ALLAH'IN DİNİNİ YAYMAK

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A

Eûzü billâhi miheş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...

Aziz ve sevgili ve muhterem kardeşlerim!

Akşam namazını kıldık, yatsı namazını kıldık. Şu anda İslâmî takvim hesaplamalarına, takvim adetine, geleneğine göre bir gün akşam ezanıyla başladığı için, şu anda 1416 hicrî yılına girmiş bulunuyoruz, ilk iki saatini geçirmiş bulunuyoruz. Yâni, yeni bir yılın içine girdik. Bu bir mânevî hal... Elle tutulur, gözle görülür bir şey değil, izâfî bir şey... Zaman dediğimiz şeyin ne olduğunu, filozoflar derin düşünmeğe başladıkları zaman kendilerini kaybediyorlar. Pek de tarif de edemiyorlar. Zaman ne imiş filân diye işler karışıyor.

Şimdi buradan Avustralya'ya telefon açıyoruz, konuşuyoruz: Orda kış, burda yaz... Fesübhânallah!.. Orda gündüz, burda gece... Fesübhânallah!.. Orda cumartesi, burda cuma... Fesübhânallah!.. Yâhu, aynı dünya üzerindeyiz. Bir telefon bağlantısı kurduğumuz yerde mevsim başka, gün başka, saat başka...

Yâni, zaman dediğimiz şey izâfî... Her yerde aynı şey yok... Burada gece, Amerika'da sabah... Acaib bir şey... Dünyayı büyük düşündüğün zaman, bütünüyle düşündüğün zaman, acaib... Kâinâtı daha büyük düşündüğün zaman, o zaman işler daha fazla acaib oluyor.

Şimdi Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'nin Medine-i Münevvere'ye hicretinden 1416 sene geçmiş. O kadar uzaklaştık. O kadar hicrî yıl geçmiş. Ay Dünya'nın etrafında 1416 x 12 defa dönmüş; bu onu gösteriyor.

Yeni bir yıla girdik. İzâfî bir şey... Zaman da izâfî, mekân da izâfî... Allah bu yeni yılımızı hayırlı, mübarek eylesin... Kazançlı eylesin, sevaplı ecirli eylesin... Taptaze yeni bir sayfa açıldı önümüze...

Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret etmiş, Mekke-i Mükerreme'den... Doğduğu yer Mekke... Nerde doğdu Peygamber Efendimiz?.. Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Kabri nerde?.. Medine-i Münevvere'de...

Mekke-i Mükerreme çok mübarek bir mahal... Yeryüzünde ilk mâbedin yapıldığı yer... Bismillâhir rahmânir rahîm:

(İnne evvele beytin vudıa lin nâsi lellezî bibekkete mübâreken ve hüden lil àlemîn. Fîhi âyâtün beyyinâtün makàmı ibrâhîm, ve men dehalehû kâne âminâ, ve lillâhi alen nâsü hıccül beyti menistetàa ileyhi sebîlâ, ve men kefera feinnallàhe ganiyyün anil àlemîn.)

(İnne evvele beytin vudıa lin nâs) "İnsanoğlu ibadet etsin diye yapılmış olan ilk mâbed, ibâdethâne, (lellezî bibekkete) o Mekke'nin yerinde olan, yeryüzünün o eski, kadîm mahallinde yapılmış olan mübarek yapıdır. Kâbe'dir, Kâbe'nin olduğu yerdeki yapıdır. Çok mübarek bir yer...

İbrâhim AS, o mâbedin temelleri üzerinde kendisi inşaatı tamamlamıştır. Zâten orada bir yer var, mübarek bir yer... Zâten, "Çoluk çocuğunu götür, oraya yerleştir!" diye Allah-u Teâlâ Hazretleri emrettiği zaman, o mübarek mâbedin olduğu yere çoluk çocuğunu iskân ettiğini biliyor. Dua etmiş:

(Rabbenâ innî eskentü min zürriyyetî bivâdin gayri zî zer'in inde beytikel muharrem) "Yâ Rabbi! Senin o muhterem evinin yanına çoluk çocuğumu yerleştirdim." diyor. Ev filân görünmüyor o anda... (gayri zî zer'in) Ekin bitmeyen bir vâdiye, taşların arasına çoluk çocuğumu iskân ettim, yerleştirdim." diyor. "Senin evinin, mukaddes mâbedinin yanı." diyor. Mukaddes bir yer... Temelleri görünmese bile, o anda boş gibi olsa bile mukaddes bir yer... Allah öyle mukaddes eylemiş.

Peygamber-i Zîşânımız Mekke-i Mükerreme'ye aşık, çok seviyor Mekke'yi... Çünkü, mübarek yer... Çünkü, kendisi mübarek insan... Allah'ın mübarek kıldığı yeri seviyor. Amma, Allah-u Teâlâ Hazretleri emreylemiş o Muhammedünil Emîn'e... O emîn, o tatlı huylu, güzel huylu, güzel yüzlü, adı güzel, kendi güzel Muhammed-i Mustafâ'ya emretmiş: "Ben seni peygamber seçtim, alemlere rahmetimden dolayı, acıdığımdan dolayı seni vazifeli gönderdim."

(Yâ eyyühel müddessir!) "Ey elbisesine bürünüp de titreyip duran peygamberim! Ne o, vahiy geldi diye niye titreyip duruyorsun?.. (Kum feenzir!) Kalk, Rabbinin emrini insanlara bildir!.. İkaz et, ihtar et, uyar onları, uyandır onları!.. Cehaletten, küfürden, şirkten kurtulmaları için başla söze!.. Kalk, Allah'ın dâvetine başla!.." buyurmuş.

Çünkü, Cebrâil AS'ı ilk gördüğü zaman titremeğe başladı, çok heyecanlandı. Eve geldi, "Örtün benim üstümü!" dedi. Hazret-i Hatice Vâlidemiz elini öptü. Vahiy geliyor tekrar, bırakmıyor peşini...

(Yâ eyyühel müddessir!) "Ey elbisesine sarılıp bürünen peygamberim! (Kum feenzir!) Kalk ayağa!.. Yatma, titreme, gevşeme, kalk; Rabbinin emrini insanlara tebliğ et, onları korkut!.. 'Bak, böyle küfürde devam ederseniz, böyle müşriklikte devam ederseniz, cehennemde cayır cayır yanarsınız!' diye korkut!.. Allah'ın azabını haber ver, ihtar et, ihbar eyle, bildir!" diye emir gelince, ne yapsın?.. Mübarek insan, kimseyi üzmek istemeyen insan, tatlı dilli insan, güleç yüzlü insan... Herkesle iyi geçinen insan, herkesin sevdiği, saydığı insan...

(Ve enzir aşîretekel akrabîn!) "En yakın aşirelerini, sana yakın kavim kabileni çağır!" dediği zaman, çıktı Safâ tepesine, kendi kavmini isim isim çağırdı:

"--Ey falanca oğulları!.. Ey filânca oğulları!.."

Hepsi geldiler. Çünkü itimadlı bir insan, boşuna konuşacak değil... Ciddî bir insan, gayr-i ciddî bir insan değil... Hepsi toplandılar. O da Sefâ tepesinde, şöyle kayalıklarda... Evi yakın zâten; doğduğu ev, Benî Haşim yurdu yakın... Kâbe-i Müşerrefe de yakın... Orda insanlar topplanınca, dedi ki:

"--Ey kavmim, beni tanıyor musunuz?.."

"--Tanıyoruz."

"--Nasıl bilirsiniz?.."

"--Çok iyisin, çok dürüstsün, çok güvenilen bir insansın... Paramızı, mücevheratımızı gelip sana emanet ediyoruz, her şeyimizi sana emanet bırakıyoruz. Güvenilen bir insansın..."

"'--Şu dağın arkasında düşman ordusu toplanmış, tepeden gördüm, silahlı, bu tarafa doğru geliyorlar; sizi asıp kesecekler, tedbir alın!' desem inanır mısınız bana?.."

"--İnanırız! Sen Muhammed el-Emîn'sin, güvenilen Muhammed'sin, inanınırız sana!.."

Dedi ki:

"--Bakın, evet şu dağın arkasından düşman gelmiyor ama, böyle yaşarsanız cehenneme gidersiniz ahirette!.. Cehennem tehlikesi var... Sizin bu yaşamınızdan daha sonraki ahiret hayatında Allah'ın iyi kullarına cennet var... Allah'ın kahrının tecelli ettiği, Allah düşmanlarının cezâlandırıldığı cehennem var... Allah şirki sevmiyor, şirki bırakın; küfrü sevmiyor, küfrü bırakın, imana gelin, müslüman olun!.. Allah'ın varlığını, birliğini anlayın!.. Aklınızı kullanın, Allah'a güzel kulluk edin!" diye ikaz etmeğe başladı.

Güzel, çok güzel bir şey...

Şu taşları ustalar böyle yontmuş, böyle yerleştirmişler. Yukarısını da nakışlı yapmışlar, akıl almaz güzel desenler... Tamam, işte kim yapmış?.. Taşı ustalar yapmış, bak taş taraklarının izleri var... Bunu böyle tak tak, tak tak vurdular, bunları yaptılar. Bu önce ne idi?.. Ocaktan çıkmış taştı. Mihrabımızın kenarı oldu, üstü oldu, süsü oldu, zineti oldu.

Şimdi o taşı buraya mihrab yapmışlar, eve ocak yapmışlar, beri tarafta eşik yapmışlar, şu tarafta kemer yapmışlar... Bu tarafta da put yapmışlar, geçiyorlar karşısına, tapınıyorlar.

"--Niye böyle elinizle yaptığınız, konuşamayan, hareket edemeyen, aklı, idraki, hareketi, kabiliyeti olmayan taşa, ağaca, puta niye tapıyorsunuz?.. Tapmayın bunlara!.."

Doğru değil mi bu ikaz?.. Çok doğru... Doğru ama, muhterem kardeşlerim, her inancın temsilcilerinin etrafında böyle bir zümre meydana geliyor, o işi teşvik ediyorlar. Firavun'un öyle avanesi var, Nemrud'un öyle avanesi var etrafında... Herkesin böyle şeyi var.

Tabii, Kureyş'te de o mübarek Kâbe'nin hürmetine, orada hizmet olsun diye hizmet gören insanlar var... Ondan sonra da kendi akıllarından putlar icad etmişler; "Lât" demişler, "Uzzâ" demişler, "Menât" demişler... Arapların bir sürü putu var, her kabilenin başka bir putu var... Hattâ bazen putları hamurdan yaparlarmış kendileri... Hazret-i Ömer gülerek anlatıyor:

"--Hamurdan yapardık, pişirirdik; sonra da yerdik." diyor.

Böyle bu kadar saçma sapan bir inanç düzeni ama, bir düzen ve bir kadro meydana gelmiş. O düzeni bozmak istemeyen insanlar oluyor onlar...

Araplar muhtelif yerlerden kalkıp geliyorlar, bu Kâbe'yi ziyaret etmeğe... Kâbe, Hazret-i İbrâhim AS zamanından beri insanların kıymetini bildiği bir yer... Ondan önce de insanlar gelmişler eski zamanlarda ama, sonra yeniden inşâ etmiş İbrâhim AS...

Şimdi onlar bu işe râzı olmadılar. Mâkul söylüyor, doğru söylüyor, iyi söylüyor ama, çeşitli sebepler oldu. Hak sözü kabul etmemek için çeşitli bahaneler; şahsî bahaneler, ailevî bahaneler, menfaat bahaneleri... Çeşitli bahanelerle bu işten hoşnut olmayan insanlar oldu. Alay edenler oldu, hakàret edenler oldu. İtiraz edenler oldu. Peygamber SAS Efendimiz'i getirdiği inanca güya kendi akıllarından itiraz edenler oldu.

Peygamber Efendimiz'e, "Haa, bu şair galiba!" dediler... "Kâhin gàliba!" dediler, "Sihirbaz gàliba!" dediler. Mucizesini görünce, sihirbaz dediler, istikbalden haber verince kâhin dediler... Güzel konuşunca, Kur'an-ı Kerim'den okuyunca, şair dediler. Bir şeyler yakıştırmağa çalıştılar.

Yâni, olayı bir ciddî incelemek lâzım!.. Tabii, ciddî inceleyip kabul edenler de vardı. Hazret-i Hatice Vâlidemiz gibi, Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz gibi, Mekke'nin aklı başında insanlarından kabul edenler de vardı.

Ama muhterem kardeşlerim, her hadiseden ders çıkartmamız gerekirse, şurdan şu günümüze bir ders çıkartalım, duralım:

1. İnsan doğru yolda olabilir ama, doğru yolda olmasına rağmen karşısına birtakım itirazcılar çıkabilir. Binâen aleyh, tenkid edilmekten, karşımıza çıkılmaktan, muhalefet edilmekten yılmamamız lâzım!..

Neden?.. Hak yoldayız, Allah'ın yolundayız. Allah'ın sevdiği yoldayız.

(Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nâs) Allah'ın seçtiği ümmetiz. Rütbemiz çok yüksek, omuzlarımızı görmüyoruz. Omuzlarımızda generallerin omuzlarından kıymetli yıldızlar var... Alnımızda iman yıldızı var, kalbimizde iman nuru var... Ehl-i tevhidiz, Allah'ın sevdiği zümreyiz. "Lâ ilâhe illallah" diyen insanlarız, Allah'ın birliğini anlayan insanlarız. Küfre girmeyen insanlarız. Kâfir olmamak, mü'min olmak çok büyük rütbedir. Kâfir en aşağı insandır.

Ben fakir olabilirim, yoksul olabilirim, cahil olabilirim, köylü olabilirim, işçi olabilirim, sırtıma kırk tane yamalı hırka giymiş olabilirim... Amma mü'minim, o kâfirin milyarderinden daha kıymetliyim. O kâfir var ya, onun ciğeri beş para etmez, onun kafası beş para etmez!.. Neden?.. Yaradanını bulamamış aptal herif!.. Alçak!.. Yaradanı ona nimet veriyor da, yaradanını tanıyamıyor; haine bak!.. Allah'ın nimetlerini yiyor, Allah'a kâfir, Allah'a karşı!..

Kimisi münkir; "Ben Allah'ı kabul etmem!" diyor. Sen kabul etsen ne olacak, etmesen ne olacak?.. Köpek başını kaldırmış da, Ay'a doğru ulumuş. Ay'da ne olacak yâni, köpek aşağıda uludu diye?.. Sen kendi köpekliğinle kalırsın, geberir gidersin, leşini mikroplar çürütür. Belki de başka bir mahlûklar gelir, yer. Yâni ne olacak?..

Allah'ın varlığını kabul edememiş insanlar pistir, necistir. Hani, "Aman ona elleme, necâset var onda!.. Necâset-i galîza var, pislik var!.." deriz ya; çiş gibi, kaka gibi necaset, pislik...

(İnnemel müşrikûne necesün) "Müşrikler pistir." diyor Allah Kur'an-ı Kerim'de... Neden?.. Müşrik, Allah'ın varlığını anlayamamış, imana gelememiş.

Şimdi biz neyiz?.. Biz Allah'ın sevdiği, râzı olduğu yola girmiş mü'minleriz.

İslâm'ı beğenmiyor... Başörtülü insanın barodan ismini siliyor... "Cuma namazı kılınma imkânı olsun!" diyenleri gericilikle suçluyor... "Müslümanlar gerici!" diyor, "Çağ dışı!" diyor... Şu olur mu, bu olur mu diyor. Ne olacak?.. İt ürür, kervan yürür. Kervan durmaz ki, "Hav, hav, hav!.." diye mahallenin köpekleri bağırıyor diye... Havlarsa havlasın, kervan löngüdük löngüdük, löngüdük löngüdük, koca develer adımlarını ata ata, yirmi deve, otuz deve, kırk deve yürür gider işine...

Onun için, bir kere Rasûlüllüh SAS Efendimiz'in hayatından kalbinize şu kuvvet gelsin ki: "Elhamdü lillâh müslümanım, cümle cihan halkı karşıma çıksa, İbrâhim AS gibi şöyle tepeden bakarım!.. Bre, karınca gibisiniz benim gözümde, sinek gibisiniz be!.. Hiçbirinizi gözüm bir şey gibi bile görmüyor." diye tepeden bakarız.

Biz mü'miniz yâ!.. Mü'minim ben yâ!.. İbrâhim AS tek kalmış, biz tek değiliz. Bak, elhamdü lillâh çokuz biz!.. Korkuyorlar. Amerika kimden korkuyor?.. Radikal müslümanlardan... Rusya kimden korkuyor?.. Radikal müslümanlardan... AB, Avrupa Birliği kimden korkuyor?.. Radikal müslümanlardan... Hindistan kimden korkuyor?.. Radikal müslümanlardan... İyi vallàhi, mâşâalah, neyimişiz biz be; cümle cihan halkını korkutuyoruz. Neden?.. Mü'miniz, "Lâ ilâhe illallah" diyoruz.

--Yâhu, bu kadar adamlar hepsi senin düşmanın, sana bir zarar verebilirler...

--Mü'mine hiç bir zarar veremez kimse!..

--Neden?..

--Öldürürse, şehid olurum; öldüremez de ben gàlib gelirsem, gàzi olurum! Benim sırtımı kimse yere getiremez!.. Yeter ki, bu iman elden gitmesin, gönülden gitmesin... Allah bizi bu imandan mahrum etmesin... Ölüm nasıl olsa bir gün gelecek.

İzz ü nâz ile, kaymakla besliyorsun, kaymaklı kadayıf yediriyorsun, kuş tüyü şiltelerde yatırıyorsun... Bir kanser geliyor, cümle cihanın doktorları başına üşüşüyor; çare yok, ölüyor adam... Otuzyedi yaşında öldü, çok büyük artistti, şöyle şöhretliydi, bu kadar milyarları vardı... Ne oldu?.. Gitti. Neden?.. Amansız bir hastalığa tutuldu. Haaa, işte öyle...

İnsan Allah destekledi mi, yaşattı mı, yaşar; Allah sevmedi mi, desteklemedi mi, korumadı mı, kıymeti yok...

Bak, Adül'aziz Hocamız çok güzel söylemiş: "Lâ ilâhe illallah, tevhid-i zâhirîdir. Allah var, şeriki nazîri yok... Bu tevhid inancı, Allah'ın birliğini söylüyorsun; bu zâhirî tevhid...

(Kul huvallàhu ehad.) Allah tek... Alemlerin rabbi tek... İki tane olsa, kavga ederler. Olamaz iki tane, zâten akıl mantık kabul etmez.

(Lev kâne fîhimâ âlihetün illlallah, lefesedetâ) Kavga ederlerdi, tutuşurlardı birbiriyle... Birisi "Şöyle olsun!" derdi, ötekisi "Hayır öyle olmasın, böyle olsun!" derdi, karışıklık çıkardı.

(Allahus samed.) "Herkesin ihtiyacını karşılayan, herkesin el açıp da kendisinden dua edip istediği merciin, makàmın sahibi..." Tek...

Bu tevhid-i zâhirîdir. Biz hepimiz, zâhirî tevhidin ehliyiz. Yâni, Allah'ı bir biliyoruz; iki demiyoruz, üç demiyoruz, çok demiyoruz. Politeizme karşıyız, düalizme karşıyız, teslise, triniteye karşıyız. Dinler tarihindeki ne kadar safsata varsa, roman gibi bile okumuyoruz, acıyarak okuyoruz, üzülerek okuyoruz; "Yâhu, nasıl olmuş da böyle, şu şişman göbekli putlara tapmış bu herifler?" diye...

Mısırlıların tanrılarının resimlerini gördük: Köpek başlı bir herif... Yâhu, bari doğru düzgün bir şey... Hani doğru düzgün de olmaz ya; köpek başlı herifi tanrı edinmişler, kartal başlı herifi tanrı edinmişler. Bu Horus, ötekisi bilmem ne, berikisi timsah başlı bilmem ne... Tüh be, yazıklar olsun size!.. Utanmadınız mı, vicdanınız hiç sızlamadı mı, içinizden bir güzel duygu size bu şeyi söylemedi mi?..

Tabii, biz elhamdü lillâh... Belki öteki şaşıranlar gibi, bizimkiler de şaşırabilirdi. Ama Allah bize İslâm'ı getirdi, öğretti. Biz biliyoruz ki:

(Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ şerîke leh) "Allah var, şeriki nazîri yok!.. Bir Allah..." (Kul hüvallàhu ehad) Bir Allah, tek... Hem öyle bir tek ki, başka bir teke benzemez.

Şimdi, Alman'ın birisi müslüman olmuş, Almanya'da geldi bana sordu. Meraklı, diyor ki:

"--Bu kitapta Mehmed Zâhid Hocamız yazmış: Allah birdir ama, başka birlere benzemez! Bu ne demek?.."

Başka birin benzeri, başka birler vardır. O bakımdan, başka benzerleri olmadığından, Allah öteki birlere benzemez!.. Başka biri alırsın, bir elmayı alırsın, ortadan kesersin, yarım olur. Birin altına bölü çizgisi koyarsın, iki koyarsın, bir bölü iki olur, yarım olur. Bir bölü beş olur, bir bölü on olur. Oynarsın yâni, birle; bölersin, toplarsın, çıkartırsın... Bir artı bir dersin, iki olur... Amma Allah öyle değil; bir ama bu senin bildiğin birler gibi değil... Bir, tek, eşi, şeriki, nazîri, misli, benzeri, dengi, küfüvü, zıddı, muhalifi yok...

Bu tamam, anladık. Herkes anlıyor bunu, parmağını kaldırıyor. Bir de, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." diye parmağımızı da kaldırıyoruz, bilinsin diye... Tabii, göze de hitab ediyor bu... Ama, Abdül'azîz Hocamız ne demiş:

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) "Allah'ın elindeki güç kuvvetten başka güç kuvvet yok, bütün güç kuvvet Allah'ın!" Yâni, ne dilerse olur; neyi dilemezse, olmaz. Ol dediği olur, öl dediği ölür, olma dediği olmaz.

(İnnemâ emruhû izâ erâde şey'en en yekle lehû kün feyekûn.) "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman emreder; ol der, olur." Yâni, bir "Kün!" demesiyle; tabii demek mi, yaratmasının şeklinin nasıl olduğunu da insanların akılları idrak edemez ama, bir şeye "Ol!" der, olur. O kadar kolay olur. Öl der, ölür; o kadar...

"--Eh, gücün kuvvetin sahibi Allah'sa, binâen aleyh, ben Allah'ın dostu olayım da, gelsin de birisi bana zarar versin... Cümle cihan bir tarafa, kâinat bir tarafa; elimin tersiyle iterim, hiç birisinden korkmam!"

Korkmamışlar. Zâten peygamberler, büyüklerimiz korkmamış; korkarsa Allah'tan korkmuş. Bir korkusu olmuş, "Ya Allah'ın sevgisini kaybedersem!" diye...

Meselâ Vedduhâ Sûresi inmiş. Neden?.. Peygamber Efendimiz, vahiy biraz kesilince korkmuş: "Acaba Allah'ın hoşuna gitmeyecek bir şey mi yaptım? Acaba Allah beni sevmedi mi?.."

(Ved duhâ.) "Kuşluk vaktine and olsun ki, (Vel leyli izâ secâ.) çöktüğü zaman geceye and olsun ki; (Mâ veddeake rabbüke) Rabbin seni terketmedi, ayrılmadı senden... (ve mâ kalâ.) Sana darılmadı. Rasûlüm ben seni seviyorum, korkma!.. Biraz vahiy kesildi diye endişelenme!.."

Endişeleri o... Endişelenmişlerse, Allah'tan endişelenmişlerdir.

Mûsâ AS'ı düşünün: Firavun arkasından geliyor. Sahneyi gözünüzün önüne getirin!.. Kaçıyor bunlar da... Silahsız, sayıları az... Şehirden kaçmışlar, gizlice yola çıkmışlar. Arkalarından Firavun'un askerleri haber almış; dirlikli düzenlikli, silahlı birlikler tozu dumana katarak arkadan geliyor. Mûsâ AS'ın ashabı şöyle geriye bir baktılar, zavallılar titreşmeğe başladılar. Çoluk var, çocuk var, zayıf var, ihtiyar var... Mü'min bunlar, fukarâ, köle kimisi...

(Kàle ashàbü mûsâ innâ lemüdrekûn) "Eyvah yakalanacağız!" dediler. Mûsâ AS ne diyor:

(Kàle kellâ) Kellâ sözü çok önemli... var ama, bir de kellâ var; yâni aslâ demek... "Aslâ!"

"--Nasıl aslâ yâ Mûsâ?.. Arkadan düşman geliyor, tozu dumana katarak, kılıcını sıyırmış, gözünü kan bürümüş, yakalayınca kesecek hepimizi... Önünde de deniz, sahile gelmişin, güldür güldür sular önünde..."

Nasıl kellâ bu?.. İşte, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh"ı bilen insanın kellâ'sı bu... Buna da tevhîd-i bâtınî derler; içteki tevhid... Yâni, güç kuvvet Allah'ındır. Sen gücün kuvvetin Allah'ın olduğunu biliyorsan, batınî tevhide de ermişsin! "Her şey Allah'ın elinde... Allah dilerse yapar, dilerse korur. Allah koruyunca kimse bana zarar veremez; korumazsa, cümle cihan bana fayda veremez!" Hakîkî tevhid bu...

Peygamber SAS tabii söyledi, anlattı. Tatlı tatlı söyledi, güzel güzel söyledi. Hep itiraz ettiler, hep zorbalık yaptılar. Peygamber Efendimiz namaz kılıyor; namazını bozmağa, üstüne pislik dökmeğe çalıştılar. Vahiy geliyor, vahyi karıştırmağa çalıştılar, arkadan fıs fıs laflar karıştırdılar. Kur'an iniyor, Kur'an ayetleriyle alay ettiler. Allah delil gösteriyor, delilin karşısına ukelâlık edip çıktılar.

Alıyorlar, götürüyorlar, işkence ediyorlar. Arabistan'ın sıcağı buranın sıcağına benzemiyor muhterem kardeşlerim! Dayanılmıyor. Arabistan'ın sıcağında götürüyorlar, kumların üstüne yatırıyorlar; ondan sonra işkence ediyorlar. Ateşi yakıyorlar, sırtını ateşe yapıştırıyorlar.

Kadınları şehid ettiler. İlk müslüman şehid kadın kim?.. Sümeyye Hatun... Ammâr ailesinin ızdırabları, işkenceleri... Bilâl-i Habeşî'nin çektiği sıkıntılar... Ne diyorlar?.. "Dininden dön!" diyorlar. "Nereye döneyim be adam?.. Ben 'Lâ ilâhe illallah' demişim, Allah'ın varlığını, birliğini anlamışım. Şu taşa mı döneyim yâni?.. Dönmem!" diyor. "Ehad... Ehad... Ehad..." diyor. İşkence bir taraftan devam ediyor Bilâl-i Habeşî Hazretleri'ne... Dermanı yok, bayılacak hale gelmiş, inliyor; "Ehad... Ehad... Öldürseniz dönmem! Bir tek..." diyor, "Allah'ın şerîki, nazîri yok!" diyor.

Bu işkenceyi arttırdılar. Kız vermediler, yiyecek vermediler, içecek vermediler, ibadet ettirmediler... Baş edemediler gene, sonra ne yaptılar?.. "Öldürelim!" dediler. "Öldürelim bu Ebül Kàsım Muhammed'i!.." dediler, öldürmeye kasdettiler, niyet ettiler, tedbir aldılar. İş o raddeye geldi. Baktılar alay etmekle, sataşmakla, omuz vurmakla olmuyor iş; "Şu Ebül Kàsım muhammed el-Emîn'i öldürelim, bu iş bitsin! İşi kökünden halletmiş olalım!" dediler.

Bir taraftan da diyorlar ki, "Tek kişi öldürürse, kan davası olur. Ne yapalım: Her kabileden bir tane insan seçelim, hep birden hücum edelim; hepsi birden vursun, kim vurduya gitsin. Bütün kabilelerle de Benî Haşim baş edemez, diyet veririz." filân diye düşündüler. Neticede öldürmek kasdına kadar vardılar. Artık müslümanların işkencesi de bitti de, yaşama durumu kalmadı. O zaman Allah-u Teâlâ Hazretleri hicreti emretti.

Hicret ne demek?.. (Hecera, yehcüru, hecren, ve hicreten, ve hicrânen) Hicret, ayrılmak demek. Nerden ayrıldı Peygamber Efendimiz?.. Ana baba yurdundan, doğduğu vatan-ı aslîsinden, sevdiği Mekke-i Mükerreme'sinden, aşıkı olduğu Kâbe-i Müşerrefe'sinden ayrı düştü, ayrılmak zorunda kaldı, ayrıldı; Allah'ın emriyle...

.............

Nihayet Peygamber Efendimiz, Medine-i Münevvere'den gelmiş olan insanlara Akabe'de, --hani şu Büyük Şeytan'ın taşlandığı yer var ya, Cemretül Akabe diyoruz; orada-- anlattı durumu:

"--Beni destekleyin!" dedi.

Onlar da dediler ki:

"--Haklısın, kabul, destekleriz, tamam; buyur bizim şehrimize gidelim!.. Mâdem seni Mekkeliler kabul etmiyor, buyur bizim şehrimize gel! Biz seni, kendi canımızı koruduğumuz gibi seni koruruz, başımızın tacı ederiz yâ Ebel Kàsım Muhammed!.." dediler.

Peygamber SAS Efendimiz'i Medine-i Münevvere'ye davet ettiler. Böylece Peygamber SAS Efendimiz, Medine-i Münevvere'yi hicret edilecek yer olarak hazırlamış oldu. Oraya gitmeye karar verdi. Tabii, nasıl oluyor bu işler?.. Dikkat edilirse, Allah her şeyi planladığı için, evvelini ahirini bildiği için, her şeyi bildiği için, "Kulum şöyle yap, böyle yap!" diye önceden ayarlıyor.

Yâni, Mekkelilerin azıtmaları üzerine, Medine'ye dâvet de olunca, Peygamber SAS Efendimiz Mekke'den ayrıldı. Kendisi ayrılmadan önce de birçoklarını, "Önden siz gidin!" diye Medine-i Münevvere'ye gönderdi. Mus'ab ibn-i Umeyr RA'ı, Es'ad ibn-i Zürâre Hazretleri'ni gönderdi.

Medine-i Münevvere'ye önceden gidenler, orda bir grup teşkil ettiler, cemaat teşkil ettiler. Toplanmağa başladılar, namaz kılmağa başladılar. Hattâ, Cum'a Sûresi inmeden evvel, Medine'de toplanıp cuma namazı kılmağa başladılar. Tatlı tatlı İslâm'ı anlatıyorlardı, güzel güzel, yanık yanık Kur'an-ı Kerim'i okuyorlardı. İnsanları İslâm'a çekiyorlardı, müslümanların sayısı artıyordu. O ilk gidenler hazırlıyorlardı. Sonunda Peygamber SAS Efendimiz de hicret etti.

Bundan çıkacak ders nedir?.. İşte insanı zorlayabiliyorlar, imanını yaşamasına imkân vermeyebiliyorlar. Canına kasd edebiliyorlar. Ne yapacak?.. Burada olmuyorsa, olabilecek yeri arayacak. Bu küfür, bu şirk, bu putperestlik yok edilecek. Ama ordan, ama burdan... İçerden olmadı; o zaman, Peygamber Efendimiz başka bir yere gitti. Neden?.. İslâm'ı yayması gerekiyordu, Allah'ın dinini tebliğ etmesi gerekiyordu. Demek ki, burada olmazsa bir başka yere gitmek lâzım!..

Peygamber Efendimiz'in ashabına, Peygamber Efendimiz'in yanına gitmek, onun etrafında halkalanmak emrolundu. Benim farz namazı kıldırırken okuduğum ayetlerde bildiriliyor ki:

(İnnellezîne teveffâhümül melâiketü zalimî enfüsihim) "Böyle bir yerde durup da, dinini yapamayıp da, ibadetlerini yapamayıp da, günahlı bir yaşamdan sonra ölen kimselere melekler der ki; günahkâr olarak, nefislerine zulmedici vaziyette iken ecel gelmiş, ölmek üzere olan kimselere melekler sorarlar:

--(Kàlû fîme küntüm?) Ne haldeydiniz siz, bu ne hal?..

(Kàlû) Onlar derler ki:

--(Künnâ müsted'afîne fil ard) Biz yeryüzünde mağdur, zayıf, güçsüz, kuvvetsiz insanlardık. İşte gidemedik bir yere, dinimizi de yapamadık. Müslümanlığımızı yaşamadık, ibadetlerimizi yapamadık; bu kâfirlerin dediklerini yaptık. Günahı işledik, sevabı işleyemedik, İslâm'ı yaşayamadık.

(Feülâike me'vâhüm cehennem) Onların gidecekleri yer, sokulacakları, tıkılacakları yer, barınakları, sığınakları neresidir?.. (me'vâhüm cehennem) Cehenneme atılacaklar bunlar...

--Neden?..

Melekler onlara diyecek ki:

--(Kàlû elem tekün ardullàhu vâsiaten) Yâhu, yeryüzü geniş değil miydi?.. Sadece sizin oturduğunuz şehir miydi yeryüzü, geniş değil miydi?.. (fetühâcirû fîhâ) Oraya göçseydiniz! Burada müslümanca yaşayamıyorsanız, mü'minlik vazifelerinizi yapamıyorsanız; kâfirler size kâfirliklerini empoze ediyorlarsa, bırakıp da öbür tarafa gitseydiniz, yeryüzü geniş değil miydi?.. Yâni, imanınızı yaşayabileceğiniz yere gitseydiniz.

Demek ki, insanın imanını yaşaması, Allah'a ibadet etmesi, müslümanlık yapması, müslümanca yaşaması asıl olduğu için, doğduğu yeri, yaşadığı yeri, kazandığı yeri terkedip, imanını yaşayacağı yere, mü'min olarak yaşayabileceği yere gitmesi vazifedir.

--Gitmezse ne olur?..

--(Fe ülâike me'vâhüm cehennem, ve sâet masîrâ) Cehenneme gider. "Ne kötü yerdir, ne kötü gidilecek yerdir cehennem!.. Yâni, bir insan cehenneme gidecekse vaziyet ne kadar fenâ!.. Ne kadar kötü bir yerdir cehennem!" buyruluyor.

Onun için, hicret etmesi lâzımdı, hicret etmek mecburiyetti. Hakîkaten de müslümanlar --mâzeretleri olanlar müstesnâ-- Peygamber Efendimiz'in etrafında Medine-i Münevvere'de toplandılar, İslâm'a hizmet ettiler. İslâm gelişti, kuvvetlendi. Medine'nin eski adı Yesrib'di, değişti; ismi Medinetür Rasûl oldu, Medine oldu. Peygamberin şehri oldu, İslâm beldesi oldu, İslâm'ın başşehri oldu. Peygamber Efendimiz orada kuvvetlendi.

Orada da öldürmek istediler Peygamber Efendimiz'i... Hücum ettiler, asker gönderdiler, ordu gönderdiler, savaşlar oldu. Peygamber Efendimiz'e Allah galibiyet ihsân etti, yendiler kâfirleri... Sonunda Mekke'yi de fethettiler.

Yâni, neyi öğreniyoruz muhterem kerdeşlerim: Mühim olan müslümanca yaşamaktır!.. Nerede müslümanlığı yaşayabilirsek, oraya gideceğiz. Şimdi bugünün insanları geliyorlar, bana soruyorlar:

"--Hocam, benim çalıştığım yerde benim cuma namazı kılmama izin vermiyorlar, namaz kılmama izin vermiyorlar..."

"--Başımı örtmeme izin vermiyorlar..." diyor kadın...

Erkek diyor ki:

"--Sakal bıraktırtmıyor..."

Başka yere git!.. Mendil sat, çorap sat, bir şey yap yâni... Rızkın bir tane kapısı yok ki!.. Rızkı Allah nerden olsa verir sana... Binâen aleyh, bunlar mâzeret değil...

"--Cumaya gidemedim..."

Cumaya gidilecek yerde çalışsaydın!.. Veyahut bastırsaydın, cumaya gitme hakkını alsaydın!.. Fırsat geldiği zaman, fırsatı bulduğun zaman böbürlenip duruyorsun ya; "Türkiye'de %99 müslümanız, altmış milyon müslümanız." diye... Görelim müslümanlığını!.. Müslümansan, müslüman diyarıysa burası, İslâm'ın emirlerini uygularsın. Allah'ın emrettiği şeyleri yapacağım dersin, mâni olanlara da fırsat vermezsin... Rey vermezsin, seçmezsin!

Sen seçiyorsun; bu adamları ne diye seçtin sen?.. Bu din düşmanlarını, iman düşmanlarını, İslâm düşmanlarını, böyle İslâm'la çarpışan kimseleri niye seçtin?.. Ayasofya'da namaz kıldırtmıyorlar, çıplak dansı yaptırtıyorlar, kilizse dansı yaptırtıyorlar. Neden?.. Yok efendim sanatmış da, bilmem neymiş de... Hepsi hikâye... Avrupa'nın emrini tutuyor.

--Halic'in suyunu masmavi yapacağım!..

Hikâye, sen onu külâhıma anlat!.. Sen Amerika Patrikhâne'yi Roma [Vatikan] gibi ayrı devlet yapmak istiyor, Halic'i de o devlete uygun bir arazi yapmak istiyor, sana onu yaptırtıyor; sen de, "Halic'i temizleyeceğim, gözlerimin rengine döndüreceğim." diyorsun. Ne maval okuyorsun, kimi kandırıyorsun?.. Almak istiyor, burada ayrı bir devlet kurmak istiyor.

İstanbul'da hristiyan devleti kurulacakmış... Verir miyiz?.. Dün akşam unuttum, ahd edecektik sizinle, anlaşma yapacaktık, vermeyeceğiz diye... Verir miyiz?.. Bir karış toprak vermeyiz. Elimizden alınanları da geri alacağız, onları da unutmadık haa!..

O alınmışların üstüne bir sünger çekmedik! Benim hudutlarım Edirne'den başlamıyor, benim hudutlarım Viyana'dan başlıyor... Benim hudutlarım Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na kadar; ben onları unutmadım. Ben unutmadım, unutmayanlar arkamdan gelsin!.. Unutanlara da Allah akıl fikir versin...

Oraları da alacağız, buradan da bir şey vermeyeceğiz. Bu heriflerin de kafasından şirki sileceğiz. Çünkü aptal bu adamlar, cehenneme gidecekler. Kendi menfaatlerini bilmiyorlar! Ahirette cayır cayır, odun gibi yanacaklar, bangır bangır bağıracaklar, aman diyecekler, "Affet yâ Rabbi!" diyecekler. Orda af olur mu?..

Biz burda tebliğ edeceğiz:

"--Niye bu haça tapıyorsun yâ, ne bu haç?.."

Şöyle bir haç, bir ölü resmi üstünde... Sarı bir ölü resmi... Bileklerinden çivilenmiş, kafasından çivilenmiş, böyle durmuş... Buna tanrı diye tapınıyor. Tüh, yazıklar olsun! Utanmıyor musun sen, böyle bir uyduruk şeye tapmağa?.. Böyle şey olur mu?..

O Hazret-i İsâ, Allah'ın peygamberi... Allah onu kâfirlerin eline düşürtmedi ki!.. Öyle diyor:

(Ve mâ salebûhü ve mâ katelûhü) "Öldüremediler onu, asamadılar." Kur'an-ı Kerim öyle diyor, kabul etmiyor.

Onlar da kendi peygamberlerini çarmıha gerilmiş kabul ediyorlar, bir de Allah'ın oğlu kabul ediyorlar. Hâşâ sümme hâşâ, Allah evlendi mi?.. Düğünü derneği, zifafı gerdeği mi oldu?.. Ne biçim laf bu böyle?.. Allah'ın oğlu olur mu, Allah'ın kulu... Hepsi Allah'ın kulu... Bunları anlatacağız. Nereye anlatacağız?.. Herkese anlatacağız.

Kör dünyanın göbeğine,
Hak yol İslâm yazacağız!

Koç burcuna, yay burcuna,

Bebeklerin avucuna,
Minarelerin ucuna...

Zâten orda ay var; kiliselerin kulelerinin ucuna, her yere "Hak yol İslâm" yazacağız! Vazifemiz o!..

Peygamber Efendimiz niye doğduğu yeri bırakmış?.. Hem de ne güzel teklifler yapmışlar, ne cazib teklifler... Demişler ki:

"--Yâ Ebel Kàsım, gel anlaşalım! Ne istiyorsun sen?.. Seni en güzel kızlarımızla evlendirelim!.. En asil, en soylu, en zengin, en güzel, hasebli nesebli, endamlı, selvi boylu, güzel huylu kızlarımızla evlendirelim!.."

"--İstediğin kadar para verelim!.."

"--Başkan yapalım seni!.." demişler.

"Tamam işte, başkan olduğum zaman her şeyi yaparım!" diye düşünemez mi insan?.. Bugün bir çok müslüman, şu partiye oy veriyor, bu partiye oy veriyor. Neden?.. "Orda işimi götürürüm, İslâm'a öyle hizmet ederim." diye...

Peygamber Efendimiz böyle dinledi dinledi. Ben şöyle onlara acıyarak, acı acı güldüğünü düşünüyorum. "Bana bakın! Şu bir elime Güneş'i verseniz --veremezsiniz ya, gökten alıp Güneş'i verecek haliniz yok-- bir elime de Kamer'i verseniz, yine ben bu dâvadan dönmem dedi.

Nedir bu dâvâ: "Lâ ilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah" Allah bir, şerîki, nazîri yok... Şu anda dünya üzerinde milyonlarca, milyarlarca Allah'tan gayriye tapan insan var. Biz de müslümanız, biz de "Lâ ilâhe illallah" ehliyiz, biz de burda oturuyoruz. Olur mu öyle?.. Olmaz!..

Ne yapacağız: Her yere gidip, her yerde "Lâ ilâhe illallah" diyeceğiz. "Yâhu, tapmayın buna!" diyeceğiz. "Deli misiniz siz, istikbalinizle oynuyorsunuz. Yapmayın! Allah buna razı gelmez!" diyeceğiz. Hristiyanlara gidip diyeceğiz ki: "Ey nasrânîler, ey isevîler! Hazret-i İsâ, sizin bu yaptığınız işe razı değil, Allah sizin bu yaptığınız işe razı değil!..

(Teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm) "Gelin aynı söze; sizinle bizim aramızda aslında aynı inanç vardı. (Ellâ na'büde illallàh) Ancak Allah'a ibadet edelim, Allah'tan gayriye ibadet etmeyelim! (Ve lâ nüşrike bihî şey'en) Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım! (Ve lâ nettahıze ba'dunâ ba'dan erbâben min dûnillâh) Allah'ı bırakıp da, birbirimizi; içimizden insan olarak yetişmiş Hazret-i İsâ'yı, Hazret-i Meryem'i ve sâireyi kendimize tanrı edinmeyelim!" diye söyleyeceğiz. Vazifemiz bu...

(Kul) "Söyle onlara!" diyor Allah; söyleyeceğiz, yazacağız, anlatacağız. Oralara müessese kuracağız, mektep kuracağız, radyo kuracağız, televizyon kuracağız, gazete kuracağız... İngilizce öğreneceğiz, Almanca öğreneceğiz, yazacağız, anlatacağız, anlatacağız, anlatacağız...

Avustralya'ya gittim ben, kaç yerde budist mâbedi gördüm. Yâhu bu eskicilik, bunlar çok eski bir din!.. Getirmiş budizmi, milattan önce bilmem hangi zamanın putperestlik dinini, Avustalya'da mabedler kurmuş, onu yaymağa çalışıyor. Avrupa'da yaymağa çalışıyor.

Şimdi gazetelerde; bizim sözde ilerici aptal gazetelerde ilân veriliyor: "Hint grularından bilmem kim, transandantal meditasyon yapıyormuş, hokkabazlık, bilmem ne..." Adam Hintlilerin felsefesine merak sarıyor, Hint fakirlerinin yaptıkları şeylere merak sarıyor. Hindistan'dan bir herif geliyor, burda gazetede ilân veriyor; bizim memleketten de taraftar, müşteri buluyor da, gidiyorlar ona... Cumhuriyet gazetesinde, falanca gazetede, filânca gazetede reklamı çıkıyor: "Hint dinlerinden, Krişna dininden falanca rahib gelmiş, falanca budist gelmiş..." Bunlar eski, boş şeyler...

Senin kafan Yirminci Yüzyıl'da aydınlanmadı mı hâlâ?.. İslâm gelmiş, Allah'ın varlığını birliğini anlatmış, şirkin, küfrün kötülüğünü göstermiş; uyanmadın mı?.. Uyanmamış. Uyandırmak bizim vazifemiz.

Peygamber Efendimiz uyandırmak için çalıştı ömrü boyunca... Sahâbe-i kirâm insanları uyandırmak için çalıştılar, dünyanın her yerine dağıldılar. Bizim evliyâullah büyüklerimiz dervişlerini yetiştirdiler, dünyanın her yerine saldılar. Ahmed-i Yesevî Şeyhimiz, Efendimiz yetiştirdi dervişleri; "Haydi Sibirya'ya doğru yürüyün bakalım, oralarda İslâm'ı anlatın!" dedi. Anadolu o zaman henüz müslüman olmamış, "Yallah Anadolu'ya, hadi bakalım İslâm'ı anlatın!" dedi. "Hadi Balkanlar'a İslâm'ı anlatın!" dedi. Hazar Denizi'nin kuzeyinden, güneyinden Kafkaslar'ın ötesine, Sibirya'ya, her tarafa Allah'ın dinin anlatmağa insanlar gönderdi.

Vazifemiz bu!.. Biz bu vazifeyi bıraktık mı, Allah bizi sevmez. Bizim müslümanlık vazifemizi yapmamış oluruz.

--Osmanlı neden yıkıldı?.. Koca imparatorluktu, üç kıtaya hakimdi, Karadeniz Türklerin bir gölü gibiydi. Her tarafı müslümanlarındı. Akdeniz'in yarısından fazlası müslümanlarındı. Akdeniz'de İtalya'dan bu tarafa düşmanlar geçemiyorlardı. Kıbrıs bizimdi, Malta bizimdi, Girit bizimdi. Osmanlı niye yıkılıdı?..

Osmanlı, tevhid akîdesini insanlara anlatmakta ihmalinden yıkıldı. Bırakmayacaktı, gevşetmeyecekti vazifeyi... Devam ettirecekti.

Yedi asır içimizde yaşamış Emeni, Rum kalmış... Olur mu yâ, yedi asırda bunları adam edemedin mi?.. Puttan vaz geçiremedin mi, müslüman edemedin mi?.. Yâni, çalışmamış. Alevîleri uyandıramamış, anlatamamış. Hristiyanlara müslümanlığı anlatamamış. Ondan yıkıldı. Allah yardım etmedi.

Allah kime yardım eder?..

(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) "Bizim dinimiz için, bizim uğrumuzda cihad edenlere, cehd sarfeden, gayret sarfedenlere biz yolumuzu gösteririz, ufuklarını açarız, geliştiririz, destekleriz." diye Kur'an-ı Kerim müjdeliyor.

Vazifeyi bıraktın mı, Allah'ın sevmediği kul durumuna düşersin. Evinde devam edeceksin, mahallende devam edeceksin, dairende devam edeceksin, çarşıda devam edeceksin, pazarda devam edeceksin, bildiğin yerde devam edeceksin, bilmediğin yerde devam edeceksin!..

Abdurrrahîm Zapsu, Erenköy istasyonunda tren bekliyormuş. Radyodan Kur'an yayını varmış, herkes bildiğini okuyormuş, konuşuyormuş. Masanın üstüne elini "Güm... Güm... Güm..." bir vurmuş yolcu salonunda... Herkes susmuş tabii... "Efendiler! Kur'an okunuyor, Allah'ın kelâmı!.. Susun, dinleyin!" demiş. Herkes susmuş. Bak, vazife yapıyor, yâni dayanamıyor. Bir tanesi, "Sana ne yâ, konuşurum!" diyebilir. Belki onunla da kavga edecek. Ne olacak bilmiyoruz ama, dayanamamış, ikaz vazifesini yapmış.

Bu ikaz vazifemizi evde yapmazsak, çocuğumuza yapmazsak, komşumuza yapmazsak, kardeşimize yapmazsak, kendimize yapmazsak, Allah'ın sevmediği kul durumuna düşeriz. Kendi kendimizi ikaz etmiyoruz.

Şurda cami, burda adamın evi; camide namaz kılmıyor, ordan camiye gelmiyor. Ne yapacağız?.. "Kardeşim camiye gel!" diyeceğiz. "Hasta mısın, derdin mi var?" diyeceğiz. "Bunu camiye getirmenin yolu, çaresi nedir?" diye kafamıza takacağız onu, getireceğiz.

Falanca adam içki içiyor... "Şunu içkiden nasıl vaz geçirebilirim?" diye uğraşacağız, didineceğiz. Falanca adam kumara alışmış... "Şunu nasıl düzeltebilirim?" diye uğraşacağız.

Şimdi burda ben çok üzüldüm. Birkaç ay evvel, şurda vaaz veriyordum, kâğıt geldi: "Hocam, size üç dört sene evvel intisab ettim; şu camide bir sizi tanıyorum, başka kimseyi tanımıyorum." diyor. Kıpkırmızı oldum, çok üzüldüm. Neden: Bu kadar kardeşsiniz, niye yeni kardeşinizle tanışmıyorsunuz, onu aramıyorsunuz, sormuyorsunuz, bilmiyorsunuz?.. Niye onu dört senedir yalnız bırakıyorsunuz?.. Yeni gelene bir sorun!..

Ben şimdi soruyorum bir camide: "Camiye bugün birisi geldi. Yanınızdaki kimdi öğrenin!" diyorum. Bir sorun bakalım, kimsenin kimseden haberi yok!.. Aç mıdır, susuz mudur, hasta mıdır, dertli midir?.. Nerelidir, neyin nesidir?.. Müslüman böyle etrafını projektör gibi tarayacak, ilgilenecek:

"--Hoş geldin kardeşim! Nasılsın, nerelisin bakalım?..Ne oldu?"

"--İşte ben hocaefendiden ders almıştım."

"--Haa, öyle mi? Hadi bakalım mübarek olsun, bilmem ne... Al sana, şu kitap bende fazla, hediyem olsun!.. Yarın akşam bizim eve buyur, bir çorba içelim, tanışalım!"

Böyle cevval olacak. Muhabbet yok, sevgi yok, aşk yok, gayret yok, çalışma yok, hizmet yok... Nasıl gideceksin cennete?..

(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerran yerah) "Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen karşılığını görecek." Yâni, anlaşılıyor ki, zerre zerre birikecek. Cenneti kazanmak kolay değil...

İbrâhim AS, miracda Peygamber Efendimiz'e demiş ki: "Yâ Muhammed! Söyle ümmetine, cennetin arazisi düzdür." Yâni cennette arsam var, arazim var diyorsun ama, düzdür. O ne zaman böyle ağaçlanacak, çiçeklenecek, zînetlenecek?.. Sen dünyada salih ameller işlediğin zaman, hayrât ü hasenât yaptığın zaman, orası bezenecek. Cennetteki yerinin güzelliği, dünyadaki ibadetlerinin güzelliğinden olacak. Zikrinden çiçekler açacak, hayrından ağaçlar bitecek, meyvalar dökülecek. Sen burda çalışacaksın, cennetteki yerin güzelleşecek. Çalışarak olacak.

Çalışmıyoruz muhterem kardeşlerim! Tasavvuf bu değil, müslümanlık bu değil... Şimdi kâfirler bizim etrafımıza sıkışmışlar. Biz Mekke'den başlamışız, Suriye'yi fethetmişiz, Irak'ı fethetmişiz müslümanlar olarak... İran'ı fethetmişiz, Doğu Anadolu'yu fethetmişiz, Diyarbakır'a gelmişiz. Diyâr-ı Bekir, bakır değil... Bekir başka, bakır başka... Bekir'i bakır yapmak olur mu, Diyâr-ı Bekir orası!.. Yâni, Benî Bekir kabilesinin diyarı... Oraları fethetmişiz.

Bu barajın [Atatürk Barajı] yapıldığı yerlerde sahabe kabirleri var... Ziyaret ettik kabirlerini... Azerbaycan'a kadar Hazret-i Ömer zamanında gelmişiz. Adana'ya gelmişiz, Tarsus'a gelmişiz. Antakya müslüman olmuş hemen...

Afrika'ya gitmişiz, Afrika'dan Atlas Okyanusu'na dayanmışız. Atlas Okyanusu'na bakmışız, uçsuz bucaksız bir deniz... Haydi İspanya'ya gitmişiz. İspanya'ya gemilerle geçmişiz, İspanya'yı fethetmişiz. Yürümüşüz yukarıya doğru, Pirene Dağları gelmiş karşımıza... Onları geçmişiz, Fransa'nın ortasına gitmişiz.

Ne zaman?.. İki asır içinde, iki yüzyıl içinde... İspanya'da Pirene dağlarının öbür tarafına aşmışız, Fransa'ya ayak basmışız. Şimdi Fransa'da başörtüsü yasaklanıyor. Yâhu, on asır evvel İslâm gitmiş oraya, çalışmadınız mı hiç?..

Şimdi benim geçen gün aklıma takıldı. Hristiyan Moğollar müslümanlara hücum etmiş Orta Asya'da, Onüçüncü Asır'da... Düşündüm: "Yâhu, hristiyanlık oraya nasıl gitti?.." Şimdi onu araştıracağım. Hristiyanlık Moğolistan'a nasıl gitti?.. Okuyacağız tabii... Ne okuyacağız?.. Rahibin birisi, papazın birisi kalkmış gitmiştir, orada ıhlamıştır, ter dökmüştür, zahmet çekmiştir. Göçebe kabilelerin arasında yaşamıştır, dillerini öğrenmiştir. İyilik yapmıştır, hediye vermiştir... Onları sinsi sinsi, yavaş yavaş hristiyan etmiştir.

--Nerden bildin hocam?..

--Çok akıllı olduğumdan bildim, nerden bileceğim!

Nerden bileceğim: Afrika'da da öyle yapıyorlar, görüyoruz. Afrika'ya gidiyor, "Nasıl hristiyan edebilirim?" diye düşünüyor. Orda hastane kuruyor. Meselâ, Dr. Şuvartz gitmiş oraya, hastane kurmuş; adamlar da reklam ediyorlar: "Dr. Şuvartz Afrika'ya gitti, mahrumiyetler içinde, zavallı siyahlara tıbbî hizmet götürüyor." Bilmem ne... vs. reklamlar; gazetelerde, mecmualarda hakkında röportajlar...

Yâhu, siz bu zavallı siyahları bu kadar seviyorsanız; niye bu kadar katliamlarına göz yumuyorsunuz?.. Bak Uganda'ya, bak Ruanda'ya... Niye silah veriyorsunuz, niye engellemiyorsunuz?.. Hemen cump diye atladınız, Bosna-Hersek'te müslümanların elini kolunu bağladınız, Sırplara yardım olsun diye... Ruanda'ya da atlasaydınız da, o binlerce insan birbirlerini katlatmeselerdi ya!.. Hayrola, ne oluyor?..

Siz madem böyle siyahları çok seviyorsunuz da, niye esir alıp alıp esir gemileriyle Amerika'ya tarlalara işçi götürdünüz. Kimi aldatıyorsunuz?..

Şimdi Peygamber SAS doğduğu diyarı terketmiş, hicret etmiş. Biz de ederiz. Biz de edelim yâni... Biz de etmeğe râzı olalım! Biz de Allah'ın dinine hizmet etmek için yerimizi, yurdumuzu, diyarımızı bırakmayı göze alalım!..

Allah'ın dinine nasıl hizmet edeceğiz?.. Allah'ın dinini bileceğiz de öyle hizmet edeceğiz. Onun için Kur'an'ı öğrenelim, İslâm'ı öğrenelim!.. Allah'ın dinini öğrenelim; bir de başkalarına anlatmağa, öğretmeğe hepimiz Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin dervişleri gibi, cihana saldığı dervişler gibi, gayretli olalım, çalışalım!.. Hicreti göze alalım!.. Çünkü, bulunduğu yerden hicret etmez de, vazife yapmadan ölürse cezâ göreceğini ayet-i kerimeden okuduk.

Bu hususu hatırlattıktan sonra, şimdi bir sene geçti. Allah-u Teâlâ Hazretleri Gaffârüz zünûb'dur, günahları affedicidir. Tevvâbür Rahîm'dir, tevbeleri kabul edicidir, kullarına merhamet edicidir, affedicidir. Şimdi bir sene geçti, yeni bir seneye girdik. Bizim şu anda yapacağımız ne:

1. Geçtiğimiz sene için ağlamak, gözyaşı dökmek; günahlarımızın affı için tevbe ve istiğfar etmek... Birisi bu...

2. Bu yeni sene için ne yapacağımızı düşünmek, planlamak; azmimizi, gayretimizi bilemek, kuvvetlendirmek... Geçen sene yaptığımız hataları yapmayıp; geçen sene yapmak isteyip de yapamadığımız iyilikleri yapmak için, geçen seneki hayatımızın tecrübelerinden istifade ederek, bu senemizi Allah'ın rızâsına uygun geçirmeğe çalışmak... Bu senemizin ve bundan sonraki ömrümüzün hayırlı olmasını Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden dilemek... O duayı yapalım!..

....................

30. 5. 1995 İskenderpaşa - İSTANBUL