SOHBETLE EĞİTİM

Prof. Dr. M. Esad Coşan Rh.A

Peygamber Efendimiz nasıl ashabını aile gibi, hayatın içinde, onlarla beraber yaşayarak yetiştirdiyse, öyle yetiştirmek lâzım geldiğinden, şeyh de müridleriyle o haldedir. Diyanet İşleri Başkanı gibi makama geçip, koltuğa kurulup, tepeden bayram tebriki yapmakla müslümanların eğitimi yürümez. Öyle değildi Peygamber Efendimiz'in zamanında müslümanların eğitimi... Peygamber Efendimiz sohbet yoluyla insanları yetiştiriyordu.

Ne demek sohbet?.. Yarenlik etmek demek değil... Sohbet; arkadaş olmak, hayatı baraber sürmek, yaşamak demek...

--Her şeyini söyler mi?.

Kusurlu gördüğü her şeyi söylerdi.

Peygamber Efendimiz'in sözleri, kavlî sünnet... Hareketleri de sünnet; "Peygamber Efendimiz böyle yapardı." deriz, fiilî sünnet... Yanında bir şey yapıldığı zaman, yanlış dememişse; o da sünnet... "Rasûlüllah'ın yanında biz böyle yaptık, bir şey söylemedi, demek ki mahzuru yok." Buna da takrîrî sünnet derler; susuyor, bir şey demiyor... Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, yanında yanlış bir iş yapılınca susmazdı; "Böyle şey yok, yapmayın!" derdi, söylerdi. Demek ki, mahzuru yok da ondun susuyor.

 

Peygamber Efendimiz'in yanına geldiler. Kızlar da orda bayram münâsebetiyle eğleniyorlardı, kaçıştılar. Hazret-i Ömer geliyor diye hepsi bir tarafa kaçıştı. Peygamber Efendimiz müsaade ediyor, demek ki olabilir. "Dokunmayın!" dedi Peygamber Efendimiz. Müsaade ettiği kadar olur, müsaade ettiği şekilde, olur.

Susuyorsa; uygun görmüş, yanlış olmadığına karar vermiş, ondan susuyor. Yanlış bir şey olduğu zaman söylerdi, "Hayır, böyle yapma!" derdi.

 

Yolda gidiyorlardı. Bir kadın üzücü bir olayla karşılaşmış, bir yakını vefat etmiş, bir musibete uğramış; bangır bangır bağırıyordu, saçını başını yoluyordu. Peygamber efendimiz onun yanına gitti, dedi ki:

"--Böyle yapma, sabırlı ol!" dedi.

Kadın:

"--Sen benim başıma gelen felâketin ne kadar büyük olduğunu biliyor musun?" dedi, yine zırıltıya, gürültüye devam etti.

Peygamber efendimiz yürüdü gitti. Arkadan gelenler kadının yanına yanaştılar:

"--Yâ sen ne yaptın?.."

"--Ne yaptım?!.." dedi, şaşırdı.

"--Sana bu nasihatı eden Muhammed Mustafâ, Rasûlüllah SAS'di."

"--Hiih, eyvah, öyle mi?.." dedi, ağlamayı bıraktı, Rasûlüllah'a saygısızlık oldu diye hata ettiğini anladı. Koştu:

"--Yâ Rasûlallah! Senin olduğunu bilemedim, tanıyamadım, beni affet!" dedi.

Peygamber Efendimiz dedi ki:

(İnne's-sabru inde sadmeti'l-ûlâ) "Sabır, felâket ilk geldiği zaman insanın kendisini tutmasıdır. O zaman tutacaktın, iş işten geçti." dedi.

 

Peygamber Efendimiz bir savaştan sonra ilan ettirdi. Dedi ki:

"--Kim düşmanlarla çarpışırken bir şeyler almışsa yanına; onları getirsin, ortaya koysun!"

Neden?.. Ganimetler ortaya toplanacak, hesaplanacak; beşte biri devlete ayrılacak, ötekisi gaziler arasında paylaştırılacak.

İlan ettirdi böyle... Herkes zırh mı aldı, bıçak mı aldı, kılıç mı aldı, para mı aldı; öldürdüğü insanın üstünden ne aldıysa, onları getirdi ortaya... Ganimet malları bunlar...Taksim etti Peygamber Efendimiz.

Ondan sonra ne kazar zaman geçtiyse, birisi geldi, dedi ki:

"--Yâ Rasûlallah, bu ayakkabı bağcığı da düşmandan alınmıştı, ganimet malıydı. O zaman vermemiştim, şimdi veriyorum." dedi.

Ayakkabı bağcığı o zaman sırımdan yapılıyor.. Deri kesiliyor böyle uzun ip gibi, ayakkabı bağlanıyor.

"--Sen benim ilanımı duymadın mı, niye önceden getirmedin?.. Taksim bitti şimdi. Aldın, yanında tuttun; ateşten bir iptir." dedi. İşin şakası yok...

 

Birisi öldü. Peygamber Efendimiz'in hizmetindeydi. Peygamber Efendimiz dedi ki:

"--O cehennemliktir."

Peygamber Efendimiz'in asr-ı saâdetinde yaşamış, namaz kılan bir insan, hizmetinde bulunan bir insan... Dedi, "O cehennemliktir."

Araştırdılar, malları arasında ganimet malını buldular. Demek ki, hırsızlık yapmış. Çünkü ganimet malından çalmak da bir hırsızlıktır. Gàziler arasında bölüşülecek. Öteki gazilerin hakkını yiyor. Olmaz.

İşte İslâm böyleydi. Peygamber Efendimiz'in insanları terbiyesi böyleydi.

 

Çarşı-pazara gitti Peygamber Efendimiz... Bir malın çuvalının başına geldi, elini çuvala soktu, altını üstüne getirdi; üstü kuru, altı ıslak... Hileli, üstü güzel, altı ıslak... Islak makbul değil, kuru olması lâzım!..

"--Böyle yapmayın! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.

Biz dediği müslümanlar... Aldatmayacak, olduğu gibi gösterecek. Ya malı öyle yığacak, "İyisiyle kötüsüyle böyledir." diyecek, dizmeyecek, Üstünü iyi gösterip de, iyi şey satıyormuş gibi yapıp da kötüyü satmayacak. "Böyle yapmayın, böyle olmaz! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.

Çarşıya gitti, pazara gitti, düğüne gitti, mezara gitti, hasta ziyaretine gitti. Her şeyi ashabı ile beraber yaşadı, ama her an peygamberlik yaptı, her an Allah'ın emrini söyledi; doğru olan şeyi emretti, yanlış olan şeyi de yapmayın dedi.

Bu eğitim şekli nedir?.. Bu eğitim şekli birlikte yaşamla eğitmektir, beraber yaşayarak eğitmektir.

 

Bizim burdaki toplantımız nedir, biz buraya niye toplandık? Birlikte yaşayarak eğitimi uygulamak için... Çünkü her biriniz başka mahalledesiniz. İşte böyle toplanalım da bir nebze, birazcık hiç olmazsa birlikte yaşamakla eğitim olsun diye...

Bu ilkönce Avustralya'da çıktı, bizim kardeşlerimiz Avustralya'da uyguladılar. Burdaki gibi dört gün olmuyor, on-oniki gün oluyor. Kadın erkek, çocuk hepsi geliyorlar. Namazlar cemaatle kılınıyor. Yemekler yeniliyor, sohbetler yapılıyor, eğitim oluyor. Biz orda her şeyi söylüyoruz:

"--Bakın, çocuklar dışarda çiçekleri koparıyor, koparmasınlar!.. İslâm'da bu yok. Biz buraya geldik, giderken, 'Bu müslümanlar ne kadar muntazam!' desinler." diyoruz.

"--Etrafı temiz tutun, dağıtmayın!" diyoruz.

Yâni aklımıza gelen her şeyi söylüyoruz. Burda da öyle olması lâzım!..

Biz orda, Avustralya'da takdirnâme aldık. Bize tesislerini kiraya veren şirketler, "Bir daha gelin ne olur, biz sizden memnunuz." dediler. Çünkü, Allah için yaptığımız şeyin İslâm'ca güzel olmasına, beğenilecek şekilde olmasına dikkat ettik. Evleri tertemiz bıraktık, hile yapmadık, bozmadık, düzenledik. Adamlar bizi ilk günden beri gizli gizli takib edermiş, "Bakalım, bu insanlar burda ne yapıyor?" diye.

İşte biz öyle, o eğitimle eğitim olsun diye toplanıyoruz. Bu eğitimin kökü, Peygamber Efendimiz'in birlikte yaşayarak eğitimi, yâni sohbet ile eğitim... Sohbet burda birlikte yaşamak demek, yoksa yârenlik etmek demek değil. Beraber sefere gidiyorlar, beraber çarşıya gidiyorlar, beraber camide ibadet ediyorlar, her şey beraber olurken; "Şu yanlış, şöyle yapın!.. Bu yanlış, böyle yapın!" diye ikaz ediyor.

 

Meselâ, yolculuk esnasında Peygamber Efendimiz dedi ki:

"--Oruç tutmayın!"

Neden?.. Hava sıcak, yol meşakkatli, oruç tutmamak lâzım!.. Bazıları tuttu, bazıları tutmadı. Tutanlar bayıldı, ayıldı, halsizleşti; tutmayanlar onlara hizmet etti, onların hizmetlerini yaptı.

"--Bu sefer oruç tutmayanlar oruç tutanlardan daha çok sevap kazandı." diye söyledi Peygamber Efendimiz.

Yerinde, şaşırtıcı bir eğitim... Oruç tutan daha çok sevap kazanır sanılıyor, kazın ayağı öyle değil, "Şimdi oruç tutmayanlar daha çok sevap kazandı." dedi Peygamber Efendimiz.

Hâsılı, misaller çoğaltılabilir, çarpıcı misaller bulunabilir. Bu eğitim şekli tasavvufun uyguladığı eğitimdir. Tasavvuf bunu Peygamber Efendimiz'in yaşamından almıştır. Nasıl sahabe-i kiram Peygamber Efendimiz'in etrafında İslâm'ı öğrenmişse, ashabı olmuşsa; şeyhin etrafında da mürid, şeyhin ashabı gibidir. Şeyh de Peygamber Efendimiz'in varisi, temsilcisi... Çünkü o da hadis-i şerifte var. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

 

(El-ulemâu veresetü'l-enbiyâ') "Alimler Peygamberlerin varisleridir." İrşad vazifesini onlar götürüyorlar. Halkı irşad ediyor, halka doğruyu söylüyor, halka İslâm'ı öğretiyor, imanı öğretiyor, ibadeti beraber yapmayı öğretiyor.

İşte onun için kızıyorlar şimdi... Böyle bir şeyhe hürmet edilmesi çok zıtlarına gidiyor. Biz de hürmet edilmesini istemiyoruz ama, kendiliğinden oluyor. Tabii, büyüklere hürmet etmek, öğretmenine hürmet etmek İslâm'da var... Büyüklerine hürmet etmek de var, öğretmenine hürmet etmek de var, alimlere hürmet etmek de var... Bu tabii bir şey, ama çok kızıyorlar.

Peki, şu parti başkanına bu kadar hürmet etmeye niye kızmıyorsun? Bak şu parti başkanlarının saltanatına!.. İşte televizyonlar, buyur; adamların cakasına, sefasına, fiyakasına, tantanasına, şatafatına bir baksana!.. Niye ona gık demiyorsun?..

Suudi Arabistan'da da öyle; el öpülmesine kızıyor... E peki senin hükümdarının elini öpüyorlar, dizini öpüyor, alnını öpüyor, omuzunu öpüyor. Niye ona bir şey demiyorsun?.. Ona bir şey demek için yürek lâzım!.. Ona diyemiyor, bizim gibi garibanlara veryansın ediyor. Biz garibanız ya, biz garibanlara veryansın ediyor o zaman... Yanlış söylüyor.

Kur'an-ı Kerim'i öğretmek için, eğitimi yapmak için, ahlâkı öğretmek için birlikte yaşamak lâzım, aile eğitimi gibi olması lâzım! İşte tekke dediğimiz topluluk odur.

 

Tabii, bir okulun hocaları iyi ise, iyi talebe yetiştirir; hocaları kötü ise, talebe iyi yetişmez. Yâ o okul zayıf bir okuldur deriz. Bazısı birinciler yetiştirir, bazısı da işte böyle zengin çocukları para ile, pulla diploma alırlar. Palas derdik biz ona eskiden... Palas saray demek ama, külüstür mânâsına da kullanılıyor Türkçede... Palas bir okul, yâni çalışmadan da geçersin. Neden?.. Özel okul ya, parayı dayadın mı diplomayı alırsın ama, o okuldan mezun olan da bir şey yapamaz. Şu ciddî okuldan yetişen çok büyük insan olur ama, ordan yetişen bir şey olmaz.

Okulların öğretmenleri önemlidir. Bir çok özel okul vardır; bazıları ödül alıyor, birincilik kazanıyor, bazıları da sondan birinci oluyor, bir şey yapamıyor. Tabii, eğitimden eğitime fark var, onu kabul ediyoruz. Eğitim güzel de, eğitimin güzel olması için çalışmalar farklı oluyor.

Şimdi, bir insanı güzel ahlâklı yetiştireceksiniz, doğru sözlü olacak, Allah'tan korkacak, merhametli olacak... vs. vs. Bu böyle kolay da olmaz, bunun da mânevî çareleri vardır, ilaçları vardır, yolları vardır. İşte tarikat bu yetişmeyi sağlayan okul, yol, usül, metod... İslâm'ın bizden istediklerini kişiye kazandırmak için, onu yetiştiren bir okul... Bizim için hayat önemlidir, hayatımızı Allah'ı rızasına uygun geçirmek önemlidir ve bu esnada İslâm'ın kurallarına uygun yaşamak önemlidir.

 

Onun için biz ne an'anevî sayılırız, ne de modern sayılırız. Hayatı yaşarken İslâm'ın emirlerini uygulamak istiyoruz. Onun için hayatla iç içeyiz. Kitaplarımız da İslâm, Tasavvuf ve Hayat diyor. Bugünkü hayatımızı yaşıyoruz, modern çağda yaşıyoruz, bugünde yaşıyoruz; o halde bugünün insanıyız. Bu hayatı yaşıyoruz, şu anda sağız, ama müslümanız. O halde, bu hayatı İslâm'a göre yaşamak için, neler yapmamız gerekiyorsa, onları yapmamız lâzım!..

Bunun yolu tasavvuftur. Onun için, biz böyle hayattan kopup, eski çağlara gidip, tarihî bir grup olarak yaşamayı da düşünemeyiz. Bugünün insanı olarak İslâm'dan kopup, İslâm'la hiç ilgisi olmayan toplum olarak da yaşayamayız. Müslüman olduğumuz için İslâm'a bağlıyız, yaşadığımız için de çağımıza bağlıyız. O halde bugünkü insan nasıl yetişmesi gerekiyorsa, öyle yetişeceğiz, ama hayatımızı İslâm'a göre yaşayacağız. (09. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ)

 

Şeyhin sohbetinden feyz alır mürid... Oturur, kalkar, gelir, gider, feyz alır, yetişir. Bizim yolumuzda müridin yetişmesinde sohbet-i şeyh önemlidir. Şeyhin sohbetine gitmek lâzım!.. Canla dinlemek lâzım, tavsiyelerini tutmak lâzım!..

Sohbet yârenlik etmek demek değil, hayatın içinde, hayatı beraberce sürerken, davranışlarını terbiye edecek. Aile terbiyesi gibi... Peygamber Efendimiz ashabını yanına aldı, etrafında yaşarken yirmiüç senede İslâm'ı öğretti.

Hocamız Tasavvufî Ahlâk kitabını yazmıştır, çok meraklı bir noktaya gelir, der ki: "Bunlar burda yazı ile olmaz, bu iş erbabından öğrenilir." der keser. Ondan sonra mühim şeyler var, onları yazmaz. "Bunlar erbabından öğrenilir, böyle yazı ile anlaşılmaz." der. Çünkü bazı ukalâ insanlar okumakla mutasavvıf oluyor, hattâ şeyhliğe kalkan oluyor. "Ben okudum, çok biliyorum, bunlar tamam." diyor. Şöyle derler, böyle derler diyor, şairlerden şiirler ezberliyor. "Ben biliyorum bunu, niye ben de şeyhlik yapmayayım yâ?" diyor.

 

İnsan kendi kendine şeyh olmaz ki, bunun bir yolu yöntemi var, hıfz-ı nisbet var... Nisbet-i mâneviyyesi olmazsa, Rasûlüllah'la bağlantısı olmazsa, feyz olmaz. Şebekeye cereyan bağlanmazsa, ışık yanmaz.

Kendi kendine kalkıyor şeyhliğe... Çok var böyleleri... Bizim Hocamız'ın vefatından sonra kaç kişi şeyhliğe kalktı. "Benim yapmam lâzım, bu bana yaraşır." diyor, kendi kendine yakıştırıyor. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermişti, ben şeyhlik yapabilirim!"

Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermek, Râmûz'u okut diyedir, şeyhlik yap diye değildir. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana başka isteklilere ders tarifi selâhiyeti verdi. Yâni mürid olmak isteyene dersi tarif ediver diye selâhiyet verdi, ben şeyhlik yapabilirim!"

Ders tarifi selâhiyeti vermek, hocanın vefatından sonra yerine geçmek mânâsına değildir. Yüzlerce kişiye böyle selâhiyet vermiştir. Hattâ köyde benim teyzeme de vermiştir, şehirde bizim komşu hacı teyzelere de vermiştir. Ders tarif etme selâhiyeti şeyh olma icazetnâmesi değildir. Râmûzül-Ehâdîs okuma müsaadesi şeyh olma icâzetnâmesi demek değildir.

Kendi kendine şeyhliğe kalkıyor. Öyle olunca olmaz. Öyle olunca nisbet kopuk olur, bağlantısız ortaya çıkmak olur. Bağlantısız ortaya çıkanın bir şeyi olmaz.

Öyle bağlantısı olunca da, ümmî bile olsa, çoban bile olsa o bağlantısından, o sohbetten öyle feyizler hasıl olur ki, nice insan evliyâ olur. (10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ)
 

Ana Sayfa  |  © Dervişân  |  Tavsiye Et