TASAVVUF VE ALLAH SEVGİSİ
Gelelim tasavvuf ve sevgi, aşk, aşkullah, muhabbetullah meselesine... Ben konuları olmuş olaylarla anlatmasını seven bir insanım. Hatırda kalır çünkü bunlar...
Bir korgeneral bizim fakülteye geldi. Korgeneral, omuzu kıpkırmızı... Bir sürü yıldızları var... Bir adım daha atsa orgeneral olacak. Kaç tane korgeneralimiz var, kaç tane orgeneralimiz var?.. Ben sekreterin odasına girdiğim zaman, "Tamam, hoş geldiniz hocam, buyurun!" dedi, korgeneralle tanıştırdı.
Korgeneral tabii kibar insan... Hocam dedi, yaşımıza bakmadan ilimle meşgul olduğumuz için hürmet etti. Ben de odama davet ettim, "Buyurun paşam, odamda bir çay içelim, şereflendirin odamı!" dedim.
Dedi ki: "Hocam, ben NATO'da çalışırken Amerikalı bir aile bana çok yakınlık gösterdi. O kadar yakınlık gösterdi ki, Amerika'ya gittiği halde hâlâ benimle mektuplaşır ve bana mektubunda babacığım diye hitab eder." Yâni paşaya hanımı da kendisi de "Babacığım!" diye hitab ediyorlar.
Sanıyorum Amerikalı, din subayı NATO'da... Otuz sayfa kadar İngilizce bir kitabın fotokopisini göndermiş. Kitabın başı yok, ismi belli değil, yazarı belli değil... Sonu da yok... Kitabın başının ve sonunun belli olmaması kasıtlı, benim tesbitime göre... Çünkü kitap, misyonerliğe ait bir kitap... İslâmı kötülüyor. O otuz sayfa İslâm'ın aleyhinde...
Şimdi, o kurnaz Amerikalı kâğıtların üst tarafına yazmış: "Paşa babacığım, şu satırları lütfen okuyun! Bunlar hakkındaki fikrinizi bana yazın!... Ben sizden İslâm'ın medhini de istemiyorum." diyor. Allah Allah!.. İlle o yazıları okutturacak, İslâm'ı da medhetmeyeceğiz adama... Şart da koşuyor.
Aldım okudum. Otuz sayfa İngilizce, İslâm'ı kötülüyor. En büyük kötülediği şey, "İslâm'da sevgi yoktur." diyor. İnkâr ediyor. Halbuki bütün tasavvuf erbâbı, Mevlânâ, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî; bütün büyük din alimlerimizin hepsi aşkullah ve muhabbetullah içine gark olmuş insanlar... Hakîkî dindar Allah aşıkı kimsedir. Çocuklarımıza biz daha ilk konuşmaya başladığı zaman, "En çok kimi seversin?" dediğimiz zaman, "Allah'ı severim." demeyi öğretiriz.
Adam haksızlık ediyor. Haksızlık ediyor ama, delil göstermek lâzım!.. Biz de oturduk otuz sayfa, kırk sayfa ona cevap yazdık. Paşa Baba: "Hocam sen hiç merak etme, Türkçe yaz; ben onları İngilizceye çeviririm!" dedi. Ben de otuz kırk sayfa cevapları yazıp delilleri gösterdikten sonra, "Bu yanlıştır. İslâm şöyledir." diye anlattıktan sonra, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı'na gittim; İngilizce ne kadar İslâm'la ilgili kitap varsa hepsini aldım, naylon poşet içinde Paşa Baba'ya hediye ettim. İster kendisi okusun, böyle gelen mektupların tesiri altında kalmasın; isterse kendisine o misyoner sayfalarını gönderen kimseye göndersin diye...
Şimdi muhterem kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'de ehl-i dünya, dünyayı seven insanlar anlatılıyor, tenkid ediliyor.
(Minküm men yürîdüd dünyâ ve minküm men yürîdül âhireh) İnsanların arasında dünyayı sevenler var... Para, pul, mevki, makam, kadın, kız, şöhret, alkış, vs vs... Ehl-i dünya var... Bir de ehl-i ahiret var... Bu ikisini sıralıyor da Kur'an-ı Kerim, iki ayet-i kerime var, orada bir de buyuruluyor ki:
(Yürîdûne vechallah) "Allah'ın zâtını istiyorlar." Dünya değil, ahiret değil, Allah'ı istiyorlar. Nedir bu ayet-i kerimeler:
(Velâ tadrudillezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû mâ aleyke min hisâbihim min şey'...) Birisi bu, En'am Sûresi'nde 52. ayet... Birisi de:
(Vasbir nefseke meallezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû, velâ ta'dü aynâke anhüm, türîdü zînetel hayâtid dünyâ) Bu da Kehf Sûresi'nde...
Bu ayet-i kerimelerde isbat edilmiş oluyor ki, Peygamber Efendimiz'in zamanında Allah'ın bazı mübarek kulları, Allah aşkına bağlılıkla sırf Allah'ı isteyen insanlar... Yâni dünya da gözlerinde değil, ahiret hesabı yapmak peşinde de değiller... Sırf Allah'ın vech-i pâkini istiyorlar.
Vech, yüz demek ama, "Zikir bilcüz' irâde bilkül" derler. Edebî sanatlar içinde böyle bir şey vardır; küçük zikredilir, büyük kasdedilir. Yüzü demek, zâtı mânâsına... Allah'ın zâtını istiyor, Allah'ı seviyor, Allah aşıkı...
Diyor ki Peygamber Efendimiz'e:
"--Bunları yanından koğma ey Rasûlüm!.."
Başka bir ayette de buyuruyor ki:
"--Sen de bunların yanında ol ey Resûlüm!.."
Öteki birtakım isteklerde bulunan kimseler olmuş. "Onların istediği istikamette olma, bu fukaranın, bu aşıkların yanında ol!" diyor. Allah hem seviyor, hem de Rasûlüne sevdirtiyor, hem de Rasûlüne "Onların yanında ol!" diyor. Allah'ın vech-i pâkini isteyen insanlar...
Sonra, bir başka ayet-i kerimede açıkça sevgi zikrediliyor:
(Yâ eyyühellezîne âmenû men yertedde minküm an dînihî) "Ey iman edenler! Sizin içinizde vefasızlık gösterip, sıkıntılardan cayıp da İslâm'ı bırakıp müşrikliğe tekrar dönenler olursa --bazı kabileler irtidat ettiler ya; hani İslâm kalblerine tam girmemişti, bir kısmı dinden çıktı ya-- sizden bazıları dinden çıkarsa, çıksın!.. (fesevfe ye'tillâhü bikavmin) Allah öyle bir kavim getirecek ki, (yühibbühüm ve yühibûnehû) hem Allah o kavmi sever, o insanları sever; hem onlar da Allah aşıkıdır, Allah'ı severler." Öyle insanlar getirecek... "İsteyen İslâmdan çıkarsa çıksın sizden, Allah böyle insanlar getirecek!" buyuruyor. Hakîkaten de ondan sonra, nice Allah aşıkı insanlar çıkmıştır.
Biliyorsunuz Hayber kalesinin muhasarasında muhasara uzadı. Peygamber SAS Efendimiz dedi ki:
"--Yarın bu sancağı öyle bir kimsenin eline vereceğim ki, Allah onu sever, o Allah'ı sever. Ona vereceğim sancağı!.." dedi, kim olduğunu söylemedi.
Hazret-i Ömer diyor ki:
"--O gece uykum kaçtı, 'Yarın keşke Rasûlüllah bayrağı bana verse!' diye... O Allah'ın sevdiği kimse ben olsam diye... Hayatımda hiç bir şeyi bu kadar arzu etmemiştim." diyor.
Ertesi gün ordu toplanmış, heyecan dorukta... Herkes Rasûlüllah'ın gözüne ve işaretine bakıyor, "Acaba sancağı içimizden kime verecek?" diye... Peygamber Efendimiz SAS herkese şöyle bakmış bakmış, sonra sormuş:
"--Ali nerde?.."
Demişler ki:
"--Yâ Rasûlallah, gözü ağrıyor; çadırda yatıyor, hasta..."
"--Getirin onu buraya!.." demiş.
Getirmişler. Mübarek gözlerine mesh eylemiş. Gözlerini ağrısı anında geçmiş. Bayrağı ona teslim etmiş ve Hayber'i --biliyorsunuz-- Hazret-i Ali Efendimiz fetheyledi. Hayber Cengi meşhurdur, kitaplara destanlara girmiştir.
Allah onu sever, o Allah'ı sever. Sahabe-i kiram öyle insanlardı. Öyle kimselerdi ki, gözleri hayatı görmüyordu. Amr ibnül As, Fustat şehrini --şimdiki Kahire'nin içinde surları olan eski, kadim şehir-- muhasara ettiği zaman, savunmaya hazırlanmışlar. Haber göndermiş, demiş ki:
"--Boşuna beni uğraştırmayın, kendiniz de boş yere uğraşmayın! Siz bizimle başa çıkamazsınız!.. Çünkü, benim ordumun içindeki insanların hepsi ölmeğe can atıyor, ölmek istiyor, ölmek için gelmiş buraya... Siz de hepiniz yaşamaya can atıyorsunuz, yaşamanın çaresini arıyorsunuz. Bizimle baş edemezsiniz. Anahtarları getirin, şu kalenin kapılarını açın, kaleyi edebinizle bize teslim edin!" demiş.
Onlar da teslim etmişler. Biliyorsunuz, Fustat şehrini Amr ibnü'l-As böyle bir sözle fethetti.
Böyle insanlardı onlar... Allah aşıkı insanlardı. Aşkullah, muhabbetullah hepsini gark etmişti. Rasûlüllah'ın hayatı öyleydi.
Rasûlüllah SAS Efendimiz, daha peygamberlik kendisine gelmeden önce, Hıra Mağarası'na kaçıp kaçıp, orada günlerce ibadet etmez miydi?.. Bilmiyor muyuz bunu?.. Biliyoruz. Ne dediler Mekke ahalisi?.. Baktırlar ki bu delikanlı bir başka, bir şeyler yapıyor:
(Aşıka muhammedün rabbehû) "Muhammed Rabbine aşık oldu." dediler. "Aşka düştü Muhammed..." dediler.
Aşk olmasa... Bilmiyorum içinizde Hıra Mağarası'na çıkan var mı?.. Öyle yalçın bir dağ ki, yarıyoldan pek çok kimse dönüyor. Çok yalçın, çok tehlikeli, çok uçurumlu... Rasûlullah Efendimiz bazan kendisi oraya çıkıyor, bazan Hatice Validemiz ona azık getiriyor. Üç dört gün orda ibadet ediyor.
Bilmiyorum o güzel mağaraya girdiniz mi, içinizde giren var mı?.. Mağaranın dip tarafından bu tarafına doğru cayır cayır sıcakta, 50-60 derece sıcakta öyle serin bir hava geliyor ki... Öyle bir tabii aircondition var ki, öyle bir letafet var ki, tarif edilmez.
Dış tarafında, devrilmiş, öyle güzel, şu halı kadar bir kaya var... Onun üstünde durduğunuz zaman, geminin en yüksek yerinde, seren direğinde sanıyorsunuz kendinizi... Her taraf uçurum, aşağısı gözle görülmeyecek kadar derin... Ama karşınızda Harem-i Şerif'in ışıkları görünüyor, Kâbe görünüyor. Orada ibadet ederdi, Kâbe'yi göre göre...
Ne diyorlar?.. "Muhammed Rabb'ine aşık oldu!" diyorlar. İslâm'da aşk olmaz olur mu?.. Aşk olmasa meşk olur mu?.. Aşk olmasa fedâkârlık olur mu?.. Aşk olmasa cihad olur mu?.. Aşk olmasa ecdâdımız bu kadar güzel çalışmalar yapabilirler miydi, bu kadar güzel eserler ortaya koyabilirler miydi?..
Meşhur bestekâr İsmail Bahâ Sürersan anlatıyor: Almanya'da müsizyenler toplanmışlar, dinî mûsiki üstadlarının eserlerinin dînî formlarını hangisi tesir bakımından daha üstün diye incelemişler. Kendilerinin dindar bestekârları Johan Sebastian Bach, falanca, filanca... hepsinin eserleri ortaya dökülmüş. Bizim Mevlevî üstadlarından bir mübarek, ehl-i tarik bestekârımızın, ellerine geçirdikleri bir küçük parçası da mütâlâa edilmiş orda; o birinci gelmiş. Bizim Mevlevî dedesinin bestesi birinci gelmiş.
Bu tekbirin bestesindeki ruhaniyeti hatırlayın... Salât-ı Ümmiyye'deki sâde fakat şâheser mükemmelliği hatırlayın... Bunların hepsi --aşk olmayınca meşk olmaz-- aşık insanların yapacağı şeylerdir. Aşkı bilmeyen, sevgiyi bilmeyen insanlar, bir şey yapamaz.
Aşkullah vardır. Binâen aleyh, tasavvuf Kur'an-ı Kerim'in uygulamasıdır... Binâen aleyh, tasavvuf Peygamber Efendimiz SAS'in hayatıdır, sahâbe-i kirâmın hayatıdır.
Eski Diyanet İşleri başkanlarından Süleyman Ateş, talebemdir... Sakalı benden daha aktır, yaşı da benden daha çoktur ama, talebemdir. Şimdi bu zat İslâm Tasavvufu diye güzel bir eser yazmış. Baş tarafında, Peygamber Efendimiz'in nasıl sòfiyâne bir hayat tarzı olduğunu, sòfîlere nasıl örnek olduğunu çok güzel anlatıyor. Hem de hepsine dipnot koyarak, kaynağını göstererek yazmış. Güzel yazmış, aşkolsun... Yâni güzel bir eser, hoşuma gitti.
Bu kesin, bilimsel olarak, bir ilim adamı olarak yanlışlık düzeltiyoruz: Tasavvuf Kur'an'dandır. Tasavvufî hayat, İslâm'ın emirlerinin hayata uygulanmasından doğan, derûnî hazlarla dolu bir yaşam tarzıdır. Mevlânâ'nın hayatıdır, Yunus Emre'nin hayatıdır... Eşrefoğlu Rûmî'nin hayatıdır.
Eşrefoğlu'nun o ilâhîsi ne kadar güzeldir:
Ey Allah'ım beni senden ayırma!..
Beni senin cemâlinden
ayırma!..
Balığın canı su içre diridir,
İlâhî balığı gölden
ayırma!..
Aşk-ı ilâhî bir derya, bu da deryanın içinde bir balık... O deryanın içinden çıkarsa çırpınarak öleceğini söylüyor. Yalvarıyor: "Yâ Rabbi, beni bu deryadan dışarıya çıkartma, ben burdan memnunum." diyor.
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabîb,
Kılma derman kim, helâkim
zehri dermânımdadır.
"Ben aşk derdiyle memnunum, başım hoş. Beni tedavi etmekten vazgeç doktor, çekil kenara... Bana tedâvi yapma, beni iyileştirmeğe kalkma! Çünkü, beni iyileştirirsen mahvolurum. Bu aşk benden giderse, ben o zaman insanlıktan çıkarım." demiyor mu Fuzûlî?..
Aşk imiş her ne var alemde,
İlim bir kıyl ü kàl imiş ancak
demiyor mu, Şeyh Galib?.. Her şeyi aşk olarak görüyor. Bunlar laf mı... Hayır, bunlar hayatlarında böyle yaşamış insanlar...
Binâen aleyh, çok büyük bir iftira var ortada... Çok büyük haksızlık var, gayr-i ilmî şeyler var...
(Coşan, Prof. Dr. M. Esad, Yunus Emre ve Tasavvuf, Seha Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 34-46.)