MESLEĞİNİZİ İSLÂM’IN HİZMETİNE VERİN

Prof. Dr. Mahmud Esad COŞAN Rh.A

(İktisatçılara Sohbet)

Aziz ve sevgili gençler!

Allah hepimizi sevdiği kullardan eylesin... Allah’ın rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı dünyada ahirette üzerinize olsun...

İslam’ın en önemli sevap kaynaklarından birisi de müslümanların birbirlerini Allah rızası için sevmesi, Allah için dost olması, kardeşlik eylemesidir. Müslüman, Müslümanı ziyaret ettiğinde Allah’ın sevdiği bir insan olur. Ziyaretin ötesinde, tabii ki ticaret gelir, işbirliği gelir, müşterek teşebbüsler gelir. Çünkü, “İki kişi birbirleriyle ticari ilişki tesis etse, şirket kursa, ben üçüncüsü olurum.” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.Üçüncü ortak, görünmez ortak Allah-u Teàlâ Hazretleri.

Türkiyemizde yalnız batı düşünce tarzları ve değerlendirmeler vardır. O değerlendirmelerden birisi de bu 20. Yüzyıl’ın eğitiminde (materyalist eğitiminde) yâni ben gördüğüme inanırım düşüncesi ve felsefesinde esas olan fen ve teknik. Dolayısı ile rağbet ona olmuştur. Fen ve tekniğin bir takım başarıları insanın gözlerini kamaştırdığı için, bütün ilimler fenden ve teknolojiden ibaret sayılmıştır. Hatta müsbet ilim isimlendirmesi bile yanlıştır. Çünkü ilmin menfisi olmaz. Bu doğru değildir!

Benim demek istediğim şudur: İnsan ilimleri ve sosyal ilimler, madde ilimlerinden daha üstündür. Türkiye’de Sosyal İlimler ihmal edilmiştir. Halbuki, bunların sonuçlan fevkalade önemli. Rusya’nın yıkılışını bir eski bakanla müşahade ediyorduk: “Niye yıkıldı?” diye sordum. “Ekonomisi çöktü” dedi. Yani hesap, planlama ve iyi bir bütçe yapmadıkları için. Teknoloji var, atom var, uzay teknolojisi var, her şey mevcut, ama Rusya çöktü. Çünkü ekonomisini ayarlayamamış.

O bakımdan İslamî hizmetlere girdiğimiz zamandan beri, benim de dikkatimi sosyal ilimler ve bunun içinde, çoğumuzun sahası olan İktisat, işletme gibi konular dikkatimi çekiyor. Kurduğumuz hayır müesseseleri, vakıflar ve şirketlerin hepsinde başarının ekonomi tabanına bina edildiğini görüyoruz. Yani taban sağlam olmadığı zaman onun üzerine bir bina inşa edemiyorsunuz, başarı sağlayamıyorsunuz inşa etseniz bile yıkılıyor.

Elbet biliyoruz ki hayatın gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Yani hayatımızı Allah’ın rızasına uygun sürdürmeliyiz. O halde acaba hepimiz Kur’an İlimleri, Hadis ilimleri mi öğrenmeliyiz?.. Elbette Kur’an-ı Kerim, Allah’ın bize hitabı olduğuna göre, adeta ondan bize bir mektup olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’i bilmeliyiz. Bu bütün müslümanların, meraklı her insanın vazifesidir.

Ama bizim dinimizin çok önemli konularından birisi de şudur ki: Müslümanlar bütün ilimlerle ilgilenecekler, eğer müslümanlar, herhangi bir alanı ve çalışma dalını ihmal ederlerse, bütün müslümanlar bu olaydan dolayı suçludur. Çünkü kimin ihmal ettiği belli değil, herkes başka bir işe kaçmış ve ihmal etmiş... Bu bakımdan bütün ilimleri, müslümanlar aralarında işbölümü yaparak öğrenmeleri ve mütehassısı yetiştirmeleri gerekiyor. İlimlerin hiçbirisini küçümsememek gerekiyor. Dedelerimizin sözüyle meseleyi açıklayalım: “Bir çivi bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir yiğit kurtarır, bir yiğit bir vatan kurtarır.” diye açıklamışlar. Küçük zararlar engellenmediği zaman büyüyüp, büyük felaketlere yol açar. Büyük gedikler oluşur o bakımdan her dalda bilgi sahibi olacağız.

O halde her müslüman fert olarak Kur’an’ı, Hadis’i, Fıkh-ı İslâmiyyeyi kendisine lazım olduğu kadar severek öğrenecek. Çünkü herkesin mesleği var. Batılıların sporları var, hobileri var... Mesela bir batılı devlet adamı, sabahlan eşofmanlarını giyip, koşabiliyor, bazıları sanatla uğraşıyorlar. Bizde de mesela Abdulhamid —cennet mekan— tahta işleri yapmayı severmiş ve çok nefis eserler ortaya koymuş.

O halde, bizim de her birimizin görevi dinimizi öğrenmek olacak, mutlaka sağlam ve sıhhatli bir dini bilgi kazanmış olacağız. Ondan sonra sahip olduğumuz diğer mesleğimizle... Herkes Allah’ın dinine ve müslümanlara nasıl ve ne şekilde faydalı olabileceğini düşünecek.

Kur’an-ı Kerim’de Saff Sûresinde Allah CC buyuruyor ki:

Bi’smillahi’r-rahmâni’r-rahîm,

يَا أَيهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا أَنْصَارَ اللَّهِ

(Yâ eyyühellezîne âmenû kûnû ensâra’llah) “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun.” (Saff 61/14)

Allah yaradanımız olduğuna göre, bize gücü, kuvveti kendisi verdiğine göre, hatta başımızdan geçecek olayları planlayan, mukadderatı takdir eyleyen kendisi olduğuna göre, bizim kendisine yardım etmemiz mümkün değil, tasavvur bile edilemez. Ama burada Allah’tan Mü’min kullarına bir iltifat var: Siz iyi müslüman olursanız, müslümanlara yardımcı olursanız, dinin yayılması için çalışırsanız, bana yardım etmiş gibi olursunuz.

Nitekim, bu konuda bazı Hadis-i Şerifler de vardır:

عن ابى هريرة رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم

ان الله تعالى يقول يوم القيامة: يا ابن آدم، مرضت فلم تعدنى قال: يا رب، كيف اعودك وانت ربُّ العالمين؟ قال: اما علمت ان عبدى فلانًا مرض فلم تعده اما علمت انك لو عدته لوجدتني عنده؟ يا ابن آدم استطعمتك فلم تطعمني قال: يا رب، كيف اطعمك و انت رب العالمين؟ قال: اما علمت انه استطعمتك عبدى فلانٌ فلم تطعمه اما علمت انك لو اطعمته لوجدت ذلك عندى؟ يا ابن اۤدم، استسقيتك فلم تسقني قال: يا رب، كيف أسقيك وانت رب العالمين؟ قال: استسقاك عبدى فلانٌ فلم تسقه اما علمت انك لو سقيته لوجدت ذلك عندى؟ [1]

Kıyamet gününde Allah bir kuluna buyuracakmış ki:

“—Ey kulum! Ben acıktım, ama sen beni doyurmadın.” Diyecekmiş ki kul şaşırarak: “Aman Ya Rabbi, yâni sen âlemlerin Rabbisin, Sen acıkır mısın? Ne zaman acıktın? Ben Seni nasıl doyuracaktım?”

“—Benim sevdiğim falanca kul dünyadayken sana gelmişti, açtı, perişandı, fakirdi... Sen de zengindin, elinde imkânın vardı... Onun açlığını gidermedin. Onu doyursaydın, beni doyurmuş olacaktın.”

Bir başka kişiye, diyecekmiş ki:

“—Ben hastalandım, beni ziyaret etmedin.”

Kul, şaşırarak diyecekmiş ki:

“—Ya Rabbi, Sen âlemlerin sahibisin, hastalanamazsın, ne zaman hastalandın? Ben nasıl ziyaret etmedim?..”

“—Dünyada sevgili kullarımdan falanca şahıs vardı ya, o hastalanmıştı, sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etmiş olsaydın, benim rızamı kazanmış olacak, beni ziyaret etmiş olacaktın.”

Demek ki, Allah’a yardım etmek, müslümanların ihtiyacına koşmak, müslümanlara şefkatle yaklaşmak demek, Allah’ın dininin korunması, yayılması ve gelişmesi için çalışmak demektir. Şimdi bizim —müslümanlar olarak— asıl görevimiz bu olduğu için, elimizdeki mesleklerimiz; Mesela ben Edebiyat Fakültesi’nden mezunum, Arap-Fars Filolojisi’nde okudum. Elimizdeki meslekleri İslâm’ın hizmetinde nasıl kullanabileceğimizi düşünmeliyiz. Edebiyatçı kalemiyle hizmet edecek, mühendis mesleki bilgilerini İslam’a uygulayacak. Doktor müslümanların tedavisiyle meşgul olacak, ziraatçi müslümanların zirai alandaki ihtiyacını karşılayacak vs...

Siz de müslümanların kalkınmasını planlayacaksınız. Daha önce Türkiye’de iktidarlar geldi geçti ve bu iktidarlara sizden önceki ağabeyleriniz katıldılar, bakan oldular, fabrikalar kuruldu. Ama bugün başka partilerin yaptığı gibi yapılmadı. Yani bugün her bakan, kendi partisine mensub insanları kendi kurumuna yerleştirmeye bütün hızıyla devam ediyor. Kendisinden olmayan memurlara kıyım yapıyor, kendi adamlarını yerleştiriyor. Kendisinin söz verdiği seçmene faydalı olmaya çalışıyor, kanunları, adaleti çiğniyor... Gazetelerde her gün şikayetleri görüyorsunuz: Filanca bakanlıktaki partizanlık, filanca yerdeki yanlışlık, adaletsizlik, sahtekârlık, hile vs...

Şimdi bizimkiler fabrika kurdu ama, o fabrika komünistlerin eline geçti, yada masonların eline geçti. Yâni o fabrika müslümanların işine yaramadı. O halde ne yapmak gerekiyor?.. Müslümana yardım etmek gerekiyor. O halde biz önce kendi kardeşimize yardım etmek mecburiyetindeyiz. Kendimize hizmet etmeliyiz. Bu zaten Allah’ın bize yüklediği bir vazife. Bakın: “Hudutta nöbet tutan bir göze cehennem ateşi değmeyecek.” buyruluyor bize Peygamber Efendimiz SAS tarafından. Neden nöbet tutan biri cennete giriyor da cehenneme girmiyor?.. Çünkü hududun gerisindeki müslümanlar o kişi hudutta beklediği için huzur içinde yaşıyorlar ve rahatça ibadetlerini yapabiliyorlar... Huzur içinde çalışıyor veya emniyet içinde kendini hissediyor. Onun yaptığı bütün ibadet, hayır ve hasenatın sevabı nöbet bekleyene geliyor. Çünkü bu sebep oluyor. Onun emniyet içinde hayır yapmasına nöbet bekleyen sebep oluyor. Bu bakımdan zihniyetiniz: ‘Tarafgirlik” olacak ama nasıl bir tarafgirlik?.. Allah’ın tarafını tutacaksınız, Mü’minin tarafını tutacaksınız, kafirin tarafını tutmayacaksınız. Hakk’ın taraftan olacaksınız, batılın taraftarı olmayacaksınız. Müslümanın, mazlumun yardımcısı olacaksınız, zalimin yardımcısı olmayacaksınız. Mesleki ve ilmi bilgilerinizi İslam için kullanmayı mutlaka düşüneceksiniz.

Türkiye’de sosyal yapıyı çarpıtan önemli kusurlardan birisi “İlim ile amel” “Bilgi ile uygulama”, “Üniversite ile piyasa” arasındaki kopukluktur. Avrupa’da böyle değildir. Bilimsel bir gelişme derhal uygulamaya konulur. Üniversite, piyasadan oluşan bir problemi derhal alır ve çözer veya üniversitelerde yeni bir icat olmuşsa, bu hemen piyasaya sürülür. Bizde bu yok... Yâni bilgi kafada nazari olarak kalıyor, uygulamaya intikal etmiyor. Bakın bu şahsen kendi mesleğimin “edebiyat” olduğunu söyledim, kendi mesleğimde bu düşüncem ile nasıl hareket ettiğimi de söyleyeyim. Siz kendiniz nasıl hareket etmeniz gerektiğini anlatacaklarımızdan çıkartın. Edebiyat olduğu için saham, İlahiyat Fakültesinde Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü Başkanı oldum, Türk-İslam Edebiyatı...

Edebiyat umûmiyetle, kendi aranızdaki konuşmalarda hafif bir meslek olarak görülür, palavra sayılır, önemsenmez. Doğru değil. Bunun doğru olmadığını ben kendi mesleki hayatımda gördüm. Dedim ki; ben şimdi bir edebiyat doktorası yapacağım. Doçentlik çalışması yapacağım, akademik kademelerde yükseleceğim. Hangi konuyu seçeyim. Bir konuyu seçebilirim, bu tarihin içinde bilmem falanca şairin gazelleri olabilir. Bana ne şimdi o şairin gazellerinden! Dünya değişmiş. Gazel benim karnımı doyurmaz ki. Yani ben gazelleri yazsam ne olacak, divanı neşretsem ne olacak, okusam ne olacak, okumasam ne olacak, roman okusam ne olacak, okumasam ne olacak? Ömür zayiatı. Tabi roman da okunur, roman da yazılır, eğer iyi bir niyetle, İslam’a fayda verecek bir gayeyle yazılmışsa.

Düşündüm, taşındım, kendim tez konusu olarak, öyle bir konu aldım ki. Bugünün meselesiyle, bugünün toplumu ile ilgili, Alevilerle ilgili bir mesele. Ben Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât isimli eserini aldım. 13. Yüzyıl’da yazılmış veya tercüme edilmiş. Tarihten bir konu, ama içindeki konular Alevîlerin bugün Alevî dediğimiz Rafizîlerin yaşayışlarının doğru olmadığını gösteren belgeleri ihtiva ediyor. Nasıl ihtiva ediyor? Bugünün Alevîsi güya Hazret-i Ali RA’yı seviyor. Güya Ehl-i Beyti seviyor, güya Hacı Bektaş-ı Veli’yi seviyor... Ama namaz kılmıyor içki içiyor vs... dinin emirlerini tutmuyor. Halbuki Hacı Bektaş-ı Veli’nin kitabında, bunu, böyle yapmanın yanlış olduğunu gösteren satırlar var. Ben bu konuyu özellikle aldım ki, bugünkü Alevî vatandaşlar, hatasını anlasınlar, doğru yola gelsinler. Namaz kılmaya başlasınlar. Allah’ın emrini tutmaya başlasınlar, Kur’an’ın çizgisine gelsinler.

Ve hakikaten temenni ettiğim gelişme oldu, tezim gazetelerde makale konusu oldu, yazıldı, çizildi. Alimler yazarlar, çizerler, konferansçılar koltuklan altında tezimi alıp götürdüler, okudular, söylediler ve hakikaten Alevi vatandaşlar içerisinden bazılarının namaza başlamasına ve doğru yola gelmesine sebeb oldu. Hatta bir vali geldi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyundanmış. “ Hocam, size teşekkür ederiz.” dedi. “Ben bizimkilere söyledim. Arkadaşlar biz yanlış yoldaymışız. Bak bizim pirimiz meğer içki içmiyormuş, meğer namaz kılıyormuş, gelin durumumuzu düzeltelim dedi ve sonra düzelttik.” dedi.

Demek ki palavra sayılan, boş sayılan, eğlence sayılan Edebiyat dahi bir problemin çözümünde faydalı olabilir, İyi kullanılabilirse. Ama, iyi kullanılmazsa efendim Orhan Veli’nin dediği gibi “Bir de rakı şişesinde balık olsam” diye ömrü böyle geçebilir bir şairin. Kırk yaşında karaciğerini rakı içerek parçalayıp, ziyan olup ölüp gidiverir. Hayatını da mahveder. Hiç bir işe de yaramaz yaptığı çalışmalar. Demek ki, önümüzde iki yol var; ya mesleğimizi İslam’ın emrine vereceğiz, Allah’ın rızası için kullanacağız, doğru olan budur. Akla ve mantığa uygun olan budur. Bizim sizden beklediğimiz budur. Sizin kazancınız olacak yol budur. Ya da çıkmaz bir yola gireceksiniz, şahsi birtakım çalışmalar yapacaksınız, İslâm’la ilgilenmeyeceksiniz. Sonu pişmanlıklarla dolu bir yola sapmış olacaksınız.

Onun için bu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Mesleğinizi iyi düşünün, mesleğinizi hayata iyi uygulayın. Mesleğinizi hayata uygularken “İslam’a hizmet etme” prensibine bağlı kalacaksınız.

Sizden bir misal vereyim: Benim bu günlerde düşündüğüm; biliyorsunuz Hürriyet Gazetesi bir-iki hafta önce yazdı: ABD’de “Stratejik Araştırmalar Enstitüsü” isimli çok büyük bir müessese... Amerikan hükümeti ve CIA ile ilgiliymiş. Araştırmalar yapan bir bilim müessesesi... Araştırmalarını ilgili yerlere veriyor ve orada uygulanıyor. Araştırmalarından devlet atılımlarında istifade ediliyor. Ben bu yazının satırlarını okuyunca şaşırdım. Diyor ki; “1993 yılında Türkiye yaz aylarında harbe girecek. Daha henüz 92’deyiz. Ama bir sene sonraya yönelik bir senaryo diyor. Senaryo demek, bir piyes veya tiyatronun metni demek. Oynanırsa oyun olacak, oynanmazsa teklif olarak kalacak. Çünkü Yugoslavya’daki tecavüz Makedonya, Kosova ve Arnavutluk’a yönelecek, o zaman Balkanlarda savaş çıkacak ve Türkiye de kendini harbin ortasında bulacak” diyor.

Şimdi ben bunu ciddiye aldım. Çünkü bunu sadece ABD söylemiyordu, bugünlerde Genelkurmay Başkanı da söylüyor. “Balkanlardan endişem var, çok büyük savaş çıkabilir.” diye Dışişleri Bakanı da söylüyor ve daha başka kimselerde yapıyor bu tür savaş çalışmalarını. Onun üzerine ben Ankara’ya gittiğim zaman bu meseleyi bilecek kimselerle temasa geçtim, dedim ki: “Bu senaryo ne demek? Yani bu bir ihtimal midir, bir hayal midir, bir proje midir, bir plan mıdır?.. Gerçekten uygulanacak mı? Yoksa arkası fos mu çıkacak? Neyi gösteriyor bu?” dedim. Bakanlık yapmış birisi dedi ki: “Hocam ben sizin bahsettiğiniz Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne 16 yıl önce gittim, o zaman bana: SSCB parçalanabilir, parçalanırsa bir takım Türki Cumhuriyetler ortaya çıkar... Bunu bana 16 yıl önce söylemişlerdi.” dedi. Yani Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, böyle çalışmalar yapan bir enstitü. Bizim o zaman hatırımızdan geçmiyordu, SSCB’nin dağılacağını tahmin etmiyorduk.

Hatta ben 1985’li yıllarda Suriye Diyanet İşleri Başkanı ile görüştüm. Diyanet İşleri Başkanı, Hafız Esed’in (Suriye Devlet Başkanı) iyi geçindiği bir adam. Yaşlı, sakallı... Nakşibendi Tarikatının Şeyhlerindenmiş. Aynı zamanda Kürt asıllı bir Diyanet İşleri Başkanı... Rusya’ya gidip geliyorlar. Rusya ile ittifak yaptıkları için, ittifak yapmış oldukları için Rusya ile alakaları iyi. Onunla bir otelde görüştük Libya’da Suriye Diyanet İşleri Başkanıyla. Bana dedi ki: “SSCB’de öyle güzel gelişmeler var ki, onları siz bilseniz sevincinizden şıkır şıkır oynarsınız.”dedi. Ben de içimden dedim ki Hoca amma atıyor... Dedim ki: “Suriye solcu, SSCB ile işbirliği yapıyor. Bunlar da Hükümet erkanıyla sıkı fikı. Tabii oradaki insanlar bunlara şirin görünüyor. Bunlar da herşeyi tozpembe görüyor, onun için böyle söylüyorlar, dedim, yani benim düşünme tarzım, mantığım, fikrim, idrakim böyle hükmetti. Diyor ki: “Orada ben biri ile görüştüm, konuştum, Allah’ın varlığını varlığını, birliğini anlattım. İslam’dan, müslümanlıktan bahsettim. Sonra oradan bana mektup yazdı: Hocam dediklerini aynen uyguluyorum diye.”

Namaz kılmayı filan tavsiye etmiş, İslâm’ı anlatmış, müslümanlıktan bahsetmiş. Ben bunları fantezi olarak düşünmüştüm ama yedi yıl sonra durum değişti, çok olaylar oldu, işler değişti. Türki Cumhuriyetler ortaya çıktı ve biz eskiden o taraflara bakmazken, yönümüzü çevirmezken, büyük bir yakınlaşma içine girdik. Hatta “Karadeniz Ekonomik İş Birliği (KEİB)“ adlı projeyle ilişkilerimiz gelişti. Yeni bir projeyle, işbirliğine girdik. Hatta zamanla sınırlar filan kalkıp biz bunlarla birleşeceğiz, kaynaşacağız yâni. Şimdi dedi ki: “Evet 1993 yılında harp çıkma meselesi bir seneryodur, yani ihtimaldir. Onlar bir problem olarak meseleyi ortaya koyarlar, bu problemin muhtemelen olan çeşitli çözümlerini elde ederler ve uygun olan çözümü uygulamaya koyarlar. Demek ki ön araştırma yapıyor, uygulamacıların önüne çeşitli dosyalar getirip veriyorlar ve uygulamacılar inceliyor ve bu dosyayı uygulamaya, tatbikat sahasına koyuyorlar. 1993’de harp olabilir mi? Olabilir. Yaz ayında mı olur? Belki yaz ayında olmaz mart ayında olur, onu da bilmiyoruz yani. Olmayabilir mi? Olmama ihtimali de var. Ama bizim Genel Kurmay Başkanı’na bakarsak, Dışişleri Bakanına bakarsak, gazetelerin haberlerini incelersek, öyle hiç de uzak bir ihtimal olmadığını hepimiz kabul ederiz.

Hakikaten Sırbistan’da, Bosna Hersek’te savaş oluyor. Kosova’da durum gerçekten çok gergin. Balkan ülkelerini toplamışız, iki gün önce Cuma Günü ve Balkanlar’da savaş çıkmaması için büyük gayret gösteriyorlar dış politikacılarımız. Aynı şekilde bizim de çalışmamız savaşın çıkmaması istikametinde olmalı veya savaş çıkaracak insanları kendi ülkemizde değil, onların ülkesinde tepeleme çalışmamız olmalı.

Ama bunların hepsi birer planlama işidir. 1993 yılı içerisinde harp olacağını düşünerek, Genel Kurmay Başkanı’nın, Dışişleri Bakanının ve gazete demeçlerinin söylediklerini ciddiye alarak, harp çıkacakmış gibi hazırlıklarınızı yapın, tedbirlerinizi alın.

İktisatçılar harp çıkarsa ne yaparlar? Veya harp çıkmadan önce ne gibi tedbirler alırlar? Bunları iyi düşünün. Kendiniz için düşünün, müslümanlar için düşünün, şu topraklar için düşünün, bu topraklar üzerinde yaşayan mazlum,mağdur millet için düşünün.

Görüyorsunuz, Almanya’daki hava... Gazetelerde bugünlerde güncel... Almanların, işçilerimize karşı davranışı. Bugünkü gazetelerde var. Polisle çatışmaya girmişler bizimkiler ve 50 Türk nezarethaneye alınmış. Yani öldürülen Türkler, nezarete alınan Türkler...

Önümüzdeki yılların çok ciddi olduğunu düşünün. Sizin de çok ciddi görevlerle sorumlu olduğunuzu düşünün. Hoşuma giden bir şiiri vardır Arif Nihat Asya’nın.

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.

Yani niye hâlâ oyunda oynaştasın,eğlencedesin?.. Sen Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın. Bu şiiri ezberleyin. Çünkü bu güzel bir ölçüdür nihayetinde. Yani Fatih İstanbul’u 22 yaşında almıştır. Siz de aşağı yukarı Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşlardasınız.

Onun için kendiniz hor görmeyin. Evet ‘Tevazu” insanın kendisini aşağı görmesidir. Ama göreviniz dolayısı ile mühim bir görev üstlenmişiniz. Yani sizi bu haliniz ile alıp bir şirkete genel müdür yapsalar ve böyle uçaraktan makama konsanız veya falanca yere bakan yapsalar, ne yaparsınız? Şafak atar, ne yapacağınızı şaşırırsınız. Çünkü hiç hazırlığınız yok, hiç ona göre hazırlanmamışsınızdır. 22 yaşında, böyle çok mühim işleri yapacak tarzda yetiştirilmiyoruz ve senelerimiz çok boşa gidiyor.

Halbuki eski insanlar 9-10 yaşında fetva vermeye başlamışlar. Yani öyle yetişmişler ki, 4-5 yaşlarındayken meselelerin içerisine girmişler. İlim öğrenmişler, alim olmuşlar. Kendisine bir mesele sorulduğunda “ dinen bu caizdir veya değildir” diyecek hale gelmişler. Küçük yaşta büyük işler yapabilecek insan olmuşlar.

Bu sabah İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin çocuklarının hayatını okuyorum. Olgunlaşma, ilim öğrenme ve ilerlemenin çok küçük yaşlarda başladığını öğrendim.

Türkiye’deki eğitim yanlışlarında birisi de budur. Ömrü, yılları bozuk para gibi harcayan bir eğitimdir. Çok boş şeylerle geçiyor ve tekrarla geçiyor. İlkokulda okuyorsunuz, ortaokulda aynı şeyi biraz daha geniş okuyorsunuz. Lisede de aynı. Başka diyecek bir şeyleri yok galiba adamların aynı şeyi okutuyorlar.

Halbuki değişmesi lazım. Mesela alın ortaokul kitaplarını, ben ilkokuldayken, ortaokul kitaplarını okudum, derse öyle hazırlanırdım. Biz de yaşımızdan ileri seviyedeki kitapları okurduk. Ortaokuldayken lise kitaplarını okurduk. Lisede iken de üniversite kitaplarını okurduk. Şahsen benim fizik dersine merakım vardı. Nusret ————’nun Teknik Üniversite’de neşrettiği kalın kitabı alırdık ve oradan çalışırdık. Yâni normal şeyi okumazdık.

Neden? Eee zaten biliyorsun, tatmin etmiyor, yani yazılan kitap sizi tatmin etmiyor. Onun için seneler çok kıymetlidir, şimdiye kadar 20-22 sene harcamışsanız, bundan sonra dakikaların bile kıymetini bilin ve iyi hazırlanın. Savaşacakmış gibi hazırlanın, çünkü savaştan bahsediliyor. Genel müdür ya da bakan olacakmış gibi hazırlanın, çünkü bu işleri yapacaklar Merih’ten gelecek değil. Sizler yapacaksınız. Ya güzelce yaparsınız ya da elinize yüzünüze bulaştırır memleketi batırırsınız.

Ermenistan’a buğday sattık ama şimdi dışardan buğday satın alıyormuşuz. Ermenistan, Azerîlere saldırıyor, bizse Ermenistan’a elektrik satıyoruz. Kızıyoruz. Ama kime hesap soracağız. Bir şey istemiyoruz, bizim istediğimizin aksi yapılıyor.

Bunu durdurmanın şekli yolu nedir? Bilmiyoruz. Yani bu aletin komuta odasının dışındayız. Her şeyi dışardan seyrediyoruz. Futbol oynadığınız için, sigara içtiğiniz için, vaktinizi boş geçirdiğiniz için, sinemaya gittiğiniz için, ömrü, yaşları, günleri, saatleri, boş geçirdiğiniz için komuta odasının dışında kalıyorsunuz.

Bunu bir dert olarak, yaşınız müsait olduğu için sizlere söylüyorum.

Sizden ümitliyiz, beraberce düşünün, istişareden hayırlı sonuçlar çıkar. İşbirliği yapın, birlikten kuvvet doğar. Meseleleri geniş düşünün ve derinlemesine araştırın, her yönüyle araştırın. Yabancı dili güzel öğrenin. Yabancı neşriyatı takip edin. Küçüklerinize, Lise, ortaokul ve mahalle arkadaşlarınıza, kendi düştüğünüz hatalara düşmemeleri için tavsiyelerde bulunun. Biz ömrü boşa geçirdik, siz şöyle yapın deyin ve gece gündüz çalışıp, çabalayın.

Türkiye’de bir gelişme var, bu gelişmeyi düşmanlarda kabul ediyor ve korkuyor, korktuğu için de çelmelemeye çalışıyor. Hakiki bir gelişme olmazsa telaşlanmazlar. Almanya bize düşmanlığa kalkmaz yani ateş olsa cebim kadar yer yakar der aldırmaz, korkuyor. Amerika korkuyor, Avrupa korkuyor, Rusya korkuyor. Bizi çelmelemeğe değil, yok etmeye çalışıyorlar.

Sırbistan, Avrupa Devletleri ile gizli anlaşmalar yaparak oradaki müslümanları, nüfusun %10’una indirmeyi düşünmüşler. Avrupa onlara %10’una kadar indirebilirsin diye müsaade etmişler. Sırplar da çatır çatır kesiyorlar. Ama onların amacı % 10’un altında kalmak değil, Balkanlardan tüm müslümanları söküp çıkarmak.

Balkanlar biliyorsunuz bizim eyaletimizdi. Türkiye’nin yanlışlarından bir tanesi daha hudutlarımızın içini vatan sanıp da 75 yıl önce vatanımız olan yerleri defterden silmektir.

Bu da çok yanlıştır. Tuna Vilayetimizi, Mora Eyaletimizi, Belgrad’ı niye defterden silmişiz?.. Niye 50 sene sonra belki alırım diye çalışma yapmamışız? Almanlar istilaya uğradı ama Berlin’i kurtardılar, Almanya’yı kurtardılar ikiye bölünmüşlükten. Şimdi Adriyatik Denizi’ne çıktılar, Slovenya ve Hırvatistan’ı kurarak, onlarla işbirliği yaparak tarihi hayallerini gerçekleştirdiler. Onların hayalleri Baltık Denizi’nden Akdeniz’e kadar bir imparatorluk kurmaktı. Tarihte kurmuşlardı. Şimdi yine çeşitli oyunlarla bu amaçlarına ulaştılar.

AET (Avrupa Ekonomik Teşkilatı) dediler AT (Avrupa Topluluğu) oldu. İşte bu bir iktisat oyunudur, yani sizin işinizdir. Onlar AET diye başladılar. Ekonomik birlikler, siyasi birliklere dönüşüyor. Bu bir kanun, bunu bilin. Onun için İslam âlemi ile ekonomik ilişkileri kurmaya çılışın. Yani sizde İET ( İslam Ekonomik Teşkilatı )’ler ve İT (İslam Topluluğu)’ler kurun. Demek ki sizin Avrupa’daki meslektaşlarınız, kendi ülkelerine güzel hizmet ediyorlar, etmişler onun misali bu.

Bizde sizlerden böyle deha bekliyoruz. Dâhiyane işler bekliyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri tevfîkini refîk eylesin, hayırlara muvaffak eylesin... Ömrünüzü hayırlı, verimli şekilde geçirmenizi nasip eylesin, mutlu ve bahtiyar olmanızı nasip eylesin, cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin...

Es-selâmu aleyküm ve rahmetullah!

29.11.1992 - Hicret Düğün Salonu - İSTANBUL



[1] Müslim, (135) Birr 14, no: 2569; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, c. 6, s. 534, no: 9182; İbn-i Hibbân, Sahîh, c. 3, s. 224, no: 944.

Dervişân