SEVGİ VE KARDEŞLİK
Prof. Dr. Mahmud Esad COŞAN Rh.A
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Üzerimize saçtığı sonsuz nimetlerinden dolayı Rabbimize tâkatimizce hadsiz hesapsız hamd ü senâlar olsun... Onun alemlere rahmet olarak gönderdiği habîb-i edîbi, serverimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ'sına içten, candan salât ü selâmlar olsun...
Bugün burada en yaygın, en mühim, en tatlı duygulardan biri olan sevgi konusunda konuşmak üzere bulunuyorum. Sevgi müslümanın nazarında nasıl bir şeydir; makbul müdür, merdud mudur, yasak mıdır, haram mıdır, mübah mıdır, helâl midir?.. İslâm'da yeri var mıdır, yok mudur?.. Önemli bir konu.
Sevginin evrensel ölçüler içerisinde insana rûhî bakımdan, bedenî bakımdan ne kadar faydalı olduğu bilinen bir husustur. Sevgi ile beslenen bebekler, sevgiden mahrum büyütülen bebeklerden daha büyük bir gelişme gösterirler. Çok büyük bir doğumevinde, aynı günde doğmuş belli sayıdaki bebekleri ikiye ayırmışlar. Bir grubunu severek, okşayarak, şakalaşarak beslemişler bir kaç hafta... Bir kısmına da sadece aynı miktarda gıdaları vermişler. Çocuklar daha küçük, yeni doğmuş, aynı günde doğmuş, kiloları aynı; fakat sevgi ile beslenen çocuklar daha çabuk gelişmişler, sadece gıdası verilen çocuklardan daha hızlı neşv ü nemâ bulmuşlar.
Bu, sevginin bir maddî gücü olduğunu da gösteriyor. Sıhhî gücü olduğunu, rûhî bedenî gücü olduğunu gösteriyor. Bu belli... Ailevî ve ictimâî yönden de çok önemli olduğu, o da isbatlanmış bir husustur. Bu ilimlerle ilgilenen kimselerin bildiği bir husustur. Bütün suçlu insanlar, ailesinde sevgi görmemiş, toplumdan dışlanmış, sevgisiz ortamda yetişmiş insanlardır. Bütün başarılı insanlar sevgi ile büyümüş, çevresinde kendisini seven, destekleyen insanlar olan kimselerdir.
Böylece sevgi maddî yönü ile de ele alınması gereken bir konudur. Ayrıca dînî bakımdan da önemli bir konudur. Çünkü çok sevaplı bir konudur. Sevgiye sevap ve mükâfaat çok fazladır. Sevginin ahirette de çok büyük faydası olacaktır. O bakımdan bir müslüman olarak bu konuda düşüncelerimizin bilinmesi, müzakere edilmesi, tanıtılması önemlidir.
a. Sevgi Nedir?
Sevgi gönlün tad duyduğu, lezzet duyduğu, beğendiği bir şeye meylidir. Yâni, bir meyil var, bir akış var, ama bu beğenmekten, sevmekten kaynaklanıyor, lezzetten, tad duymaktan kaynaklanıyor. Arapçada sevgi, meveddet ve mahabbet kelimesiyle ifade edilir. Biz mahabbeti muhabbet yapmışız. Mim harfi dudak harfi olduğu için, Türk telaffuzu üstününü ötüreye çevirmiştir. Aslı mahabbettir. Çünkü masdar-ı mîmî sigasıdır, mimi üstünlüdür.
Meveddet ve mahabbet denildiği gibi, hubb ve vüdd de kullanılmıştır. Seven insana muhib denmiştir, sevilene mahbub denmiştir. Habib denmiştir, mevdûd denmiştir. Allah-u Teâlâ'nın esma-ü hüsnâsından birisi Vedûd ismidir. Ehab kelimesi hadis-i şeriflerde çok geçer, şu şundan daha sevgili, sevimli mânâsına... işte bu kelimelerle ifade edilen bir duygudur. Eğer bu duygu şiddetli ise, kuvvetli ise, buna aşk adı verilir. Bunun da doğrusu Arapçada esre ile ışk'tır ama, Türkçede onu aşk diye telaffuz etmiş büyüklerimiz. Galat-ı meşhur diyoruz böyle yaygın olan tatlı yanlışlıklara...
Şiddetli seven insana âşık derler. Sevilene mâşuk adı verilir. Edebiyatımızda bir Aşık Edebiyatı vardır; eline sazı alıp, diyar diyar gezip sevgisini sazıyla terennüm eden insanların ortaya koyduğu edebiyat... Divan Edebiyatı ondan hiç aşağıya kalmaz, aşk ve sevgi bakımından dopdolu şiirlerle lebâleb doludur.
Aşk duygusunun, sevgi duygusunun karşıtı Arapçada nefret vardır. Sevilmeyen şeye menfur derler. Biraz daha şiddetli ise bu duygu, buğz derler. Sevilmeyene mebğuz denilir, mahbubun zıddı olarak... Kızana mubğiz denilir, muhibbin zıddı olarak... Bu kızgınlık çok daha şiddetli ise, makt adını alır. Şiddetli kızgınlık, şiddetli sevmemek demek... Bir de bu sevmemekten doğan iç kaynamasına, sevmediği insana karşı insanın içinin kaynamasına gayz denilir. Bu gayzı tutmaya, insanın kendisine hakim olmasına kezmül-gayz; tutan insana kâzımînel-gayz derler. İnsanın kızgınlığını tutabilmesi, insanın duygusunda fren olması, güzel bir şey...
Tabii nihayet, sevginin karşıtı bir kelime olarak adâvet kelimesi vardır, düşmanlık etmek mânâsına... Düşmanlık edene adüv derler, çoğulu a'dâ gelir. İşte böyle kelimelerle bu konu Kur'an-ı Kerim'de, hadis-i şerifte, İslâmî edebiyatta geçer.
Bu gönlün, kalbin meylinin mahiyetini tahlil ettiğimiz zaman, "Nerden çıkıyor insanın gönlünün böyle bir şeye akması bir şeyi beğenmesi, ondan lezzet alması nerden doğuyor?" diye sevginin felsefesini yaptığımız zaman, görüyoruz ki sevginin iki kaynağı var:
1. İnsanoğlu tam olan, kâmil olan, eksiksiz olan şeyi seviyor. Yâni bir şeye baktı da onda eksik görmedi mi, tam gördü mü, "Hah, tam istediğim gibi, hiç eksiği yok, kusuru yok!" diye öyle şeyi seviyor,tamlığı seviyor. Arapçası bunun kemâl'dir. İnsanoğlu kemâli seviyor, olgunluğu seviyor, tamlığı seviyor.
2. Bir de cemâli seviyor. Cemâl, güzellik demek...
Cemâli ve kemâli sevmekten, ona meyilden hasıl oluyor sevgi dediğimiz şey... Bazı şeyler, kendisi kâmil olduğundan veya cemil olduğundan, güzel olduğundan sevilir. Başka bir izahı yoktur. Meselâ: Şu rengi seviyorum, şu çiçeği seviyorum, şu manzarayı sevdim... gibi.
Böyle sevilen mahbublara, hiç başka bir sebep aranmadan, sırf kendisinden dolayı sevilen sevgililere mahbûbün li-aynihî denilir. Bir de, bazı şeyler insana bazı şeyleri kazandırır. İnsanoğlu kendisini seviyor. İnsanoğlunda kendisini sevmek, korumak, hayatını devam ettirmek, kendisini savunmak içgüdüsü var. Kendi varlığını seviyor ve korumağa çalışıyor. Yaradılışı itibariyle, Allah onun içine bu duyguyu koymuş. İnsan, kendisine faydası dokunan, menfaatine olan şeyi sever. Bir de menfaatten kaynaklanıyor Bir şeyden menfaatlendiği için, insan onu seviyor. Meselâ, gıda, hava, su gibi şeyleri sever. Malı sever, parayı sever. Halbuki doktorlar diyorlar ki, "Paranın üstünde ne kadar mikrop var, o mikropları görsen, eline almak istemezsin!" Ama parayı seviyor. Çünkü bir şeyleri kazanmasına, başka sevdiği şeyleri elde etmesine sebep olacaktır.
İşte böyle başka bir sebepten, faydası olduğu için, menfaatten dolayı olan sevgiye de mahbûbün li-gayrihî derler. Yâ bizzat kendisi sevimsiz bile olsa, başka sebepten seviliyor. Çünkü, onunla başka sevilen şeyler elde ediliyor. Meselâ:
(El-insânü abîdül-ihsân) [İnsan, ihsânın kölesidir.] İyilik yapanı sever insan... Bir insan seni sevmiyor, aranızda bir soğukluk var, bürûdet var, buzlar var, karlı dağlar var... Çare?.. Hediye ver!
(Tehâdev tehàbbû) "Hediyeleşin, birbirlerinizi seversiniz." buyuruyor Peygamber Efendimiz. Ne oluyor?.. Sağlanılan menfaatler yavaş yavaş sevgi uyandırıyor.
Bir de çok mühim olan bir mahbûbun, sevgilinin hatırı için sevilen şeyler vardır. Aslında sevilecek bir şey değildir de onun hatırı için sevilir. Meselâ, ilaç acıdır ama, sıhhatin hatırı için içilir. Eğer içine sevilecek şeyler konulmamışsa, ilâcın kendisini sevmek yok her zaman... Çocuk sevsin diye bazan kokular, tadlar ilâve ediyorlar; çukulata tadı, meyva tadı, şeker tadı... O zaman seviyor.
Ama ilacı doğrudan doğruya ilaç olduğu için sevmiyoruz, sıhhatimize yardımcı olduğu için seviyoruz. Kendi isteğimizle gidip ameliyat oluyoruz. Neden?.. Sonunda sıhhat kazanacağız diye. Aslında kanımız dökülecek, canımız yanacak, bayılacağız, ayılacağız; ama ne yapalım, istiyoruz, seviyoruz.
Sonra çalışmayı seviyoruz, yorulmayı seviyoruz. Adam erkenden eşofmanını giyiyor, koşuyor. Ter akıyor, kan ter içinde kalıyor, ama sıhhat kazanacağım diye yapıyor, seviyor. Yâni yorgunluğuna rağmen, adaleleri ağrımasına rağmen... Hattâ masaj yaptırıyor kurtulmak için...
Sonra cihadı seviyoruz. Allah'ın dini yayılsın diye, Allah'ın rızasını kazanalım diye şehadeti seviyoruz. Helâl olan şeyleri sevimsiz bile olsa, seviyoruz; haramlar sevimli bile olsa, sevmiyoruz, kızıyoruz. Adam zevkten içkiyi içiyor, ama biz içki içene kızıyoruz. Neden?.. Haram!.. Haram diye biz sevmiyoruz.
Demek ki Allah için, çok sevilen birisi için böyle sevimsiz bile olsa, bazı şeyler seviliyor.
b. Makbul Olan Sevgiler
İslâm'ın yapısı içinde sevginin çok yeri vardır. Makbul olan sevgiler vardır, makbul olmayan sevgiler vardır. Şöyle ilk tanıdığımız sevgiden itibaren sıralamaya başlayayım:
1. Anne Baba Sevgisi
Sevgiyi ilkönce annemizden öğreniriz; annemizin sıcak bağrından, yumuşak göğsünden tadarız. Annemizi severiz önce... Anne baba sevgisi çok makbul bir sevgidir. Allah'ın tavsiye ettiği, teşvik ettiği, sevap verdiği, razı olduğu bir sevgidir.
(Rıdar-rabbü fî rıdal-vâlideyn) "Allah'ın razı olması annenin, babanın razı olmasına bağlıdır." O kadar önemlidir.
(Elcennetü tahte akdâmil-ümmehât) "Cennet annelerin ayakları altındadır." Hani nerde, ayağına kapanmak lâzım!
Allah-u Teâlâ Hazretleri anne babaya iyiliği Kur'an-ı Kerim'de emretmiştir:
(Ve kadà rabbüke ellâ ta'büdû illâ iyyâhu ve bil-vâlideyni ihsânâ) [Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, an-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.]
(Ve lâ tekul lehümâ üffin ve lâ tenherhümâ ve kul lehümâ kavlen kerîmâ) [Onlara karşı 'Öf!' bile deme, onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!] diye, "Öf, aman!" bile demeyi yasaklamıştır.
Bir evlât babasına, anasına iyi bir davranışta bulunur da, kendisine sevgi ile bakmasını sağlarsa; o çocuk, bir köle azad etmiş gibi sevap kazanır, sırf o bakışı sağladığı için... Anası baktı diye, babası baktı diye, oğlana bir köle azad etme sevabı verilir. Bir köle kaç para eder bu devirde bilmiyorum ama, herhalde bir Mercedes eder en aşağı... Yâni çok büyük sevap kazanır.
Diyorlar ki:
"--Yâ Rasûlallah! Anne baba sevdiği evlâdına günde 360 defa bakar."
Çok bakar demek istiyorlar. Peygamber Efendimiz SA buyuruyor ki:
"--Allàhu ekber!"
Yâni, 360 defa bakarsa, Allah 360 köle azad etmiş sevabı vermez mi?.. Verir, ne olacak, hazineleri sonsuz.
Demek ki evlâtlar, anneye babaya ne kadar karşısında görünüp de yumuşak baktırtabilirlerse, sevap kazanacaklar.
Anne ve bababaya isyana, Arapçada ukùkul vâlideyn denilir; çok büyük bir günahtır, çok müthiş bir günahtır. Anne babaya asi ise bir evlât onun cezası çok büyüktür. Annesinin, babasının rızasını kazananmamış bir evlâdın durumu çok fenâdır.
Peygamber SAS Efendimiz'e haber verdiler:
"--Yâ Rasûlallah! Müslümanlardan bir genç var, ölüm döşeğinde, ölecek, belli, son dakikalarını yaşıyor. Israr ediyoruz, telkın ediyoruz, "Lâ ilâhe illallah... Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." diyemiyor, söyleyemiyor, hayret ediyoruz.
Peygamber SAS Efendimiz o gencin yanına gitmiş. Bakmış ki o ölecek çocuğa, annesi dargın ve kırgın... Demiş ki:
"--Ateş getirin, yakın meydanda ateşi, bu çocuğu ateşe atacağız."
Kadıncağızın aklı başından gitmiş;
"--Aman yâ Rasûlallah, yakmayalım!" demiş.
O zaman, Rasûlüllah Efendimiz:
"--Sen bundan razı olmazsan, bu cehennemde yanacak. Ben burda ateşe atacağım deyince, sen razı olmuyorsun; sen bundan razı olmazsan bu cehennemde yanacak.
"--Tamam, razı oldum yâ Rasûlallah, haklarımı helâl ettim!" demiş.
O sırada da hastanın yanından haber gelmiş:
"--Yâ Rasûlallah! Ne oldu anlayamadık çocuk 'Lâ ilâhe illallah' dedi, ruhunu teslim etti." demişler.
Bak kilitlenmiş, annesi razı olmadığı için "Lâ ilâhe illallah" diyemiyor. İmansız gidecekti belki, o kadar önemlidir.
Anneye babaya ikramın mükâfatı bire yediyüzdür. Bir milyon lira harcarsanız, yediyüz milyon harcamış kadar mükâfat alırsınız. Katsayısı bire yediyüzdür. Bu makbul bir sevgidir, önemli bir segidir; evlâtlara ihtar olunur.
--Peki anne veya baba vefat etmişse, yapılacak şey yok mudur?..
Vardır. Bir insan anne ve babasının hatırına hacca gidebilir, kurban kesebilir, cami yaptırabilir, çeşme yaptırabilir, Kur'an okutabilir, namaz kılabilir, sadaka verebilir, hayır hasenat yapabilir... Hepsi onun ruhuna gider, annesi babası istifade eder.
Rasûlüllah Efendimiz'e bir kişi geldi dedi ki:
"--Yâ Rasûlallah, annem vefat etti, bana bir vasiyeti de yoktu. Ben şimdi istiyorum ki, onun için bir çeşmi yaptırayım. Yaptırsam, sevabı anneme gider mi?.."
"--Gider." dedi Peygamber Efendimiz.
Bunun üzerine o adam annesi hatırına, adına, nâmına bir çeşme yaptırdı, "Bu Saad'ın annesinin ruhu için yaptırılmış çeşmedir." diye üstüne yazdı.
Onun için vefat etmişlere de evlâtlar böyle faydalar sağlayabilir.
2. Aile Sevgisi
Makbul sevgilerden birisi de eş sevgisidir. Erkekse hanımını sevmesi, hanımsa beyini sevmesi... Bu da makbul bir sevgidir, belki şaşıracak salondaki bazı dinleyicilerimiz... Çok makbul bir sevgidir, sevaplı bir sevgidir. Allah'ın teşvik ettiği, Rasûlüllah'ın tavsiye buyurduğu bir sevgidir.
Hanımı için, çoluk çocuğu için çalışan bir baba, Allah yolunda cihad eden insan gibidir. Hac yapan, umre yapan, gazâ yapan insan gibidir. Hadis-i şerifte öyle bildiriliyor.
Evlât büyüten bir kadın da, yine onun gibidir. Onunla ilgili hadis-i şerifi okuyayım:
449/4 (İnnel-mer'etel-müslimete izâ hamelet enne lehâ ecrüs-sàimil-kàimil-muhrimil-mücâhidi fî sebîlillâh, hattâ vadaat) "Bir müslüman hanımefendi bir evlâda hâmile kaldı mı, o hâmile hanımcağıza doğum yapıncaya kadar, oruç tutan, geceleri sabahlara kadar namaz kılan, ihrama girip hac yapan, cihada gibip Allah yolunda cihad eden insan kadar sevap yazılır durur."
(Ve enne lehâ fî evveli rad'atin türdıuhû ecrü hayâti nesemen) "Çocuğu doğduktan sonra ilk verdiği bir defalık bir süt emzirmeden, bir köle azad etmiş gibi sevap alır." İbn-i Abbâs RA rivayet etmiş.
Sevabın büyüklüğüne bak! Yâni hanım çocuğu doğuncaya kadar sıkıntı çekiyor, midesi bulanıyor, başı dönüyor, vücudu şişiyor, doktora gidiyor... vs. filan ama sevabı böyle... Erkek için de böyle, hanım için de böyle...
Çocuklar insana sadaka-i câriye gibi devamlı sevap kazandıran kaynaktır. Yani, anne baba evlâdını hayılı evlâd yetiştirmişse, o evlâdın yaptığı sevaplı işlerin hepsinin sevabının bir misli anne babasına gider. Öyle yetiştirdi diye... Tabi bütün bunlar nikâh yoluyla evlilik içindir, onu beyan ediyorum. Çocukları sevmek ve aralarında adalet etmek gerektiğini de hatırlatıyorum. Anneler babalar çocukları arasında adaletli davranmalıdırlar.
3. Müslüman Kardeşini Sevmek
Makbul olan, sevaplı olan, kârlı olan sevgilerden hatırlatmam gereken önemlilerinden birisi de arkadaş sevgisidir. İslâm'da, din yolunda Allah rızâsı için arkadaşlık etmek, birisiyle ahbab olmak. Buna el-hubbu fillâh el-uhuvvetü fillâh derler. Allah rızâsı için arkadaş olmak, kardeş olmak, Allah rızâsı için sevmek derler. En sevaplı ibadetler den biridir. Seviyorsun bir şey harcamıyorsun, zaman harcamıyorsun, bir işi yapmıyorsun, yorulmuyorsun, tek arkadaş olduğun için sevap kazanıyorsun. O kadar sevaplı bir iştir. Müjdeli hadîs-i şeriflerden bir tanesini okuyayım:
397/3 (Men ahabba ehan lillâhi fillâh) "Kim Allah için, Allah yolunda, bir müslümanı kardeş edinir, severse, (ve kàle innî uhibbuke lillâh) 'Ben seni Allah için seviyorum kardeşim! Başka bir şey için değil para için, pul için, menfaat için değil de, ben seni Allah için seviyorum.' derse; (fekàd ehabbehullàh) Allah da onu sever. (fedehalâ cemîanil-cenneh) İkisi birden cennete girer." Hem seven, hem sevilen, hem bu kardeş, hem o kardeş, ikisi birden cennete girer.
Tarikatın, tasavvufun vücudunun, varlığının, sebeplerinden birisi budur. Bundan bu kazancı elde etmek için... Neden tasavvuf var, neden tarikat kardeşliği ihvanlık var? Bundan dolayı işte, bu kazancı sağlamak için. Mutasavvıflar akıllı insanlardır, kurnaz insanlardır, ahiret sevabını bilirler; bundan dolayıdır.
Hazret-i Ömer RA'den bir hadis-i şerif:
452/5 (Nazarür-racülü ilâ ahîhil-müslimi hubben lehû ve şevkan ileyhi hayrün min i'tikâfi senetin fî mescidî hâzâ.) "Müslümanın -- adamın diyor ama, hanımlar dahildir buna-- müslüman kardeşine, onu severek, ona şevk duyarak bakması, --canım kardeşim diyerek, severek bakıyor-- bu benim mescidimde bir sene i'tikâfa girmekten daha hayırlıdır." diyor Peygamber Efendimiz.
Bir sene i'tikâf... Biliyorsunuz Ramazanın son on gününde camide i'tikâf oluyor. Adam çantasını hazırlıyor, yastığını alıyor, camiye gidiyor. Ne oluyor?.. On gün camide yatıyor. Sebep ne?.. Kadir gecesini yakalayacak, maksadı o... Avcılığa gidiyor, Kadir gecesini elde etmek istiyor, ihyâ etmek istiyor.
Onun için, "Hanım bana müsaade, sen de evde i'tikâfa gir istersen! Allah'a ısmarladık, ben gidiyorum." diyor, camiye gidiyor. On gün i'tikâf yapıyor. On gün değil, bir sene i'tikâftan hayırlıdır diyor. Hem de ne diyor: "Şu benim mescidimde..." Medine-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevî'de... Oranın özelliği ne?.. Orada kılınan bir namaz, başka yerde kılınan bir namazdan bin misli daha sevaplıdır.
Meselâ ben şimdi burda, Mustafa Şeker Hocamız'ın camiinde iki rekât namaz kıldım. Tamam sevap, güzel... Medine-i Münevvere'ye gittim, orda bir namaz kıldım; ordaki bin misli fazla... Neden?.. Orası Peygamber Efendimiz'in mescidi olduğu için. Buna kıyâsen, bunun gibi olduğuna göre, Peygamber Efendimiz'in mescidinde bir sene i'tikâf ne demek?.. Herhangi bir camide bin sene i'tikâf demek... Bin sene ömrümüz mü var? Nuh AS bile 950 sene yaşamış, o kadar ömrümüz yok.
Bak nerden sağlanıyor bu, sözün başına dönelim hatırlayalım: Adamın müslüman kardeşine severek ve iştiyak duyarak, şevkle, hasretle, canım kardeşim diyerek bakması, Peygamber Efendimiz'in mescidinde bir senelik i'tikâftan daha hayırlı imiş. Anlayın Allah yolunda kardeşliğin sevabını... Ben bu konuşmamda başka bir şey söylemesem, bu size yeter, bu akşamın kârı size yeter.
Müslümanlar birbirlerini ziyaret ettikçe sevap kazanırlar. Dua ettikçe, aynı sevabı alırlar. "Yâ Rabbi, o kardeşime zenginlik ver!.." Tamam, sana da gelecek... "Yâ Rabbi, o kardeşime sıhhat ver!.." Tamam, sana da gelecek... "Yâ Rabbi, o kardeşimi şöyle yap, böyle yap..." Aynen sana da gelecek. Neden?.. Başucunda bir melek, (Âmîn, ve leke mislühû) "Âmîn, aynını Allah sana da versin!" der, müslüman kardeşine dediği için...
Allah yolunda birbirini sevenler, mahşer gününde izdihama, sıkışıklığa düşmeyecekler. Hani izdiham var ya orda, varmış ya, olacak ya... Sırılsıklam terleyeceklermiş, ter kimisinin dizine, kimisinin boynuna, kimisinin ağzına, kulağı hizasına gelecekmiş. Ter, sıkışıklık izdiham, sıcak, harâret... Hah, işte o günde birbirini Allah için seven insanlar, Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde gölgelenecekler. Mahşer halkı onları aşağıdan yıldızları seyreder gibi seyredecekler. Peygamber Efendimiz böyle anlatınca, demişler ki:
"--Yâ Rasûlüllah, o Arş'ın gölgesinde gölgelenenler peygamberler mi, şehidler mi?.."
"--Hayır! (Hümül-mütehàbbûne fillâh) Onlar birbirleriyle Allah için muhabbet eden ahiret kardeşleridir. Birbirlerini Allah için seviyorlar."
Siz birbirinizi neden seviyorsunuz, neden buraya geldiniz, neden bu toplantıya katıldınız?.. Biz birbirimizi Allah için seviyoruz, kardeşiz biz...
Bunların hepsi sahih hadis-i şerif, şişirme değil, balon değil, helyum gazıyla doldurulmuş çocuk balonu değil bunlar; Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifleri...
Birbirlerini Allah için sevenler, Arş'ın gölgesinde gölgelenecekler... Cennete girdikleri zaman, o kadar yüksek mertebeleri olacak ki, yüzleri o kadar nurlu olacak ki, köşklerinin balkonlarına çıktıkları zaman, cennetin sefalı gölgelikleri aydınlanacak... Nerden aydınlanacak, güneş mi doğdu?..
(Lâ yerevne fîhâ şemsen ve lâ zemherîhâ) "Orda soğuk da yok, sıcak da yok, güneş de yok...
(Fî zılâlin ve uyûn) "Pınarbaşları var, gölgelikler var, serinlikler var... Aşırı sıcaklık yok.
(Müttekîîne fîhâ alel-erâiki) [Tahtlar üzerinde otururlar.] Serirler var, uzanacaklar.
Sonra, Yâsin Sûresi'nde anlatılıyor. Ah bir Arapça bilseniz, neler var...
Yüzlerinin nurundan aydınlanacak ortalık, başka bir şeyden değil... Ve cennetteki insanlar diyeceklermiş ki: "Yine o mübareklerden birisi balkona çıktı, haydi gelin onu seyrana gidelim!" diyeceklermiş birbirlerine... Onlar da cennetlik, onlar da yabancı değil, onlar da Allah'ın rızasına ermiş insanlar ama, haydi şunları seyre gidelim diyeceklermiş. Demek ki, seyri bile sefalı olacak, seyranı bile tatlı olacak.
Bu da makbul sevgilerden biri... Tabii bu, sıradan müslümanların birbiriyle arkadaş olması... Daha önce söylemem gereken bir şey vardı: İyi kulları sevmek... Mürşid-i kâmilleri, ulemâ-i âmilîni, evliyâullah ve sàlihîni, hayır hasenât sahiplerini sevmek... Şehidleri, gàzileri sevmek... Bu da makbul bir sevgi.
Fatih Sultan Muhammed Han cennet-mekân diyoruz, seviyoruz; Peygamber Efendimiz medhetmiş. Seyyid Battal Gàzi diyoruz, seviyoruz, ziyaret ediyoruz. Barboros Hayreddin Paşa diyoruz, çok seviyoruz. Ne zaman Beşiktaş'tan geçsem, Fâtiha okurum, çok seviyorum. Neden?.. Mübarek insanlar...
Kusurlu da olsa, mü'min kardeşimizi seveceğiz. Çünkü, mü'min olması çok büyük bir kıymet ifade ediyor, kusuru küçük kalıyor yanında... Mü'min oldu mu, iman cevherinden dolayı o insan kıymetli oluyor; kusurlu da olsa mü'mini seveceğiz. Neden?.. Dikensiz gül olmaz da onun için... Kurcalasan, herkesin kusuru var. Kusurlardan dolayı insanları defterden silerse bir insan, dostsuz arkadaşsız kalır. Neden?.. "Yârsız kalmış cihanda, aybsız yâr isteyen..." Kusursuz yâr olmaz, kusursuzluk Allah'a mahsus... Herkesin kusuru vardır. O halde, kusuruyla sevmeye alışacağız, iyi tarafını görmeğe alışacağız.
Hazret-i İsâ AS, ashabı ile gidiyorlarmış, bir köpek leşinin yanından geçmişler. Hayvan ölmüş, şişmiş, kokmuş. Herkes burnunu kapatmış, "Aman ne çirkin kokuyor!" diye başını çevirmiş, geçmiş. Hazret-i İsâ AS demiş ki: "Ama dişleri nasıl bembeyaz inci gibiydi. Dikkat ettiniz mi?.."
O manzarada bile güzelliği görmek; bu bir derstir bizim için. Hakîkaten her şeyin güzel tarafı da vardır, onları da görmek lâzım!..
4. İnsanları Sevmek
Sonra, günahkâr da olsa insanları sevmek...
--Hocam, sen galiba soyadının icabı coştun, biraz ileri gitmeye başladın? Günahkâr sevilir mi, kızılımaz mı günahkâra?..
Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden anlıyoruz ki, günaha kızılır, günahkâra acınır.
--Yazık, bu kardeşim cehenneme düşecek, ne kadar yanlış bir iş yapıyor. Acıyorum şuna, yazık olacak.
Günaha kızacaksın, amma günahkâra acıyacaksın, kızmayacaksın. Eğer bir insan bir günahkârı ayıplarsa, kızarsa ne olur?.. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
208/17 (Ezzenbü şü'mun alâ gayri fâilihî) [Günah o kadar uğursuz bir şeydir ki, işleyenden başkasına da zararı dokunur.] (İn ayyerehû übtüliye bihî) "Bir günahkârı bir insan ayıplarsa, Allah döndürür, dolaştırır, o günahı o insana işlettirir, onu mahcub eder. Ayıpladığı kimsenin yaptığı hatayı ona yaptırtır, mahcub eder. "Sen ayıplamıştın, bak kendin de nasıl yaptın!" dedirtir. O belâya, o günaha o da bulaşır sonunda... Ayıplamamak lâzım!..
(Ve in radıye bihî şârekehû) "Razı olursa, o zaman da günahı yapmış gibi günah kazanır." İşlemediği halde, burda durduğu halde, ona razı olduğundan günah kazanır.
(Ve iniğtâbehû esime) "Söylese, gıybetini yapsa, günahkâr olur." Gıybetini yapmayacaksın, günah olmasın diye... Ayıplayamayacaksın, başına gelmesin diye... Razı olamayacaksın, o günahın aynısı sana da yazılmasın diye... Ne kalıyor: Acımak kalıyor, kurtarmak için çalışmak kalıyor.
Onun için insanları seveceğiz. Bu insanların hepsi Adem dedemizden kardeşlerimiz; acıyacağız.
5. Mahlûkàtı Sevmek
Sonra, mahlûkàtı sevmek... Bu da makbuldür. Bu da tavsiye ediliyor. Şefkat etmek, merhamet etmek lâzım! Kadının birisi bir kediyi hapsetmiş, öldürmüş, ölümüne sebep olmuş. Kendisi avlansın, bir şeyler yakalasın, yesin de hayatını devam ettirsin diye salıvermemiş. Kendisi de gıda vermemiş. Hapsetmiş, ölümüne sebep olmuş. Ondan dolayı cehenneme gidiyor. Demek ki, mahlûkatı bile seveceğiz.
Kimi şeyhler vazife verirlermiş müridlerine: "Şu hizmeti yaptın, aferin; şu kadar hizmet ettin, aferin... Hadi bakalım, şimdi hastalıklı hayvanları tedavi et!.. Hadi bakalım uyuz hayvanlara merhem sür!.. Hadi bakalım kanadı kırık kuşların kanadını sar, iyi oluncaya kadar bak!.." derlermiş. Yâni, can sahibi, ruh sahibi, acıması olan her varlığa karşı da bir sevgi, şefkat, merhamet lâzım!..
Bir keresinde Peygamber Efendimiz'e birisi sordu:
"--Yâ Rasûlallah! Benim develerim var, kuyudan su çekiyorum, ellerim acıyor." Devamlı çekti mi insanın elleri kızarır, su toplar, acır, çekemez olur, zor gelir. "Ben çekiyorum, boşaltıyorum. Benim develerle beraber, işe yaramaz, hasta, ihtiyar develer de, ortada salma dolaşan develer de geliyorlar, onlar da içiyorlar." dedi.
"--Olsun, onlar da içsin. Çünkü her ciğer sahibine su vermekte hayır vardır, sevap vardır." dedi Peygamber Efendimiz.
Bir işe yaramayacak hayvan, artık ihtiyarlamış, sahibi bile gözden çıkartmış, salıvermiş; ama sevap var.
Demek ki, bunları bunları sevmek iyi...
Sonra, diğer sevilen şeyler, diğer mahbublar var... İnsanın güzel bir zevki varsa, tabiatı güzelse --tab'-ı selim diyoruz-- bazı şeyleri sever. her duyu idrak ettiği şeyi sever. Meselâ göz, güzel renkleri sever, güzel şekilleri sever. Burun güzel kokuları sever. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Birisi güzel koku..."
Burun güzel kokuyu sever. Hele pahalı, iyi cins bir koku alırsan, "Aman ne güzel kokuymuş, bana da ver!" derler hemen... Yâni, seviliyor. Güzel koku arıyı çiçeğe celb eder. Hayvanlar da dayanamıyor, güzel kokulu çiçeklere onlar da geliyor. Çiçeğin o kendisine müşteri çekmek için Allah'ın verdiği imkânı...
Sonra lezzet aldığı güzel yiyecekleri sever insan... Tatlı olmak şartı yok, ekşiyi de sever, acıyı da sever, turşuyu da sever. Ben acıyı çok seviyorum, Arnavut biberine bayılıyorum. Akşama kadar, ertesi güna kadar dudaklarım yanıyor ama, seviyorum. Yâni hoşuna gidiyorsa, tatlı olması şart değil... Sever, sevebilir.
Güzel sesleri sever; kuş sesini sever, su şırıltısını sever. Müzik ruhun gıdasıymış diyorlar, şimdi ilâhiler okunacak... Güzel sesleri, güzel sözleri sever insan... Yumuşacık şeyleri sever, cilâlı şeyleri sever, serin şeyleri sever, sıcak şeyleri sever, ipeği sever, kürkü sever... Olabilir, bunlar da insanın tabiatının, zevk-i seliminin, tab'-ı seliminin meyilleri... Bunlar olabilir, normal olarak sevilebilir böyle şeyler. Ama bunların bir ölçü dairesinde olması lâzım, aşırı olmaması lâzım!..
c. Makbul Olmayan Sevgiler
Tabii, biz sevgiyi İslâmî bakımdan incelediğimiz için, İslâmî olmayan sevgiler de vardır, onları da hatırlatalım. Bir Arap atasözü var:
(Men lem ya'rifiş-şerre yaka' fîh) "Şerri bilmeyen pat diye içine düşer." Şerrin ne olduğunu da bilecek ki, yapmasın. Şu sevgiler, tamam: Arkadaş seveceğiz, sevabı var; babamızı anamızı seveceğiz, eşimizi dostumuzu seveceğiz, çoluk çocuğumuzu seveceğiz. Tamam da, makbul olmayan sevgileri de öğrenelim de, yanlış bir iş yapmayalım!
Hadis-i şeriflerde, ayet-i kerimelerde ikaz edilen makbul olmayan sevgiler var. Bir çok kimse takılıyor bu sevgilere, bir çok kimse düşüyor bu sevdalara; ama makbul değil.
1. Dünyayı Sevmek
(Hubbüd-dünyâ re'sü külli hatîetin) "Dünyayı sevmek bütün kötülüklerin kaynağıdır, başıdır, esasıdır."
Tabii, dünya dediğimiz bu yerküre demek değildir. Yaşadığımız hayatta insanın kalbini çelen şeylerdir dünya... İnsan burasını gàye edinirse, burası için çalışırsa, sırf burayı severse; öbür tarafı, öteki dünya dediğimiz ahireti unutursa, işte bu sevgi makbul bir sevgi değildir. Ayet-i kerime var biliyorsunuz:
(Züyyine lin-nâsi hubbüş-şehevâti minen-nisâi vel-benîne vel-kanâtîril-mukantarati minez-zehebi vel-fiddati vel-haylil-müsevvemeti vel-en'àmi vel-hars, zâlike metâul-hayâtid-dünyâ, vallàhu indehû hüsnül-meâb.) [Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici nimetleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır.]
Bu sayılan şeyler dünyada kalıcı şeyler, ahirete gitmeyen şeyler. İnsan malını mülkünü, parasını, markını ahirete götüremiyor. Burada kalıcı, fâni şeyler... İnsanın asıl hedefi ahiret olmalı, bu dünyaya karşı zühd sahibi olmalı!..
Zühd ne demek?.. Dünya sevgisinin insanın kalbine yerleşmemesi demek... "Dünya benim için önemli değil, mühim olan Allah'ın rızası... Benim için para mühim değil, benim için mevkî, makam o kadar önemli değil! Ben günah işleyip de o parayı kazanacağıma, kazanmam daha iyi... Günah işleyip de, can yakıp da, zulmedip de o mevkîye çıkacağıma, çıkmam daha iyi..." Haa, bak, bu adamın gözü tok... Zühd, gözünün tokluğu demek, dünyaya bakmaması demek... Tok gözlü olacak müslüman. Tùl-i emel sahibi olmayacak.
Tùl-i emel kötü bir duygu, ama ne olduğunu herkes çok iyi bilmiyor. O kanaate vardım ben, sordukça, inceledikçe... Tùl-i emel ne demek?.. Ölümün aniden geleceğini bilmeyip, heveslerinin, arzularının yıllara doğru yayılması, uzayıp gitmesi demek...
--Nasılsın, ne haber, ne yapıyorsun?..
--İyiyim. Bu sene şunu yapacağım, öteki sene şunu yapacağım, üç sene sonra bunu yapacağım, beş sene sonra çocuğumu evlendireceğim, on sene sonra hacca gideceğim, onbeş sene sonra şunu yapacağım...
--Senedin mi var, o vakte kadar kalmağa, nerden biliyorsun?..
Tùl-i emeli var, yaşayacağım sanıyor. Halbuki ölüm birden geliverir, hiç belli olmaz, aniden gelir. Ummadığın zamanda gelir, ummadığın yerde gelir. Harıl harıl yaşama faaliyeti içindeyken ve cıvıl cıvıl faaliyet içindeyken ansızın başına gelebilir. Ne yapmak lâzım?.. İnsan tùl-i emeli içinden çıkarması lâzım, ölüm her an gelebilir diye hazırlanması lâzım!
Bu önemli bir duygudur, iyi bir müslüman için çok önemli bir duygudur. Tùl-i emel defterini düreceğiz, emellerimizi çok uzak tutmayacağız. Yâni, müteyakkız olacağız, ölüm her an gelebilir diye hazırlıklı olacağız.
Bu dervişliğin, tarikatın, tasavvufun çok çeşitli tarifleri vardır da, boyumun küçüklüğüne, haddime bakmadan bir tarif de ben ekliyorum: "Dervişlik ölüme hazırlıklı olmak demektir." diyorum.
--Şu anda, "Gel bakalım ahirete!" deseler, hazırlıklı mısın?..
--Değilim hocam! Daha çocuğu evlendirmedim, borcumu ödemedim, şu işim var, bu işim var... Aman hocam dur, ne diyorsun, hiç olmazsa üç-beş gün daha yaşayayım.
Haa, bu iyi derviş değil... Hakîkî derviş, şu anda göçmek gerekse, "Tamam, olur, pek âlâ, hadi Allaha ısmarladık!" diyebilecek bir insandır.
Ferîdüddîn-i Attar'a dervişin birisi gelmiş:
"--Sen böyle yapabilir misin?" demiş.
O da:
"--Yapamam, sen yapar mısın?.." demiş.
"--Yapayım da gör" demiş.
Ferîdüddîn-i Attar'ın dükkânında yatmış yere, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." demiş, ruhunu teslim etmiş. Bir te'sir etmiş bu olay Ferîdüddîn-i Attar'a, ondan sonra hayatı değişmiş. Şu Tezkiretül-Evliyâ'nın sahibi Ferîdüddîn-i Attar olmuş.
Bizim Hocamız'ın hocası Tekirdağlı Mustafa Feyzî Efendi'nin kardeşi Tekirdağ müftüsüydü. Çok cömert insanlarmış, çok asil aile imiş. Allah şefaatlerine erdirsin... Bizim ihvânımızdan bir hacı amca vardı. Onun babasıyla birisi bu zâtı ziyarete gitmişler. Çok mühim bir olay; tùl-i emelle, ölüme hazırlıklı olmakla ilgili çok sevdiğim bir olmuş hadise bu... Konuşmuşlar, vedâlaşmışlar, çıkarken birisini geriye çağırmış; bu bizim hacının babasını değil de ötekisini geriye çağırmış müftü efendi. Gel demiş, fısıltı ile kulağına bir şeyler söylemiş. O da, "Hay hay efendim, nasıl uygun görürseniz, pek âlâ, baş üstüne!" demiş, çıkmış dışarıya...
Bu bizim hacının babası sıkıştırmış:
"--Yâ ne dedi?.."
"--Sır, söyleyemem! Seni çağırmadı, sırf beni çağırdı; sır, söyleyemem!.."
"--Yâ söyle..."
"--Söyleyemem!.."
"--Allah aşkına söyle!.."
Allah'ın aşkı ileri sürüldü mü, "Allah'ın aşkıyla bir şey isteyen mel'undur, Allah'ın aşkı ileri sürüldüğü halde vermeyen de mel'undur." diyor Peygamber Efendimiz. Bu işin şakası yok, buciddî bir iş... "Allah aşkına söyle!" deyince, demiş ki:
"--Müftü efendi bana şöyle dedi. 'Biz yarın ahirete göçeceğiz. Seninle çok yakın ahbap ve arkadaşız, çocukluğumuz beraber geçti. Sen de gelir misin yarın ahirete?..' dedi. Ben de, 'Baş üstüne, nasıl emrederseniz, olur efendim!' dedim."
Bizim komşu hacı amca yemin ediyor, "Tübe vallah, ertesi gün ikisi birden öldü." diyor. Görüyor musunuz dervişliği?.. Kim yapabilir, içimizden yapabilecek bir kimse var mı?.. Herkes kendi kendine sorsun, parmak kaldırmasın, ortaya çıkmasın; çünkü yapabiliyorsa, aferin, gizli kalması daha iyi... Kim yapabilir?.. "Tamam efendim, yarın geliyorum sizinle..." deyip de, ölüme gidiyor, ahirete gidiyor. "Tübe vallah, müftü efendi de öldü, o da öldü." diyor. Evliyânın haline bak!..
E ayet-i kerime var:
(Ve mâ tedrî nefsün bi-eyyi ardın temût) Nefis hangi toprakta öleceğini bilmez." Bilmez ama umûmî olarak bilmez, Allah bildirirse biliyor işte... Bak, bir gün önceden öleceğini biliyor, arkadaşını da yanına çağırıyor: "Sen benimle iyi arkadaşsın, gençliğimiz beraber geçti, hadi gel beraber ölelim!" O da "Olur." diyor. Neden?.. Allah'ı seven insan korkmaz da ondan...
Yâni dünyada ne insanlar yaşamış, anlaşılsın diye söylüyorum muhterem kardeşlerim!
2. Uygun Olmayan İnsanları Sevmek
Kötü sevgilerden birisi de uygun olmayan insanları sevmek... Bizim gazetecilerin, televizyoncuların bir kısmı palavracıdır, atar tutarlar: "İslâm sevgi dinidir." Her zaman değil, dur bakalım, sevgisi de var, kızması da var bu işin... "İslâm müsamaha dinidir." Her zaman değil, o kadar da uzun boylu değil...
Bizim Ali Ya'kub Hoca (Rh.A), çok mübarek bir insandı. Bir bilimsel toplantıya katılmış. Ondan önce birisi mikrofonda konuşurken, "Ben filânca ülkeden arkadaşınız... Benim ismim Ya'kuuuuuub..." demiş. Ondan sıra bizim Ali Ya'kub Hoca'ya gelmiş. Mübarek, çok arif, zarif bir insandı. O da çıkmış, "Ben de Türkiye'den, Balkanlardan, Arnavut asıllı kardeşiniz... Benim ismim de Ya'kub ama, o kadar uzun değil!" demiş.
İslâm'da sevgi var, o kadar uzun değil... İslâm'da müsamaha var, o kadar uzun değil... Her şeyin ölçüsü var. İslâm orta yol, denge yolu, öyle günahkârı, uygun olmayan insanları sevmek yok... Meselâ ayet-i kerime var:
(Lâ yettahizil-mü'minûnel-kâfirîne evliyâe min dûnil-mü'minîn.) "Mü'minler müslümanları bırakıp da, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler!" buyruluyor. Yasaklıyor Allah...
Sonra:
(Lâ tecidü kavmen yü'minûne billâhi ve bil-yevmil-âhir, yuvâddûne men hàddallàhu ve rasûlüh) [Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin!] buyruluyor.
Görülmüş bir şey değil, olmaz böyle şey; Allah ve Rasûlüllah'la zıtlaşan, hiddetleşen, harb eden insanları seven bir müslüman olmaz! Böyle bir hilkat garibesi, acaib mahlûk bulamazsın! Müslüman Allah'la harb edeni sevmez! Müslüman Rasûlüllah'a düşman olanı sevmez! Demek ki sevilmeyecek insanlar var, kâfirler var...
Sonra fâsıkları, fâcirleri, nikâhsız olarak mâşukları, flörtleri sevmek olmaz. Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
441/4 (Men kessera sevâde kavmin fehüve minhüm, ve men radıye amele kavmin kâne şerîke men amilehû.) "Bir insan hangi topluluğun içine giriyor da onların rakamını artırıyorsa, o onlardandır. Kim bir topluluğun yaptığı işe razıysa, o yaptığı işe ortak gibi olur."
Başka bir hadis-i şerif:
396/15 (Men ehabbe amele kavmin şerren kâne ev hayran fehüve kemen amilehû.) "Kim bir kavmin yaptığı işi severse, onu işlemiş gibi ceza veya mükâfaat alır." Kötü şeyi sevmişse, ceza alır; iyi şeyi sevmişse, mükâfaat alır.
--Yâ ne mübarek insanlar varmış, ne kadar hayırlar yapmışlar, camiler yapmışlar!
--Haa, sen onların cami yapmasını seviyorsun, sen de sevap alırsın.
Kötü şeyi isteyen de öylece günaha girer.
Başka bir hadis-i şerif:
396/16 (Men ehabbe kavmen alâ a'mâlihim huşira yevmel-kıyâmeti min zümretihim fehùsibe bihisâbihim ve in lem ya'mel a'mâlehüm.) Câbir RA'dan, Hatîb-i Bağdâdî rivayet etmiş.
"Kim bir kavmi yaptığı işten dolayı severse, kıyamet gününde o kavimle beraber, onların zümresinde haşrolunur ve onların hesabına dahil olarak hesabı görülür. Her ne kadar onların işlediği suçları işlememiş bile olsa, o da cezalandırılır."
Demek ki dikkatli olmak lâzım; insanın kiminle dostluk edeceğini, kiminle düşüp kalkacağını, ahbaplık edeceğini bilmesi lâzım!..
Bir de bazı şeyleri aşırı, ölçüsüz, haddinden fazla sevmek; o da makbul bir şey değildir. Meselâ fazla yemek; oburluk diyoruz, buna şehvetül-batın, midenin şehveti derler. Meselâ, şehvetül-ferc... Meselâ, hırsül-mâl... Herkes malı sever de, ama insaf yâni, bununki artık hırs derecesinde... O makbul değil.
Mal, mül, zenginlik vs. tabii, onların hepsi geçici... Yunus'un sözünü söylemeden geçemeyeceğim:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?..
Mal da yalan, mülk
de yalan,
Var biraz da sen oyalan!
Ne güzel söylemiş, vaaz gibi söz... Kısaca bitiriyor: "Mal da yalan, mülk de yalan! Eh, inanmıyorsan, var biraz da sen oyalan; sen de sonradan pişman olursun." diyor. Ölçülü olacak
Hubb-u cah; mevki, makam sevgisi... İslâm'da vazife istenmez; verilirse, Allah'tan yardım istenir, yapılmağa çalışılır. İmam-ı Azam Efendimiz'i kadı yapmak istediler razı olmadı, istemem dedi. İstenmez.
Sonra, hubb-u riyâset... Hadis-i şerif var:
"On kişi veya daha fazla kişiye başkanlık eden her kişi --iyi insan olsun, kötü insan olsun-- mahşer yerine elleri bağlı olarak gelecek, esir gibi, suçlu gibi... Eğer başkanlığını güzel yapmışsa, elleri mahşer yerinde çözülecek; eğer vazifesini sûistimal etmiş, güzel yapmamışsa, nüfuzunu, kuvvetini, başkanlığını kötüye kullanmışsa, bağ üstüne bağ atılıp cehenneme atılacak." diyor Peygamber Efendimiz.
Bunlar makbul olmayan sevgiler... Demek ki makbul olan sevgiler var, makbul olmayan sevgiler var. İnşaallah sözün sonuna gelince başını unutmazsınız. Unutmamak için yazmak lâzım! Bereket versin şimdi videolar yazıyor, yazıların çeşitleri coğaldı. Çünkü hatırda kalmaz, sonuna gelince başı unutulur. İnşaallah unutulmasın, sevaplı şeyleri kaçırmayın!
d. Asıl Sevgi Allah Sevgisi
Buraya kadar söylediğimiz misaller, herkesin arasında görülen, tabii olan olumlu ve olumsuz sevgiler... Her yerde görülüyor. Bunlar asıl gaye değildir bu dünya hayatında; bunlar fânidir, bunlar hayaldir, bunlar boştur. Asıl sevgi aşk-ı ilâhîdir, muhabbetullahtır. Ama bunu herkes idrak edemez. Asıl sevilenin Allah olduğunu anlamak için, insanın kırk fırından fazla ekmek yemesi lâzım! Öyle herkes bu işi anlayamaz, lafı söylesen de anlayamaz. Çünkü, bu bir olgunluk seviyesi meselesidir, kolay değil, herkes bunu anlayamaz.
Ben bunu biraz izah edeyim:
(Allàhu lâ ilâhe illâ hû, lehül-esmâül-hüsnâ) "En güzel vasıflar Allah'ındır. Biz bir insanı, bir şeyi neden seviyoruz?.. Vasfı güzel olduğundan sevmiyor muyuz?.. Vasıfların en güzelleri Allah'ta... Burdan anlaşılıyor ki, bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, idraki olan hemen anlar ki, en sevilmesi gereken Allah'tır. Çünkü, her şeyin en güzeli Allah'ta, her şeyin en güzelinin sahibi Allah'tır.
Onun için eskiler aşkı ikiye ayırmışlar: Birisi aşk-ı hakîkî, birisi aşk-ı mecâzî... Aşk-ı hakîkî aşkullahtır, muhabbetullahtır, hakîkîsi odur. Gerisi fâni olan aşklar... Biraz aşık oluyor da sonra pişman bile oluyor. Sonra düşman bile oluyor. Sonra mahkemeye bile gidiyorlar, sonra ayrılıyorlar bile...
Aşk-ı ilâhî aşk-ı hakîkîdir. Çünkü en güzel isimler Allah'ındır, en güzel vasıflara o sahibdir, en güzel olan odur. Tabii, biz onu idrak edemeyiz, Neden?..
(Leyse kemislihî şey'ün) Onun gibi bir şey yoktur ki, benzetelim! Gül gibi desek, baklava gibi desek, kaymak gibi desek... İnsanları anlatmak için diyoruz.
"Kız yüzün kaymak gibi..."
Halk şairi öyle demiş, yüzünü kaymağa benzetmiş.
"Ağzından yağ bal akıyor."
Sözünü yağa bala benzetmiş. Benzetme Allah'ta sökmez. Çünkü, onun gibisi yok ki, ona benzer bir şey yok ki benzetilsin.
(Felâ tadrubû lillâhil-emsâl) "Kalkıp da Allah için benzetmeler yapmağa cür'et etmeyin!" buyruluyor.
Amma, nerden anlarız?.. Zât-ı bârisini idrak etmek beşer için mümkün değilse de, esmâsından anlarız, ef'àlinden anlarız, Allah'ın işlerinden, hikmetlerinden anlarız, mahlûkatından, tecelliyâtından anlarız. İşte bunlarla o güzelliği idrak etmek imkânı olur.
Her türlü güzelliği ve bütün güzelleri de yaratan o olduğu için, aslında bir güzelliği sevdiğimiz zaman, onu seviyoruz. Ona gidiyor, çünkü onu yaratan o... Her türlü takdir ona râcidir, her şükür ona gider, her türlü medh ü senâ ona varır. Onun hakkıdır, çünkü her şey onundur. Yeri göğü, ins ü cinni yaratan, ağaçları yapraklarla donatan, çimenleri çiçeklerle bezeyen, topraktan nebatı, arıdan balı, koyundan sütü çıkaran o... Her şey onun...
Onun için neyi seviyorsak, aslında Allah'ın bir işini seviyoruz, bir mahlûkunu seviyoruz, bir yaratışını seviyoruz, bir hikmetini seviyoruz. Bütün sevgilerin toplamı hepsi ona gider. Sübhâne rabbiyel aliyyil a'lel vehhâb...
Onun için Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
(Lâ uhsî senâen aleyke) "Yâ Rabbi ben seni medh ü senâ etmekle tüketemem, sayıp dökemem! (keyfe ve külli senâin yeûdü ileyk) Her medh ü senâ sana gider, her hak sana gider."
Gülü medhettiğimiz zaman, o güzelliği Allah yaratmıştır. Bir topraktan kaç çeşit renk, kaç çeşit tad... Dünyada bu gördüğümüz güzellikleri yaratmıştır; ahirette de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hatırına hayaline sığmayacak çok daha muhteşem güzellikler var... Üstelik Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden davet var, hepimizi cennete çağırıyor. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Vallàhu yed'ù ilâ dâris-selâm) "Allah-u Teàlâ Hazretleri, dârüs-selâm olan cennete hepinizi davet ediyor, çağırıyor." Va'di haktır, va'dinden hulfü yoktur. Allah hepimize nasib eylesin...
Bunlar söz olarak böyledir de, sözün hakîkatini idrak etmek, ondan duygulanmak, onu almak herkese nasib olmuyor. Herkes o aşkullaha, o muhabbetullaha erişemiyor. Yunus erişmiş, Mevlânâ erişmiş, Eşrefoğlu Rûmî erişmiş; şiirlerinden belli... Bayılıyorum Eşrefoğlu Rûmî'ye:
Ey Allah'ım beni senden ayırma!
Beni senin cemâlinden ayırma!..
Balığın cânı su içre diridir,
İlâhî balığı gölden ayırma!..
Seni sevmek benim dinim imânım,
İlâhî din ü imandan ayırma!
Eşrefoğlu senin kemter kulundur,
İlâhî kulunu senden ayırma!..
Sevgiye bak, sevgi kelimelerden fışkırıyor. Yunus da öyle:
Eğer beni yandıralar,
Külüm göğe savuralar.
Toprağım anda
çağıra,
Bana seni gerek seni!
Yaksalar, kül etseler, havaya savursalar, tozları darmadağın olsa; tozlarını zerresi "Yâ Rabbi, ben seni isterim!" diyecekmiş.
Yunus öldü deyü selâ verilir,
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.
Söze bak!.. "Yunus öldü diye selâ verilir:
'--Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ rasûlallah!.. Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ habîballah!.. Ey cemâat-i müslimîn, mâlumunuz olsun ki, hani Yunus Emre diye birisi vardı ya, işte o öldü.' derler. Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez." diyor. Söze bak!..
Hayvan iki mânâya gelir Arapçada; bir mânâsı hayat demek... Ayet-i kerimede:
(Ve inned-dârel-âhirete lehiyel-hayavân) [Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır.] buyrulmuştur.
Ölen hayat imiş, yâni maddî hayat ölüyor, bedenin hayatı ölüyor demek ama, Yunus şair olduğundan, edib olduğundan işi lastikli kullanıyor, nükteli kullanıyor. "Hayvansa ölür, insansa ölmez!" demek istiyor, onu da hissettiriyor. "Aşıksa, Allah'ı seviyorsa, ölmez!" diyor.
Ölmüş mü Yunus?.. Gönlümüzde; nâmı yaşıyor, kendi yaşıyor. Zâten ruh ölmüyor, ama onu anlayamıyor herkes. Neden herkes anlayamıyor?.. Çünkü lâyık olmadığından, Allah herkese nasib etmiyor. Neden?..
(Şemmetün min ma'rifetullàh, hayrün mined-dünyâ ve mâ fîhâ) "Allah bilgisi hakkında insanın birazcık bir feraseti, birazcık irfanı, iz'anı, birazcık bir sezgisi, duygusu, bir koklam ma'rifetullah, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır." Muhabbetullah, ma'rifetullahtan doğar. Allah'ı bilince, sever insan... "Sen ne güzelsin yâ Rabbi!.." der. O zaman anlar, anladığı zaman sever.
Bak seven birisinin bir şiirini şuraya yazdım, okuyayım:
Ey lütfu çok, kahrı güzel,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!
Gelse celâlinden cefâ,
Yâhut cemâlinden vefâ,
Yâ Rabbi, senin celâl tecellînden bana cefâ gelse, cevr ü cefâya uğrasam; veyahut da senin cemâlullah tecellînden safalı, hoş, neşeli bir şey gelse;
İkisi de câna sefâ,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!
Hoşdur bana senden gelen,
Ya gonca gül yâhut diken,
Ya hil'at ü yâhut
diken,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!
Sevince bak nasıl seviyor. Çünkü, Allah'ı sevdi mi insan, her şeyiyle seviyor da aşık oluyor. Bu duyguyu herkese vermiyor Allah, ancak yüksek kullara, kâmil kullara veriyor. Yâni insan kemâlde yükselince bu duyguyu kavrayıp, yakalayıp, o duygunun içine dalıyor.
e. Allah Sevgisinin Şartları
Tabii, buna ermenin şartı var. Şartı ne?.. Buna ermenin yolu Allah'a itaat... Allah'a isyan ederken Allah seni sever mi?.. İsyan edeceksin, yumruk salayacaksın, dil çıkartacaksın, karşı geleceksin; sever mi Allah?.. Sen sever misin sana öyle yapanı?.. Sevmezsin. İtaattir şartı...
Başta iman edecek, iman etmezse olmaz. Şimdi Almanlar toplanıyor, felsefeciler toplanıyor. Yıllık toplantı yapıyorlar, muhtelif ülkelerden adam çağırıyorlar. Belki onlar haklıdır diye budist çağırıyorlar, falancayı çağırıyorlar, filâncayı çağırıyorlar, Hintlilerden, grulardan, bilem nelerden her türlü adam çağırıyorlar, transandantal meditasyon yapıyorlar... Hiç bir şey olmaz. Neden?.. Bu sevginin şartı iman! İman olmayınca, Allah vermez. Ne ma'rifetullahı verir, ne muhabbetullahı verir. Hepsi sahte, hepsi hayal, hepsi oyun, hepsi oyalanma...
Sonra edebden verir. İman, itaat, edeb... Edepsiz olursa, edepsize de vermez. Edepsiz çocuğu sevmiyoruz ya biz, edepsiz kulu da Allah sevmez.
Edeb bir tâc imiş nûr-u Hüdâdan,
Giy o tâcı, emin ol cümle belâdan.
En
geridedir ilim illâ edeb, illâ edeb!
Hocamız'ın başucunda böyle bir levha yazılıydı, ziyaret etmiş olanlar bilirler.
Rasûlüllah SAS Efendimiz'e ittiba şartına bağlıdır. Yâni, Rasûlüllah'a uyacak. Şimdi bu devirde bazı akıllılar(!) çıkıyor, "Ben üniversitede profesörüm diyor; --biz de profesör olduk, profesörler yetiştirdik, millet profesörlüğü bir şey sanıyor-- benim aklım var, ben Kur'an'ı okurum, ben öyle hadis madis tanımam!" diyor. Hiç bir şeye eremez, hiç bir şeyi bulamaz. Neden?..
(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebiûnî yuhbibkümullàh) Allah'ın sevmesi için, sevgisini vermesi için Rasûlüllah'a ittibâ şartı vardır, sünnete uymak şartı vardır, Rasûlüllah'ın yolundan yürümek şartı vardır. Yürümeyen, Rasûlüllah'ın yolundan gidemeyen evliyâ olamaz.
Onun için büyük hocalar, mürşid-i kâmiller, şeyhler müridlerini Rasûlüllah'ın sünnetine uydurmaya çalışırlar, onu öğretirler Allah'a erdirmek için... Şeyhin iki vazifesi vardır diyor, Eşrefoğlu Rûmî:
1. Kullara Allah'ı sevdirmek,
2. Allah'a kulları sevdirmek.
Kullara Allah'ı sevdirmek nasıl olacak?.. Şiir okursun, ilâhi okursun; resimler çekersin, video seyrettirirsin, Allah'ın hikmetlerini, yarattığı güzellikleri gösterirsin, "Bak bu nimetleri Allah sana verdi." dersin, sever. Kullara Allah'ı sevdirmek, anlatmakla, göstermekle olur.
Allah'a kulları sevdirmek kimin haddine?.. Şeyhin bir vazifesi de Allah'a kulları sevdirmekmiş. Kimin haddine bu?.. Eşrefoğlu Rûmî söylüyor bunu... Diyor ki: Şeyhler bu vazifeyi, müridleri sünnet-i seniyyeye uydurarak yaparlar. Çünkü, sünnete uyanları Allah sever diye ayet-i kerime var. "Ey ihvânım, ey dervişlerim sünnete uyun!" derler. Sünnete uymazsa bir şeye ulaşamayacağını anlatırlar.
Sünnetin zıddına bid'at denir. Bid'at ehlinin Allah hiç bir şeyini kabul etmez. Değil öyle ma'rifet, muhabbet vermek, hiç bir şeyini kabul etmez. Bu hususta bir hadis-i şerif okuyacağım, Huzeyfetübnül-Yemân'dan:
489/11 (Lâ yakbelullàhu lisàhibi bid'atin salâten velâ savmen velâ sadakaten velâ haccen velâ umreten velâ cihâden velâ sarfen velâ adlâ) Allah bid'at sahibinin nelerini kabul etmezmiş: Namazını kabul etmezmiş. Namaz kılmıştı adam, bid'at sahibi olduğundan gitti havaya... Orucunu da kabul etmezmiş; ramazandaki emekleri de gitti. Sadakasını da kabul etmezmiş, zekât ve sadakası da gitti havaya... Haccını da, umresini de kabul etmezmiş. Hicaz'a boşuna geldi gitti. Cihadını da kabul etmezmiş. Ben mücahidim, bilmem neyim; o da gitti. Farzını, nafilesini hiç bir şeyini kabul etmezmiş.
(Yahrucü minel-islâm) "Böyle bid'at ehli insanlar İslâm'dan çıkarlar; (kemâ yahrucüş-şa'retü minel-acîn) şöyle kılın hamurun içinden kolayca sıyrılıp çıktığı gibi sıyrılıp giderler."
Onun için ne yapması lâzım bir müslümanın?.. Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun yaşaması lâzım! Bid'at çıkartmaması lâzım, bid'atta yaşamaması lâzım, bid'at yoluna sapmaması lâzım!..
Bir acı cümle daha var, kısa olduğundan hatırınızda kalır. Ebû Ümâme Hazretleri'nden:
72/5 (Ashàbil-bidaı kilâbün-nâr.) "Bid'at ehli cehennemin köpekleridir." Allah saklasın!.. Onun için sünnet-i seniyye-i nebeviyyeden zerre kadar sapmamağa çalışmak lâzım!
f. Allah Sevgisine Tâbî Sevgiler:
1. Rasûlüllah'ı Sevmek
Allah sevgisine tâbî sevgiler vardır. Allah'ı seven, zarûrî olarak onun peşinden bazı sevgilerin içinde bulur kendisini... Allah sevgisine kavuşan Rasûlüllah'ı sever. Bunun hakkında ayetler hadisler o kadar çok ki, artık okumaya lüzum görmüyorum. Rasûlüllah'ı sevmek çok önemli... Buhârî'de, Müslim'de, Ahmed ibn-i Hanbel'de, Neseî'de, en sağlam hadis kaynaklarında kaydedilen, herkesin çok bildiği bir hadis-i şerifi okuyup geçivereyim:
(Vellezî nefsî biyedihî) "Şu canım kudreti elinde olan, alemlerin rabbi, yaratan Allah'a yemin olsun ki," diyor Peygamber Efendimiz... Niye canı Allah'ın elinde?.. Hayatı veren o, çekip alacak olan da o, isterse öldürür. (Vallàhu yuhyî ve yümît) Yaşatan, öldüren Allah!
"Şu canım kudreti elinde olan, o alemlerin rabbi, Allah'a yemin olsun ki..." Allah Allah, ne büyük yemin etti Rasûlülah Efendimiz. Niye etti: (Lâ yü'minü ehadüküm) "Sizden biriniz iman etmiş olmaz, (hattâ ekûnü ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî) beni babasından, evlâdından daha çok sevmedikçe, ben ona babasından, evlâdından daha sevgili olmadıkça hakîkî mü'min, gerçek mü'min olmaz."
Bugün var mı böyle bir sevgi müslümanların içinde?.. Yok... Demek ki zayıf müslümanız, demek ki tam müslüman olamamışız, tam mü'min olamamışız. Rasûlüllah sevgisi öyle yerleşecek.
Birisini yakaladı müşrikler, Çöle işkenceye götürdüler. Kılıçlar ellerinde, öldürecekler. Birisi dedi ki, laf olsun diye:
"--Bak, görüyor musun, bütün bunlar o Muhammed'e inandığın için oldu. Şimdi sen ona inanmasaydın da, senin yerine onu biz yakalamış olsaydık da, onu öldürüyor olsaydık. Sen de çoluk çocuğunun yanında, sıcacık evinde rahat olsaydın. Bak şimdi biz seni öldürmeğe götürüyoruz." dedi.
O ne dedi:
"--Lâ! Vallàhi, billâhi onun ayağına diken batmasına razı olmam!.. Değil o sizin elinize düşecek de, siz ona işkence edeceksiniz; canım fedâ olsun, onun ayağına diken batmasına razı olmam!" dedi.
Öyle severlerdi Rasûlüllah Efendimiz'i... Göğüslerini oklara siper ettiler harplerde, canlarını fedâ ettiler. O sevgi olması lâzım!
Rasûlülah bizden ondört asır önce yaşadı, niye seviyoruz?.. Allah'ın rasûlü olduğundan... Görmedik, görmediğimiz halde seviyoruz. Peygamber Efendimiz de bizi seviyor. Bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:
"--Ah ne olaydı, kardeşlerime kavuşaydım!"
Ashab-ı kiram, dikkatleri açılmış, demişler ki:
"--Yâ Rasûlallah, biz senin kardeşin değil miyiz?.."
"--Hayır! Siz benim ashabımsınız. Kardeşlerim benim hayatımdan sonra ilerdeki asırlarda dünyaya gelecek olan kimselerdir. Beni görmedikleri halde bana iman etmiş olan kimselerdir. Benim kardeşlerim onlardır." diye buyurdu.
O bizi seviyor asırların ötesinden, biz onu seviyoruz asırların ötesinden. Neden?.. Rasûlülllah, Allah'ın habîbi, Allah'ın peygamberi... Allah sevgisinin sonucu seviyoruz. İbn-i Abbâs RA'ın rivayet ettiği, Tirmizî'nin hasen dediği bir hadis-i şerifte:
17/11 (Ehibbullàhe limâ yağzûküm bihî min-ni'meh, ve ehibbûnî bihubbillâh, ve ehibbû ehli beytî bihubbî.) "Allah'ın size verdiği nimetleri düşünün, Allah'ı sevin! Allah'ın sevgisinden dolayı da beni sevin! Benim aşkıma, benim sevgimden dolayı da ehl-i beytimi sevin!" buyurmuş Peygamber Efendimiz. Yâni Allah'ı seven, Rasûlüllah'ı sever.
Bir hadis-i şerifte, sordular:
"--Yâ Rasûlallah, iman nedir, bize bir anlatsana! Mübarek ağzından bir dinleyelim bakalım!" dediler.
"--İman, Allah'ın ve Rasûlüllah'ın sana onların dışındaki her şeyden daha sevgili olmasıdır."
İman bu işte... "Senin Allah ve Rasûlünü, onlardan başka her şeyden daha çok sevmen... İman bu!" dedi. Çok önemli. İmanlarımızı tamir etmemiz lâzım, düzenlememiz lâzım!..
Fetih Sûresi'nde ne buyurdu:
(İnnellezîne yübâyiùneke innemâ yübâyiùnallàh) "Senin elini tutup da, 'Yâ Rasûlallah! Uzat elini de sana bey'at edeyim, sana tâbî olayım.' diye senin elini tutanlar, Allah'la bey'atleşmiş demektir." diyor.
Adını beraber yazdı, bey'atını da kendisiyle bey'at sayıyor. "Lâ ilâhe illallah, muhammeder rasûlüllah"ta beraber, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" kelimeteyn-i şehadeteynde beraber, onunla mübâyaa etmeyi kendisiyle bey'at etme sayıyor.
Evet, Rasûlüllah'ı seven Allah'ı sever... "Rasûlüllah'ı sevmiyorum." diyen bir müslüman olamaz.
2. Şeriatı Sevmek
Sonra, Allah'ı seven şeriatı sever. Şeriat Allah'ın ahkâmı demek... Allah'ı seven Allah'ın ahkâmını sever. Allah'ın hükmüne razı olmadan Allah'ı sevmek olur mu?..
--Şeriat istemezük! Kahrolsun şeriat!..
Kâfir oldu zavallı, gitti. Bilmiyor, şeriat deyince başka bir şey sanıyor. Karanlıkta yolunun üstüne çıkan bir şey filân zannediyor, korkuyor.
Allah'ı seven neyi severmiş?.. Şeriatı severmiş. Neden?.. Çünkü:
(Ve mâ kâne limü'minin velâ mü'minetin izâ kadallàhu ve rasûlühû emren en yekûne lehümül-hiyereti min emrihim) "Allah ve Rasûlü bir şey söylediği zaman mü'minlerin onlara karşı çıkması, başka bir tercih düşünmesi, başka bir şey ileri sürmesi mümkün olmaz." Allah ve Rasûlüne tâbi olacak. Millet şeriatın mânâsını bilmiyor.
Tabii, doğrudan doğruya İslâm'a çatanlar da var, derece derece, "Kahrolsun İslâm!" diyenler de var, çöl peygamberi, çöl kanunu diyenler de var. O ayrı da, ama müslümanım deyip de şeriata karşı çıkanlar bilsin: Allah'ı seven şeriatı sever, sevmek zorundadır.
Kur'anı sever, sünneti sever, fıkhı sever. Allah'ın helâllerini helâl olarak sever, haramlarını haram olarak sever. Yâni, haramlığından memnun olur, sıkıntıya düşmez.
--Allah niye içkiyi haram kılmış?..
--Oh olmuş, iyi olmuş ki haram kılmış.
Amerikalılar 1930'lu senelerde içkiyi yasaklamışlar Amerikada, tutturamamışlar. Yasaklamışlar, resmen kanun çıkartmışlar; tutmamış. Denemişler ama, olmamış. Neden... Yalama olmuş vidalar da, ondan... İslâm'da tutuyor, müslümanlarda tutuyor. Şimdi bizim civataları yalama yapmağa çalışıyorlar.
3. Kaderi Sevmek
Sonra, Allah'ı seven kadere rıza gösterir, kaderi sever, Hakk'a teslim olur. Aşere-i mübeşşere'den, duası makbul bir sahabî var... Sağlığında Rasûlüllah'ın mübarek ağzıyla "Sen cennetliksin!" diye müjdelediği on kişi var, bunlara aşere-i mübeşşere deniliyor; onlardan bir tanesi, mübarek insan, Allah şefaatine erdirsin, cennette buluştursun... Kime dua etse, duası tutarmış.
Gözleri görmemeğe başlamış, iki gözü a'mâ olmuş. Demişler ki:
"--Yâ mübârek, senin duan makbul, bize dua ediyorsun, duan tutuyor. Kendine de dua etsene!"
Çok hoşuma gidiyor sözü... Her şeyi güzeldir tabii o mübareklerin de... Diyor ki:
"--Ben Allah'ın kaderini gözümün nurundan daha çok severim! Allah öyle takdir etmiş."
Böyle diyemeyenler de var, sahabeden yine... Bir de onun misalini söyleyelim. Ne yapalım insanlar derece derece oluyor, zayıf oluyor, kuvvetli oluyor. Birisinin iki gözü a'mâ olmuş. Geliyor Rasûlüllah'a, diyor ki:
"--Yâ Rasûlallah! Bu a'mâlık bana çok dokundu, çok zor geliyor, tahammül edemiyorum. Görüp duran gözlerim görmez olunca, dayanamıyorum. Bana dua et de gözlerim tekrar açılsın, görsün!"
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--İstersen ona etmeyeyim, başka şeye dua edeyim?.."
"--Yok, dayanamıyorum a'mâlığa, gözüm açılsın!.." diyor.
Keşke, "Tamam yâ Rasûlallah, neye edersen et!" deseydi ama, öyle dememiş, "Dayanamıyorum yâ Rasûlallah!" demiş. Neden Peygamber Efendimiz, gözlerin için değil de, başka bir şey için dua edeyim dedi?.. Benim tahminim: Çünkü Allah bir insanın gözünü alırsa, o da sabrederse, mükâfatı cennetten başka bir şey değil; mutlaka cennet... Onun için öyle demiştir diye düşünüyorum.
Diyor ki:
"--Dayanamıyorum yâ Rasûlallah, sen bana dua et!"
"--Peki, evine git, abdest al, iki rekât namaz kıl, şöyle dua et!" diyor.
Bir dua öğretiyor ona. O duanın içinde şu mânâ var:
"--Yâ Rabbi, Rasûlüllah'ın hürmetine benim gözümün nurunu bana iade et, Rasûlüllah'ın hatırına benim gözümü aç!.."
O kısmı var, duanın önemli olan, can alıcı noktası orası... Raviler diyor ki:
"--O adam bu duayı aldı, evine gitti; gözleri açık olarak geldi."
Rasûlüllah'ın hatırına bak! Allah nasıl onun hatırına duasını kabul ediyor. Yâni duası tuttu. Diğer sahabi, "Ben Allah'ın kaderini gözümün nurundan çok severim." demişti. O da kaza ve kadere rıza ve teslimiyet makamıdır, tasavvufî makamların en yükseğidir.
4. İbadetleri Sevmek
Sonra, Allah'ı seven ibadetleri sever, özellikle zikri sever. Peygamber SAS dedi ki:
"--Sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi bana: Birisi namaz...
(Kurreti aynî fis-salâh) Namazda gözümün şenliği, hoşluğu, serinliği..." dedi, yâni namazı çok sevdiğini söyledi.
Allah'ı sever, ibadeti severek yapar. "Allah ekber" der, gözlerinden yaşlar dökülür. Secde eder, secde yeri ıslanır. Selâm verir, hüngür hüngür ağlar. Kimse yok, evde, kendisi, geceleyin... Neden?.. Allah'ı sever. Allah'ı sevince ibadetini seviyor.
Zikreder, "Allah... Allah... Allah..." der, gözleri yaşarır. Bir insan Allah sevgisinden, Allah korkusunda ağlarsa, o göze cehennem ateşi değmez. Hadis-i şerifte buyruluyor:
320/9 (Aynâni lâ temessehümen-nârü ebedâ) "İki göze ebedî olarak cehennem ateşi değmez: (Aynün beket min haşyetillâh) Allah korkusundan ağlayan göz; (ve aynün bâtet tahrusü fî sebîlillâh) Allah yolunda hudutlarda nöbet tutan bekçinin gözü..."
İbadetini sever, aşk ile yapar; zikrini sever, zikrini aşk ile, şevk ile yapar.
Yunus ne diyor:
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni!
Seherlerde kuşlar
ile,
Çağırayım Mevlâm seni!
Deryâlarda mâhî ile,
Sahrâlarda âhû ile,
Derviş olup yâ hû ile,
Çağırayım Mevlâm seni!
Nasıl coşkulu, nasıl aşklı, nasıl şevkli!.. Sonra bir güzel ilâhi var ki, keşke arkadaşlara söyleseydim de, biliyorlarsa onu okusalardı:
Aşık oldum ben Allah'ın adına, hay meded,
Doyamadım zikrullahın tadına,
hay meded!
Münafıklar ibadeti sevmez. Allah'ı sevmenin, Allah aşıkı olmanın alâmeti, ibadetleri sevmektir. İbadetleri sevmemek münafıklık alâmetidir. Eğer sende de, bende de varsa, o da münafıklık alâmetidir, kurtulmaya çalışmak lâzım!..
(Ve izâ kàmû iles-salâti kàmû küsâlâ) Namaza kalkarken münafıklar tembel tembel kalkarlarmış.
Allah'ı seven Allah'a kavuşmayı sever. Öyle insanlar var ki, Kadı İyaz'ın Şifâ-yı Şerif isimli kitabında okudum, her akşam şöyle dua edermiş:
"--Yâ Rabbi, dün akşam almadın canımı, ne olursun bu akşam al bari de, sevdiklerime kavuşayım, sana kavuşayım!" dermiş.
Yâni Allah'ı seven, Allah'la kavuşmayı sever. Bir hadis-i şerif okuyacağım:
396/8 (Men ehabbe likàallah, ehabballàhu likàehû, ve men kerihe likàallah, kerihallàhu likàehû.) "Kim Allah'la kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever, onu sever. Kim Allah'la kavuşmaktan, buluşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onu görmekten, onun huzuruna gelmesinden hoşlanmaz." Sonra onu sevmez. Kişinin duygusuna göre...
(Ene inde zanne abdî) "Ben kulumun bana karşı olan duygularına göreyim." buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
400/14 (Men erâde en ya'leme mâ lehû indallàhi azze vecel, felyenzur mâ lillâhi azze ve celle indehû.) "Allah'ın yanında mevkiinin, makamının ne olduğunu bir insan merak ediyorsa; kendisinin yanında Allah'ın itibarı ne kadar, ona baksın; Allah'la işi ne kadar, ona baksın; Allah'ın kadr ü kıymeti ne kadar, ona baksın!"
Biliyorsunuz, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Mesnevî'sine ney'i anlatarak başlıyor. Ne diyor:
Bişnev ez ney çün hikâyet mikuned,
Ez cüdâihâ şikâyet mikuned
"Dinle neyden kim, hikâyet eyliyor,
Ayrılıklardan şikâyet eyliyor."
Kez neyistan tâ merâ bübrîde end,
Ez nefirem merd ü zen nâlîde
end.
"Beni kamışlıktan kopardıkları zamandan beri, o vatanımdan ayrıldım ya, o hasretten beri, her yerde insanlar benim feryadımı duydukça onları da ağlatıyorum."
Ney çalınıyor demez neyzenler, neye üfürmek derler. Neye üfürüldüğü zaman neyin dibinden su damlar.
Âteşest in bank-i nâyi nist bâd,
Her ki in âteş nedâred, nist
bâd.
Bu müthiş bir beyittir. "Bu neyin sesi üfürük değildir, hava değildir; ateştir. Kimin içinde bu ateş yoksa, yok olsun!"
Şunun kadar da olamadık mı?.. İki ucu delik, üstünde delikler olan bir küçücük kamış kadar da olamadık mı?.. "Kimde onun yanıklığı yoksa, yok olsun!" diyor. Nedenmiş o yanıklığı?.. Vatan-ı aslîsine hasretliğindenmiş, orayı özlüyormuş, oraya gitmek istiyormuş. İnsanoğlu da öyle olmalı, ben Allah'ın kuluyum diye Allah'a kavuşmayı istemeli!
Mevlânâ'nın (KS) bir gazeli var, bizim kardeşlerimiz onu özel olarak bilirler. Çünkü Hocamız'ın vefatı günü, takvimin arkasında tevâfukan o gazel vardı. Mevlânâ'nın gazeli, nasıl da gelmiş tam Hocamız'ın vefatı gününde takvimin arkasına yazılmış. Diyor ki:
"Ben vefat ettiğim zaman, sakın benim vefatıma ağlama!
Sakın 'El-firâk, el-firâk!.. Eyvah, ayrılık, ayrılık...' deme; ben kavuşmaya gidiyorum.
Sakın, 'Yazık, yazık!..' deme; insan şeytana aldanırsa, yazık o zaman denir. Yoksa ben yazık denecek bir durumda değilim, ben Allah'a kavuşmaya gidiyorum."
Demek ki Allah'ı seven, Allah'a kavuşmayı da sever, şehidliği de sever, her şeyini sever. Aziz ve muhterem kardeşlerim, asıl sevgi Allah sevgisidir.
g. Sevgiyi Öğrenmek ve Öğretmek
Bu kadar sözden sonra sonuç: Biz müslümanlar yeryüzünde ve tarih içinde, tarih boyunca en hayırlı ümmetiz. Allah CC öyle söylüyor, elhamdü lillâh ki müslümanız:
(Küntüm hayra ümmetin) "Siz en hayırlı ümmetsiniz. (uhricet lin-nâs) İnsanlar için özel olarak çıkartıldınız siz, tornadan özel çıktınız, model ümmetsinizsiz. Öteki insanlara bir nümûne olsun diye, güzel bir örnek olsun diye çıkartıldınız. (Te'mürûne bil-ma'rûfi ve tenhevne anil-münkeri ve tü'minûne billâh) Emr-i ma'ruf yaparsınız, nehy-i münker yaparsınız. Sağlam imanla yaşarsınız."
Biz en hayırlı ümmetiz, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi böyle... Dünyanın her tarafına yayıldık. Bak elhamdü lillâh şu salonda bile nerelerden kardeşlerimiz var... İsveç'ten gelenler var, İngiltere'den gelenler var, Avustralya'dan gelenler var, Avusturya'dan gelenler var... Avusturya Viyana'dan gelenler var, Avustralya Sydney'den gelenler var... Türkiye'den gelenler var. Muhtelif yerlerden gelmişiz, muhtelif yerlere de dağılmışız; Amerika'da, Orta Asya'da, Endonezya'da, Afrika'da, Güney Afrika'da... her yerde varız.
Görevlerimiz var muhterem kardeşlerim! Mü'min olarak, Allah'ın sevdiği kullar olarak, Allah'ın sevgisine mazhar kullar olarak hepimizin görevi var... Onun için hepimiz görevimizi müdrik olmalıyız, görevli olduğumuzu bilmeliyiz. Özel olarak çıkartılmış bir ümmet olduğumuzu bilmeliyiz.
Şu bahis konusu ettiğim sevgi duygusu, en tatlı duygudur. Çalışmalarımız için de, en tesirli vasıtadır. Onun için hepimiz sevgiyi, sevmeyi öğrenelim, iyi öğrenelim!.. Çünkü, bazı insanlar sevgiyi bilmiyor.
Belki duymamışsınızdır, bir şeyh efendiye birisi gelmiş:
"--Efendim beni müridliğe kabul edin, beni terbiyenize alın, size derviş olmak istiyorum!" demiş.
Şeyh efendi sormuş:
"--Evlâdım, yemeklerden hangi yemeği seversin?.."
"--Ayırmam, hangi yemek olsa yerim."
"--Evlâdım, kebap var, tatlı var, şunu var, bunu var..."
"--Farketmez efendim..."
"--Pekiyi, çiçeklerden hangisini seversin?.."
"--Farketmez efendim."
"--Peki şundan hangisini seversin, bundan hangisini seversin?.."
Hiç birisi farketmiyor.
"--Git, yıkıl karşımdan, sen hiç bir şeyi sevmeyi öğrenmemişsin, hiç sevgi bilmiyorsun sen; Allah sevgisini hiç anlamazsın!.. Bir şeyi sevmeyi öğren de ben de sana, o asıl sevgi değil, asıl sevgi budur diye gerçek sevgiyi öğreteyim." demiş.
Sevgiyi öğrenmek lâzım, öğretmek de lâzım!
Şimdi ben bakıyorum, Türkiye siyasetine... (Siyasetle uğraşan bir adamım ben... Müslüman siyasetle uğraşmaz mı; her şeyle de uğraşır. Vatandaş olarak uğraşıyoruz.) Hiç sevgi yok, hiç insaf yok... Öyle gaddar, öyle zalim, öyle sevgisiz, öyle insafsız ki; televizyonlara bakıyorum, acıyorum. Büyük bir sevgi seferberliğine kalkışmamız lâzım! Sevgiyi bilmiyor millet... Herkes herkesi kıtır kıtır kesecek. Eline satırı versen, pirzolalık yapacak... Hepsini doğrayacak böyle, bifteklik yapacak, gözü de yaşarmayacak. O kadar düşman herkes herkese...
Sevgiyi öğrenmemiz lâzım, çoluk-çocuğumuza öğretmemiz lâzım!..
Sevilecek şekilde çalışmamız lâzım! Oturmamız, kalkmamız, konuşmamız, susmamız, çalışmamız sevilecek tarzda olmalı!..
Peygamber Efendimiz buna çok dikkat ederdi. Peygamber Efendimiz 1400 yıl önceden dişleri fırçalardı. Kapıya birisi geldiği zaman, yerdeki suyun üzerine eğilmiş, saçını sakalını düzeltmiş, öyle açmış. Evde ya; yattı belki sakalı ezildi, belki saçı dağıldı; saçını düzeltmiş, kapıyı öyle açmış.
Tırnaklarını keserdi, güzel koku sürerdi, yıkanırdı. Rasûlüllah SAS çölde, --buradaki gibi suyun bol olduğu yerde değil--şıkır şıkır günde beş defa yıkanırdı. Dişleri fırçalattırırdı. Koltuk altlarını, kasıkları kazımayı emrederdi. Tırnakları kestirtirdi. Yâni hiç bir yerde ter, pislik bir şey kalmasın diye her türlü temizliği, güzelliği öğretmişti.
Sevilecek şekilde olmalıyız, sevilecek şekilde hareket etmeliyiz. Sevilecek tarzda söz söylemeyi öğrenmeliyiz.
Adamın birisini şahit olarak mahkemeye çağırmışlar. Kadı efendiye de, çok doğru bir kimsedir diye medhetmişler. Kadı efendinin de bir gözü körmüş. Adam mahkemeye gelince;
"--Selâmün aleyküm, kör kadı?" demiş.
Kadı efendi bozulmuş;
"--Bu kadar doğruluk da fazla!" demiş.
Gözü kör diye, kör kadı denir mi?.. Sözü güzel söylemeyi bilmek lâzım, öğrenmek lâzım!..
Çoluk çocuğumuzu sevgi ile, sevgiyi bilen, sevgiden anlayan, fark eden kimseler olarak yetiştirmeliyiz. Sevgiden anlamalı!..
Sonra, ma'rifetullaha, muhabbetullaha, aşkullaha erişmeğe çalışmalıyız. Bu önemli bir iştir, çok önemli bir iştir. Fantezi değildir, Mü'minin aksesuarı değildir; kalbin derinliğinde, ocağın içindeki ateştir. Enerjinin kaynağıdır, işin aslı esasıdır. Onu elde etmeğe çalışmalıyız. Yâni iyi derviş olmalıyız!..
Tasavvufa girmek lâzım, Yunus Emre gibi olmak lâzım, Mevlânâ gibi olmak lâzım, Eşrefoğlu Rûmî gibi olmalıyız.
Kardeşler olarak birbirlerimizi tanımalıyız, sevmeliyiz, Birbirlerimizle yakınlaşmalıyız, kaynaşmalıyız, yardımlaşmalıyız.
Bu toplantının adı iki şekilde yazılmış: Sevgi ve Kaynaşma, Sevgi ve Kardeşlik; ikisi de güzel... Bu toplantı sevgi için, ahbaplıklar kuvvetlensin diye, kaynaşma olsun diye yapılıyor.
Dinimizin doğru bilinmesine, tanınmasına, sevilmesine, beğenilmesine, müslüman olmayan insanların hakkı bulmasına, hidâyete ermesine, kendi işlerimizden daha çok çalışmalıyız!
Neden?.. Kendi işimiz dünya işidir, ama bu ahiret işidir. Ne, hangisi?.. Dinimizin bilinmesi, tanınması, sevilmesi, beğenilmesi, insanların dinimize gelmesi, hidayet ermesi için kendi işimizden daha çok çalışmalıyız. Kasaplıktan, bakkalıktan, memurluktan, işçilikten daha asil bir iş bu...
Ve bu ulvî gayeler için teşkilatlanmalıyız. Sevgi teşkilatı olmalı!.. Teşkilatlı olunca güzel olur, teşkilatsız olunca zayıf olur.
Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
15. 03. 1997 - Münih / ALMANYA