmış olarak”  şu üç  satırı görmüş Peygamber Efendimiz:

1. (Es-satru’l-evvelü lâ ilàhe illallàh muhammedü’r-rasûlüllah) “Birinci satırda, kelime-i tevhid var. Lâ ilàhe illallàh muhammedü’r-rasûlüllah.” Allah’tan başka mâbud yoktur, maksud yoktur, Muhammed SAS Efendimiz onun hak elç isidir. Onun vazifelendirdiği, insanlara gönderdiği hak rasûlüdür yazılı. Cennetin kapısı da böyle, altınla yazılmış; ilk satır...

2. Sonra, (ve’s-satru’s-sânî) “İkinci satır: (Mâ kaddemnâ vecednâ, ve mâ ekelnâ rabihnâ, ve mâ hallefnâ hasirnâ)” yazılıymış. Burada bu ibare cennet ehlinin, insanların ifadesi... Ağzından ç ıkan söz...

(Mâ kaddemnâ vecednâ) “Dünyada ahiret için ne amel yaptıysak, ahirete ne gönderdiysek önceden (vecednâ) burada bulduk onları. Sadaka verdik karşılığını bulduk, namaz kıldık karşılığını bulduk, oruç  tuttuk karşılığını bulduk... Yâni, dünyada yaptığımız her hayrın; mâli hayrın, bedenî hayrın karşılığını burada gördük.” Demek ki iyiliklerin hepsinin orada karşılığı var.

(Ve mâ ekelnâ rabihnâ) “Dünyadayken yediklerimiz de yanımıza kâr kaldı. Onlardan da kâr ettik.

‘—El-hamdü lillâh, helâlinden kazanmıştık.’ Hayr u hasenat yaptıysak zekat, sadaka, vesaire tarzında; onun karşılığını burada bulduk. Orada yemiş olduğumuz da yanımıza kar kaldı ç ünkü; aç  kalmadık, karnımızı doyurduk, günümüzü gün ettik... o gün geç ti, tok olarak geç tik El-hamdü lillâh.”

 

Üç üncü cümle, üç üncü kısmı ç ok önemli:

(Ve mâ hallefnâ hasirnâ) “Geride bıraktığımızdan hüsrana uğradık, ziyana uğradık.”

Bunu biraz izah edelim... İnsan elindeki malı ya hayra sarf eder ahirette ecrini görecek veyahut helalinden kendi ihtiyacına sarf eder, bu dünyada rahat edecek o malla; ama geriye bıraktı mı, o onun ziyanı oluyor. Ç ünkü o hayrı yapmaktan mahrum kalmış oldu. On milyonun vardı, bir milyonunun hayra harcadın, bir milyonunun yedin, sekiz milyonunun geriye bıraktın; ahirette,

“—Tuh!” diyecek yâni, “Ah, vah!” edecek. “O kadarı da keşke hayır yapsaydım da cennette şu kadar bir derece alırdım. Şöyle olurdu, böyle olurdu.” Hüsran olacak orada kendisine, ziyan olacak, üzüntü mevzuu olacak. Bir de tabii, haramdan vesaireden filansa tabii ayrıca hesabı falan ayrı. Yâni, o hayrı yapamamaktan dolayı bir hüsran olacak.

 

3. (Ve’s-satru’s-sâlis) “Üç üncü satırda da şöyle yazılıymış:

(Ümmetün müznibetün ve rabbun ğafûr) Günahkâr bir ümmet; ama ç ok ç ok mağfiret edici bir Mevl┠bu kimin için, işte biz müslümanlar için... Biz müslümanlar, Peygamber SAS Efendimiz’e bağlı, aciz, naç iz insanlarız; ahir zaman ümmetiyiz biz. Bizden önceki ümmetler içinde ne kahramanlar, ne sàlihler, ne müttakî kullar geç miş; ne kadar güzel kulluklar etmişler Allah’a... Ömürlerini öyle geç irmişler. Bizim dünyamız, ç alkantılı, kırlı, aldatmacalı bir dünya. Bizim o günahlara bulaşmadan yaşamamız ç ok zor, pek ç ok hatalar günahlar; ama o günahların hepsi bağlı olduğumuz zat-ı muhterem Rasûlüllah SAS Efendimiz’in hürmetine yine hoş görülüyor. Yâni, günahkar bir ümmet; hataları şeyleri ç okç a; (ve rabbun ğafûr) ama Mevlâ ç ok ç ok mağfiret edici.

 

Tabii, ona karşı günah işlemek de ayıp. Bunca nimet veriyor Allah, biz de günah işliyoruz. Hiç  yakışır mı yâni, şu hiç  bir insafa sığar mı? Göz vermiş, kaş vermiş, akıl vermiş, ihsan vermiş, sıhhat vermiş, evlat vermiş, mal vermiş, vermiş, vermiş... E, teşekkür etmemiz gerekirken; isyan ediyoruz. Ayıp!..

Allah bizi utanç  verici durumlara düşürmesin... Ama tabii beşeriz, nefsimiz var, şeytan var, aldananlarımız, zaman zaman aldanıyoruz, aldanılıyor, eğer hatalarımız, kusurlarımız varsa, oluyorsa, olmuşsa; ki, olmuştur, Mevlâmız cümlemizi afv u mağfiret eylesin ve bundan sonraki ömrümüzde günah işlememeye bizi muvaffak eylesin...

Daimâ tevfîkıni yâr ve refîk eylesin... Daima rızası dairesinde dolaşmak, rızasının haricine ayak basmamak cümlemize nasib eylesin... Son nefeste kendisinin sevdiği, râzı olduğu, verdiği lütufları, şeyleri görerek, memnun ve mesrûr olarak kendisine kavuşmamızı bizlere lûtfen ve keremen ùliyâkatımız olmadığı haldeù lütuf ve ihsan eylesin...

Fâtiha-i Şerife mea’l-besmele-i şerîfe!..

 

* M. Esad Coşan Hocamızın irşad vazifesine başladıktan sonra İskenderpaşa'da yapmış olduğu ilk sohbet.

 

 

 Doç. Dr. M. Esad Coşan

21. 12. 1980 - İskenderpaşa

 

Dervişân