GÜNCEL MESELELER
Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Rh.A
Soru: Senelerdir temiz, inançlı nesiller
yetiştirmek için üstün gayretleriniz var... Günümüzde yoğun olarak
yolsuzlukların, skandalların yaşanması insan faktörünü ön plana çıkarıyor.
Dürüst nesillerin yetişmesi için önerileriniz ve tavsiyeleriniz nelerdir?
Cevap: Bu bizim çok üzerinde durduğumuz, doğrusu kendimizi şu ülkenin sahiplerinden birisi olarak hissettiğimiz için ve milletimizin mutluluğunu istediğimiz için, fevkalâde üzüldüğümüz bir konudur; yolsuzluklar, haksızlıklar, kötü yönetimler, rüşvetler, ve sâire... Bunların hepsinin ilacı, sorumluluk duygusuna sahip olmak, "Ahirette ben bu dünyada yaptıklarımın hesabını vereceğim!" diye inanmaktır; inançtır, İslâm'dır.
Rüşvetin karşısında en iyi çare, insanların müslüman olmasıdır. Haksızlığın karşısında en iyi tedbir, insanları müslüman yetiştirmektir, adaletli hareket etmelerini sağlamaktır. Polis olmasa, müfettiş olmasa bile, haksızlık yolsuzluk yapmayacak bir vicdan yapısına onları sahip kılmaktır.
Tabii, burda şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Memleketimizin %99'u ismen müslümandır. Ahlâken İslâm'ı yaşayan insanların sayısı azalıyor. Çünkü dinî eğitim, büyük gayretle insana verilebilir. Büyük masraflar ister, büyük zahmetler ister ve küçük yaştan başlar... Aileden başlar; ilkokulda, orta okulda devam eder. Toplumun bu işi benimsemesi, bu tarzda yetiştirmeğe çalışması lâzım!..
Toplum insanı din dışına çekiyorsa, günah dediğimiz taraflara çekiyorsa; gazeteler, müstehcen yayınlar, sinemalar, dışardan getirilen filimler; çeşitli eğlence yerleri, barlar, pavyonlar, diskotekler ve sâire... Tabii, bunlar da insanı gayri ciddî, gayri ahlâkî işler yapmağa sevkediyor.
Bunların zehirlerinin panzehiri İslâm ama, bunun güzel öğretilmesi lâzım!.. Bunu öğretmek için, devlet desteği lâzım!.. Devlet desteği de okulda olur. Okulun dışında insanların, bunları benimseyecek bir takım yerlerde yetiştirilmeleri lâzım!.. Okullar insanlara bilgi verir. Tabii, öğretmen karakterliyse, kaliteliyse, bilgiyle beraber çocuğu eğitir aynı zamanda... Ahlâkıyla da meşgul olur; "Evlâdım, böyle yapma, şöyle yap!.. Şu ayıp oldu, şunu düzeltemelisin!" der. Ele aldığı çocuğu ahlâken de yetiştirebilir.
Ama bu istisnaî bir durumdur. Bazı öğretmenler dersi verir çıkar giderler. Talebe ile diyalogları bu tarzda değildir.
Eskiden nasıl oluyordu bu iş?.. Eskiden ahlâk eğitimi, tekke denilen tasavvuf müesseselerinde yapılıyordu. Ve bu herkese hitab ediyordu. Diyelim ki, okul çağındaki çocuklara ahlâk eğitimi verdiniz. Esnaf ne olacak, okumayan çocuk ne olacak, çırak ne olacak?.. Okula gelmeyen köylü ne olacak, kadınlar ne olacak?.. Bunların hepsi birer soru... Bunların cevaplandırılması lâzım!..
Eskiden bu işleri tasavvuf görüyordu. Kişilerin hepsini birden kucaklıyordu. Mesâi saatlerinin dışında yetiştiriyordu. Böylece Allah'a inanan, başka insanları seven, ahlâkî davranışları bilen ve ahlâkî davranmayı yapabilen, yapabilecek vicdan eğitimi görmüş insanlar meydana geliyordu. Şimdi bu olmayınca...
Öğretim var... Evet, bir Avrupalı hristiyanı alsanız, getirseniz, imam-hatip okuluna verseniz, o da o bilgileri öğrense; papaz gelse, "Şu müslümanların dinleri nasılmış?" diye imam-hatip okuluna girse, ilâhiyat fakültesine girse, öğrense bir şey olmaz. Yâni, İslâmî bilgileri bilen bir papaz olur nihayet... Yetmez!
İslâm'ı benimseyip, yapmak lâzım!.. Bunu da uygulamalı olarak insanlara göstermek lâzım!.. Bir de, tatlı bir muhitte bu işi yapmak lâzım!.. Severek, birbirini kollayarak, birbirine ikramda bulunarak; büyüklerin küçükleri şefkatle takib ettiği, küçüklerin büyüklere saygı duyduğu, güzel jestlerin yapıldığı bir yerde, yumuşak bir tarzda bu eğitimin olması lâzım!..
Onun için, bizim eski sosyal yapımız çok kuvvetli idi, insanımız çok iyi yetişiyordu. Yunus Emre'yi düşünün, Mevlânâ Hazretleri'ni düşünün!.. Bizim Osmanlı ecdadımızın, Anadolu'daki insanımızın hepsi --köylü olabilir, medreseye gitmemiş olabilir, ümmî dediğimiz tarzda olabilir ama-- tekkeye gitmiştir. Medreseye gitmemiştir ama, tekkeye gitmiştir. Daha doğrusu, tekke onun köyüne gelmiştir. Bir derviş gelmiştir, onlara orada Allah'ı sevmeyi, Allah'ın emrini tutmayı, Allah'ın yolunda yürümeyi sevdirmiştir.
Onun için, bizim bir köylümüz bazan, Avrupalının üniversiteden mezun bir insanından daha âriftir, daha olgundur, daha kibardır, daha tatlıdır; ümmî olduğu halde... Çünkü, böyle bir eğitim görmüştür.
Şimdi bu eğitim müesselerini kapattığımız zaman, --düşünelim, kendi çocuklarımız için düşünelim-- nerde görecek bu eğitimi?..
Çok enteresan bir misal söylemişti Rahmetli Ali Yâkub Hoca... Mısır'da kütüphane müdürü iken bir zât gelmiş, demiş ki:
"--Sizinle görüşmek istiyorum!"
"--Buyurun!"
"--Çocuklarıma Türkçe'yi öğretecek bir insan arıyordum; sizi tavsiye ettiler. Lütfedip bize gelir misiniz?"
"--Hay hay!" demiş.
Kahire'de, iyi giyimli bir beyefendi, bizim Ali Yâkub Hocamız Cennetmekân Rahmetli'den çocuklarına Türkçe'yi öğretmesini istiyor. "Gittim. Konakları gayet güzel bir konak... İçeri girdik; gayet güzel, tam Osmanlı usülü döşenmiş, dayanmış. Fakat hayretler içinde öğrendim, konağın sahibi Ermeniymiş."
Diyormuş ki Ala Yâkub Hoca'ya:
"--Hocam! Bu yeni nesillerde terbiye yok... Adâb yok, usül yok, erkân yok... Lütfen şunları şunları öğretin!"
Ermeni, çocuğunu Osmanlı terbiyesiyle yetiştirmeğe çalışıyor. Onun için o hocayı çağırmış.
Bu, çocuğun görgüsü dediğimiz, terbiyesi dediğimiz, bir insanın davranışı önemli bir olaydır. Gündüz Prof. Sâcid Bey bir misal verdi: Birisini elini yıkıyor. Yanında bir başka şahıs var, yaşlı... Bu elini yıkadığı sırada, şu taraftan kurulama kâğıdından bir tanesini almış, buna vermiş. Bu küçük bir jest gibi görünüyor ama, ötekisi eski Diyanet İşleri Başkanı... Yaşlı, sakallı bir insan... Bu da genç... Ona ordan bir kâğıt koparıyor, elini kurulasın diye veriyor. Bu jest onu mest etmiş, memnun etmiş. "Ben böyle bir güzel, kibar davranış başka bir yerde görmedim!" demiş. Yâni, yaşlı bir insan, genç bir kimseye ikramda bulunuyor.
Bu bir terbiyedir. Terbiye de eğitim ve öğretim kadar önemlidir. Bu müesseselerin çalışması lâzımdı ve çocuklarımızı nasıl terbiye edeceğimizi düşünmemiz lâzımdı. Bu terbiyeyi verecek ortamları onlara hazırlamamız gerekiyordu. Bunu yapmağa mecburuz, hâlen mecburuz. Bunu yapmadığımız takdirde, bilgili ama hoyrat, kaba saba, hattâ anarşist insanlar yetişmiş olabilir.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden mezun insanların bir kısmının maceralarını biliyorsunuz geçtiğimiz yıllarda... Ne kadar anarşik olaylara katıldılar. Ve anarşistlerin çoğunu incelediğiniz zaman bakıyorsunuz yüksek tahsilli, Avrupa'da okumuşlar, bilgileri var... Bilgi yetmiyor. Bilginin yanında bir de mânevî temellere dayalı, Allah korkusuna dayalı eğitim, terbiye, görgü lâzım!..
Ahirette hesaba çekileceğini düşünen bir insan olması lâzım!.. "Polisi atlabilirim, hakimi kandırabilirim... Müfettişe yanlış bilgi verebilirim... Bütün delilleri yok edebilirim. Amma, Allah'a ne hesap vereceğim?" demesi lâzım!..
Bir misal de buna anlatayım: Hazret-İ Ömer Medine-i Münevvere'den Mekke-i Mükerreme'ye gidiyormuş; emîrül mü'minîn, devletin başkanı olduğu zaman... Yanında bir kişi var... Bir yerde gölgelenmek için ağacın altına oturmuşlar. Bakmışlar orda bir sürü var, başında da bir çoban... Çobanı çağırmışlar:
"--Gel bakalım! Şu kuzulardan bize bir tane kes, ver!" demişler.
Çoban demiş ki:
"--Ben kuzuların sahibi değilim! Çobanım sadece... Bunu almağa, satmağa selâhiyetim yok!.."
"--Yâhu, bize bir tanesini kes, biz sana parayı verelim!"
"--Efendime ne diyeceğim?.."
"--Kurt yedi dersin!"
"--Efendimi aldattım, ama Allah'a ne diyeceğim?.. Allah'ı aldatamam!" demiş.
Bu, imandan doğan bir sorumluluk duygusudur. Hiç kimse olmadığı bir yerde bile bir müslüman kusur işlemiyor. O halde İslâm'ı takdir etmesi lâzım herkesin... Polise ihtiyaç duymayan bir kişilikle karşı karşıyayız; ne kadar güzel... Kendi kendisinin kontrolörü, kendi kendisinin müfettişi, kendi kendisinin polisi, kendi kendisinin hakimi oluyor insan; imanı sayesinde... Bu çok önemli bir faktör... Bu Avrupa'da yok, Japonya'da yok... Rusya'da yok, Hindistan'da yok... Adam fırsatı buldu mu, her türlü haksızlığı yapıyor.
Ben Almanya'dan bir Wolks Wagen araba almıştım. Usûlüne uydurmuşlar; bana bir pistonu çalışmayan, hatalı bir Wolks Wagen sattılar. Söylemeden... Kusuru söylenmeden satılır mı?.. Sonradan hakkımı aramak istedim. Mevzuat bakımından ayarlamışlar; arayamadım.
Kanûnî mevzuatı uydurdukları zaman, her türlü haksızlığı yapabiliyorlar. Bu dürüstlük değildir, bu ahlâk değildir. Ahlâk, bizim ahlâkımızdır. Yâni, hiç kimse olmadığı zaman bile bir insan dürüst davranabiliyor mu?.. Davranabiliyor. İşte ahlâk budur. Bunun kaynağı nedir?.. Bu ahlâkın kaynağı imandır, dindir.
Bu din ve iman terbiyesi insana nerde veriliyor?.. Camide verilmiyor; vaizin konuşması kâfi gelmiyor, hutbe kâfi gelmiyor. İmam-hatip okulundaki bilgi kâfi gelmiyor. Ne lâzım?.. İnsanın gecesini gündüzünü kuşatan, kavrayan, samîmî bir muhit lâzım!..
Bugünkü insanlar kulüplere gidiyorlar. Şehir kulüpleri oluyor, çeşitli dernek toplantıları oluyor. Oralarda sosyal ihtiyaçlarını karşılamağa çalışıyorlar. Akşamları insan her akşam evinde dursa, sıkıntıdan patlıyor. Nereye gidecek?.. Eskiden tekkeye gidiyordu. Hem sohbet dinliyordu, hem demin bizim dışarda söylediğimiz gibi ilâhîlerle, zevkli ve tatlı bir hayat oluyordu. Birbirlerine ikramları oluyordu, muhabbetleri oluyordu, fedâkârlıkları oluyordu. Birbirini canından çok seven insanlar meydana geliyordu. O halde bu müesseseyi işletmek lâzım!.. Var, çalışmış, faydası görülmüş. Yine devam etsin!.. Zâten devam ediyor da, "Niye elinden tutulup yaygınlaştırılmıyor?" diye sorabiliriz.
(6 Temmuz 1994 - Kızılcahamam TV 'nin röportajıından)
Soru: Günümüzde tasavvuf yeterince anlaşılamamaktadır. Sizce, günümüzde tasavvufu nasıl anlamak gerekir?
Cevap: Tasavvuf günümüzde sevilen bir yol, ilgi duyulan bir yol; bu kesin...
Herkes ilgi duyuyor. Tasavvufla ilgili bir kitap çok satış yapıyor. Tasavvufla
ilgili bir toplantı çok kalabalıklar topluyor. Herkes ilgi duyuyor tasavvufa...
Ama, tasavvufun doğrusu var, eğrisi var... Neden?.. Çünkü, tarih boyunca, yüzyıllar boyunca gelen an'ane var... Bir de işin aslı var, özüne uygunluğu var... Şimdi eğer tasavvufu temsil eden insanlar bilgili olmazsa, an'aneye tabi olursa; her gelen bir milim kaydırsa çizgiyi, sonunda yüzyıllar sonra çizgi ters bir noktaya kadar dönmüş olabilir. O halde ne olacak?.. Tasavvufu uygulayan insan, aynı zamanda dinde bilgili insan olacak. Dinin ana kaynakları olan Kur'an-ı Kerim'i ve hadis-i şerifi en iyi bilen insan olacak ki, kendisinin kaymasını, sapmasını düzenleyebilsin.
Şimdi bizim büyük hocamız Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin Efendi Hazretleri; Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarikatini bünyesinde toplamış Halidiyye kolunun meşhur bir şahsiyeti... Batılıların ve Arapların yazdığı kaynak kitaplarda da ismi olan şahıs... Tekkeye ders kitabı olarak bir hadis kolleksiyonu hazırlamış; Râmûz el-Ehâdîs isimli, onu koymuş. Diyor ki: "Bu hadis kitabını okuyun!.. Bunu okuduğunuz, hazmettiğiniz zaman iyi bir müslüman olursunuz; bayağı da bir alim olursunuz."
Yâni, tasavvuf ama nereye dayalı?.. Hadis-i şerife dayalı... Nereye dayalı?.. Kur'an-ı Kerim'e dayalı... Böyle olunca tasavvuf, ana çizgide, cadde-i kübrâda yürümüş olur. Yanlış yollara, çıkmaz sokaklara sapmamış olur. Patikalara, çamurlu yerlere girmemiş olur. İlk safiyetini, ilk çıkış zamanındaki güzelliğini korumuş olur.
Her şahıs bilgisi olmadığı için, iyi yapıyorum diye bir şey eklediği zaman, din bozulur. Onun için bizim dinimizde esas olan, Sünnet-i Seniyye'ye uymaktır. Yâni, Peygamber Efendimiz'in yolunda yürümektir.
Sünnetin karşısında olan, yeni çıkan şeylere de bid'at derler. Bid'atler de yasaktır, haramdır, günahtır. Bid'ate sarılan insanın namazı kabul olmaz, orucu kabul olmaz, haccı, sadakası kabul olmaz diye hadis-i şerifler vardır. Bu tehditler bu ikazlar müslümanı ana çizgiden kaymamağa, sünnet-i seniyye yolunda yürümeğe sevketmiştir.
Onun için biz umumiyetle, Türkçe'de ne diyoruz?.. "Ehl-i sünnet vel cemaattenim!" Ana caddede yürüyorum, tefrikaya düşmüş bir grupta değilim ve sünnet-i seniyyeye sarılmışım. Bu doğrudur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifleri dinin iki önemli kaynağıdır. Buna sarıldığın zaman, tasavvuf güzel olur. Bu istikamette, bununla yürüdüğün zaman tasavvuf güzel olur. Bunun dışına çıktığın zaman, tasavvuf yolu kaymış olur. Yol, tasavvuftan kaymış olur. diyelim daha doğrusu... Yozlaşmış olur, yanlış olur. Ana çizgiye bağlı olma esasına riayet etmek lâzım!..
Kur'an-ı Kerim'e, hadis-i şerife, dinin kurallarına uygun olmak esasında yürümek lâzım!..
(6 Temmuz 1994 - Kızılcahamam TV 'nin röportajından)