HER HÂLİ BİR KERAMET

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Rh.A

13. 11. 1993 - İskenderpaşa Camii


Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm...

Elhamdü lillâhi hakka hamdihî, nahmeduhû bicemîi mehâmidih... Lehül hamdü kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn... Tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ ve rahmetullàhi ve üsvetinel hasaneh, muhammedinil mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ...

Çok azîz misafirlerimiz, muhterem kardeşlerim!..

Çok uzak şehirlerden otobüsler tutarak geldiniz. Aşk ile, şevk ile kışın soğuğuna bakmadınız, yerin darlığından sıkılmadınız... Dizinizi koyacak yerin sıkışıklığından rahatsız olmadınız... Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızası için, Allah'ın sevdiği kulları sevme yolunda yaptığınız bu ziyaretinizi, Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri çok üstün ve çok müstesnâ mükâfatlarla taltif eylesin...

Hadis-i kudsî-yi nebevîde buyuruyor ki, Peygamber SAS Efendimiz:

(Kàlellahu azze ve celle hakkat mahabbetî lil mütehàbbîne fiyye) Bu hadis-i şerifte beş cümle vardır, bir cümlesi bu: "Birbirlerini Allah için sevenlere, benim sevmem, razı olmam haktır, vacibdir, muhakkaktır, tahakkuk eder." mânâsına...

Bir cümlesi de:

(Ve hakkat muhabbetî lil mütezâvirîne fiyye) "Benim rızam uğrunda birbirlerini ziyaret edenlere de benim sevgim vâcib olur, hak olur, tahakkuk eder, ben onları severim." demek... Bu müjdelere Rabbim Teâlâ cümlenizi nâil eylesin, mazhar eylesin, sahib eylesin... Allah-u Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun...

Kıymetli üstadlarımızdan hiç bir yerde bulamayacağımız kıymetli bilgiler aldık. Çok değerli hatıralarını dinledik. Gördük ki, Hocamız'ın dervişliği de, müridliği de kerametlerle doluymuş. Aradaki fasılayı bilmeyenler şu cemm-i gafirden, bu kıymetli ve göz kamaştırıcı muhabbet topluluğundan ibret alsınlar ki, kerametleri vefatından sonra da devam ediyor.

Ben aciz kardeşiniz, onun cenazesindeki muhabbetli kalabalık kadar büyük bir kalabalığı İstanbul'un görmediği kanaatindeyim. Çünkü, cenaze namazını kılan cemaatin bir ucu ta Esnaf Hastanesi'nin yanındaydı. Süleymaniye Camisi dolmuştu, avlusu dolmuştu, kıble çizgisinin önüne geçilmişti. Sokaklar dolmuştu, yandaki sokaklara taşılmıştı. Esnaf Hastanesi'nin önüne kadar cenaze namazının kalabalığı uzanmıştı. Fatih'te trafik aksamıştı. Saraçhanebaşı'nda yollar tıkanmıştı.

Hem de nasıl bir zamanda?.. Perşembe günü öğleye yakın irtihâl-i dâr-ı bekà etmiş olan Hocamız'a, herhangi bir ilan ve açıklama yapılmadan Türkiye'nin her yerinden gelen muhiblerle... Perşembe günü vefat ediyor, cuma günü öğleyin cuma namazından sonra cenaze namazı kılınıyor. Bir gün daha bekleseydi, İstanbul yerinden oynardı. Rüyada görüp gelenler, duyup gelenler, işaret alıp gelenler... Tariflere sığmaz bir hâlet...

Tabii, tarif edilemiyor hakîkaten kemâlâtı, kerâmâtı; çünkü her halinde hakîkaten bir zarâfet ve bir keramet var idi. Bendenizden kitaplarının mukaddemesinde kendisini anlatmam istendiği zaman, hayatıyla ilgili bilgileri oraya derc etmiştim.

Kendisinin tuttuğu bir günlüğü vardı. Kimse bimez, benim yanımda mahfuz... Kendi el yazısıyla her gün hatırasını yazmış, ta askerliğe gittiği zamanlarda... Ordan ben tarih olarak kendi el yazısıyla biliyorum ki, 16 Temmuz 1336 tarihinde Ayasofya Camii'nde cuma namazını kıldıktan sonra; Yusuf Ziyâ Binatlı Hocamız'ın muhterem pederi, hemşehrisi Dağıstanlı Ömer Ziyâeddin Hazretleri'ne gidip intisab eylemiş. "Elhamdü lillâh Tarikat-ı Aliyye'ye girmem bugün nasib oldu." diye, defterine kendi el yazısıyla yazılmış olduğu için, sahih bir bilgi olarak onu da buraya kaydetmiştim.

Herkes hayıflanıyor: Tam istifade edemedik, kıymetini bilemedik diye... Ben hizmetini en az yapabilenlerden biriydim. Çünkü, Ankara'da İlâhiyat Fakültesi'nde vazifem vardı. Ne zaman kendisine, "Vazifeden ayrılayım, hizmetinize geleyim!" desem; "Profesörlük ne zaman?" diye sorardı. "Profesör ol da, öyle..." derdi.

Doktora yaptım, doçent oldum, askere gittim... Her seferinde arzumu izhar ettim. Her seferinde, "Profesör ol da, öyle..." demişti. Benim de profesör olacağım yoktu ama, nasıl olduğunu da ben bilmiyorum. Nasıl beni profesör yaptılar; onu da anlayamıyorum.

Yapmazlardı çünkü... Bütün fakültedeki rey durumu, benim profesörlüğüme evet diyecek insanların sayısı bakımından uygun değildi. Benim halim uygun değildi. Fakültedeki hasımlarım beni çok tenkid ederlerdi, fazla mutaassıb olduğum iddiasıyla... Ama Allah'ın lütf u keremiyle, büyüklerin himmetiyle o nasib oldu.

Burada birkaç cümle ile Hocamız'ın ahlâk ve şemâilini, hayatına dair bilgileri anlatmıştım. Onan sonra, bu anlattığım, yazdığım sözlerin bazıları, radikal İslâmcı denilen akılcı, genç, eskiyi tanımaz; dinî ahkâmı kendi kafalarıyla asıp keser, kesip biçer, kesin kararlar verir, reddeder, inkâr eder bir taife içindeki bazı kimseler şiddetle karşı çıktılar. Onu anlatmak istiyorum burda, bir açıklama olsun diye...

Şöyle yazmıştım ki:

"İnsanın kalbinden geçenleri bilir, kendisine ziyarete gelenin kalbindeki soruyu, sormadan cevaplandırır. İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer; en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimetler dolup taşardı." Bunları yazdım diye kızıyorlar bana...

Ben bunları ben bir kuru medih olarak yazmadım. Ama bunları kabul edemeyen kardeşler de böyle bir zatı tanımadılar. Tanımadıkları için, akılları da almadı.

Akıl çok küçük bir vasıta, sığ... Ancak yerde yürüyor, havalara uçmuyor. Mâverâya gidemiyor, ancak tıpış tıpış yerde yürüyebiliyor. Anlayamadılar.

Onun için burda, bu kadar büyük kalabalığı görünce, --sabrın fazileti üzerinde üstadımız konuştu-- eğer sabrınızı zorlamayacaksak, kısaca izah etmek istiyorum:

İnsanın kalbinden geçenleri bilirdi. "Canım, gaybı Allah bilir." diyorlar. Amennâ ve saddaknâ... Gaybı Allah bilir ama, Allah'ın bildirdiği kimseler de bilir. Allah bir şeyi bir kuluna bildirdi mi, o da bilir.

Sonra, kurb-u nevâfil diye bir hadiseyi, hadis-i şerifte Peygamber SAS bildiriyor: "İbadet ve tâatle, nâfile ibadetlerle, iyi bir kul olarak Allah'a karşı vazifelerini güzel yapınca; Allah onun gören gözü olur, söyleyen dili olur, işiten kulağı olur, tutan eli olur, yürüyen aşağı olur. Allah ona her şeyi gösterir, duyurur, söyletir, yaptırır, muktedir kılar. Uzak mesafelere tayy-ı mekânı nasib eder.

Bunun misalleri, benim yaşadığım şeyler... Meselâ, ben yanında oturdum, kalbimden bir şey geçiriyorken, hiç bir şey söylemeden; "Öyle şey olur mu?.." diye o geçirdiğim fikre kerşılık verdiğini biliyorum.

Vaaz verirken dinleyen bir insanın kalbinden geçirdiği bir şeye; "Hayır, öyle düşünüyorsun ama, şu şöyledir." dediğini biliyorum.

Camidin çıkarken, arkasından yürüyen bir insanın, hocaya şu sorsam, şöyle desem diye arkasından giderken; dönüp, tebessüm edip, cevabını verdiğini biliyorum.

Demek ki, gönülden geçenleri bildiğini hadiselerle biliyorum da, onun için yazdım. Misalleri çoktur. Burda bu gibi olayları yaşayan, sanırım çok kimse vardır.

Kalbinden geçenleri Allah'ın bildirmesiyle biliyordu. Şahidim, şehadet ederim. Sonra, gelenin sormadan cevabını verirdi. Sonradan o itiraf ederdi:

"--Yâhu şunu soracaktım. Hocam hiç sormadan cevabını verdi."

Veyahut:

"--Kalabalıkta, vaazda, arka tarafta gönlümden şu soruyu geçiriyordum; onun cevabını verdi." diye...

Evliyaullahta bu hal çok görülür. Allah'ın kullarına bahşettiği hoş hallerden birisidir. Bunların misallerini böyle, eğer oturuş sıkışık olmasa, mekân da geniş olsa... Hatırıma geliyor, söz arasında onu da teklif ediyorum hepinize: Bir Mehmed Zâhid Kotku Kültür Merkezi yapalım, ellibin kişi alsın!.. Çünkü kalabalıklar küçükyerlere sığmıyor. İnşaallah bir dahaki sene-i devriyesinde Hocamız'ı, Mehmed Zâhid Kotku Kültür Merkezi'nde, rahat koltuklara oturmuş bir şekilde, çok geniş bir mekânda anarız. Allah sıhhat afiyet versin...

İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi ona bahşederdi. Vefat ettiği zaman postaneden posta evrakını getirip götüren posta memuru söylemiş: Bir kış günü, evde kömür yok... Para da yok, çoluk çocuk soğukta... Hocamız'a da bir yerden havale gelmiş. Hocamız postaneye zahmet etmesin diye, posta memuru havaleyi postaneden almış, getirmiş. Hocamız mütebessim;

"--Gel bu parayı seninle ikiye bölüşelim!" demiş.

Gelen paranın yarısını posta memuruna vermiş. Posta memurunun ifadesi:

"--Ne bir kuruş az, ne bir kuruş fazla, ihtiyacım olan kömürün parası kadar... Tam tamına..."

İstemeden verirdi dediğimin, buna benzer misalleri çok...

Burda Terzi İsmail Efendi vardı, caminin dernek işlerine bakardı... Alt kapının yanında küçük bir bina vardı.

"--Oğlum İsmail, şu binayı alsak da camiye katsak!" buyurmuş Hocamız...

"--Peki efendim!" demiş, çıkmış. Cemaatin işlerine koşturan ilgili başka ağabeylere söylemiş.

"--Yâhu İsmail, şimdi başımıza yeni telâşlar çıkartma! Dur bakalım kenarda..." demişler.

Bir hafta sonra bir mektup gelmiş cami derneğine:

"--Siz camide komşusunuz. Caminin aşağısında, alt kapısında bitişik olan evin sahibesi benim müvekkilemdir. Evini satıyor. Komşu olmak dolayısıyla ilkönce size teklif ediyoruz. Fiatı 125 bin lira..."

Mektubu almış, gelmiş Hocamız'a:

"--Hocam ne haldir? Bakın, siz şunu alsak İsmail evlâdım dediniz, işte bakın 125 bin liraya teklif geldi arkasından..." demiş.

Hocamız yine --bakınız tevâlî ediyor kerametleri, her sözü keramet:

"--Evlâdım, sen ona şu kadar fiat ver, tapu masrafları da size ait diye teklif et!" demiş.

O da çıkmış, "Hocamız bu evi almak istiyor!" filân demiş ama yine mümkün olmamış. O ev satılmış. Hangi fiata?.. Hocamız'ın teklif ettiği fiata ve tapu masrafları da satana ait olmak üzere... Tam Hocamız'ın söylediği miktarda...

Tabii, o evi biz aldık. O ev caminin bir parçası şimdi... Aldık ama, neden sonra aldık. Nihayet döndü dolaştı, bütün ordaki evleri aldık. Başımızdan geçen hadiseler böyle...

Sonra, gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Ankara'dan ben çıktım, pazar günü vaaz vereceğim. Emrediyor bana, Ankara'dan atlıyorum otobüse, buraya geliyorum. Pazar günü vaazı veriyorum, hem de ziyaret etmiş, el öpmüş oluyorum.

Otobüse bindim. Kalbimden bir ilâhi geçiyor:

Gönül âyînesin sòfî,
Eğer kılur isen sâfî,
Açılur sana bir kapı,
Ayân olur cemâlullah!..

Çok güzel bir bestesi de var... Mehmed Bey diye bir kardeşimiz var, Allah selâmetü versin; o da çok güzel sesiyle söylerdi bunu...

Şimdi bu ilâhi gönlüme düştü. İlâhi olarak içim söylüyor, gönlüm söylüyor.

Gönül âyînesin sòfî,
Eğer kılur isen sâfî,
Açılur sana bir kapı,
Ayân olur cemâlullah!..

Ankara'yla İstanbulun arası dokuz saat... Gönlüm bunu söylüyor, ben de hayret ediyorum: "Niye gönlümde bu ilâhi var?" diye... Kendi kendime sun'î olarak zorlama yapıyorum. Diyorum ki: "Takıldı aklım buna, bozuk plak gibi aynı şeyleri söylüyor; başka ilâhi bulayım kendime!.." diyorum. Başka şeyleri söylüyorum, söylüyorum; iradem gevşediği zaman, yine o ilâhi... Uyuyorum, uyanıyorum; yine o ilâhi...

Bütün gece bu ilâhiyi talim ederek, Ankara'dan İstanbul'a geldim. Topkapı garajında indim, sabah namazını ancak orda kılabildim. Minibüse atladım. Vatan Caddesi'nde indim, camiye doğru yürüyorum. Kalbim hâlâ aynı ilâhiyi söylüyor:

Gönül âyînesin sòfî,
Eğer kılur isen sâfî,
Açılur sana bir kapı,
Ayân olur cemâlullah!..

Geldim, içeri girdim, elini öptüm. Namazı kılmışlar, işrağı kılmışlar; oturuyor. Pırıl pırıl yüzü, mütebessim siması; gülerken güleç yüzünden güller açılıyor... Elini öptüm.

"--Bak Es'ad, ne kadar güzel söylemiş şair!"

Orda telefon vardı duvarda, tel rafta... Başka kitap da yoktu. İncecik bir kitap çıkarttı ordan... "Bak, ne güzel söylemiş şair!" dedi. Ben de aldım baktım; aynı şeyi yazmıyor mu?..

Gönül âyînesin sòfî,
Eğer kılur isen sâfî,
Açılur sana bir kapı,
Ayân olur cemâlullah!..

Elyazması bir eser, matbû değil... Elyazması bir yazma eserde bunu gördüm. Şimdi kütüphanesi bana intikal etti. Bana: "Evlâdım bu kitaplar senin!" demişti. Mirasta kitapları bana geldi. Araştırdım, o kitap yok... Ama o gün bana o şiiri böyle göstermişti. Yâni gönlüne tasarruf ediyor, ille onu söylettiriyor. Buna benzer misaller çok...

Bursa'da bir doçent arkadaşımız var... Melek gibi bir kimse, çok hoş bir kardeşimiz... O anlatıyor:

"--Ben küçüklüğümde ortaokul talebesi iken kendime bir oyun buldum. Gözümü kapatayım, hayalimde ak sakallı, nurlu bir insan canlandırayım. Onunla sohbet edeyim, meselelerimi ona danışayım!" dedim." diyor.

Böyle bir hayal oyunu kurmuş ortaokuldayken... Gözünü kapatmış: Pembe yanaklı, beyaz sakallı, mübarek, sevimli, sempatik bir insan tasavvur etmiş hayalinde... İşte onunla konuşurmuş hayalinde, derdi olursa, açarmış.

"--Ortaokul bitti, lise bitti, ben İstanbul'da Teknik Üniversite'ye geldim okumaya... Bir gün beni İskenderpaşa Camii'ne götürdüler. Bir de baktım ki, o caminin hocası, Mehmed Zâhid Hocamız, hayalimde tasavvur ettiğim şahıs!.." diyor.

Altı sene, sekiz sene önceden, hiç kendisini görmemiş olan bir kimsenin gönlünde, hayalinde tasavvur ettiği insanın o olması... Bu nasıl bir hadisedir?.. Onun gönlüne tasarrufu... Yâni, onun isteğine göre, bu tarafın ona tasarrufu....

Rüyalara tasarrufu vardı. Bu da bir olaya dayanıyor. Bunları ben müdellel olarak yazdım, yoksa kuru medhiye olsun diye yazmadım Hocamız'a... Olan şeyleri yazdım.

Celâl Hoca (1882 - 1961) vardı, hepimiz tanırız. Celâleddin Ökten Hocaefendi Hazretleri ki, Osmanlı ulemâsından... Âsâr-ı atîka büyük şahsiyetlerden bir alim, fâzıl, kâmil zât idi. Mekânı cennet olsun... İlm-i kelâm üstadı idi. İlm-i kelâmda, akàidde yed-i tûlâ sahibi müstesnâ bir kimse idi. Tabii akàid meselelerini, tevhidi, şirki, şirk-i hafîyi ve sâireyi kendi ihtisası olması dolayısıyla çok iyi bilen bir zât-ı muhterem...

Bu Celâl Hoca İhyâ-i Ulûm okuturdu Beyazıt'ta Soğanağa Camii'nde... Çok ballandırarak, tatlandırarak okuturdu. Çok seçkin bir dinleyici grubu vardı, gelirlerdi. Celâl Hoca otururdu köşeye, tatlı tatlı okuyarak, derinlere dalarak anlatırdı. Deryâ gibi bir insandı. Hocamız'dan da yaşça büyüktü.

Celâleddin Hoca tanıdığı, sevdiği ve ahir ömründe intisab ettiği, bağlandığı Hocamız'ın yanına gelmiş:

"--Efendim, pasaport için Ankara'ya müracaat ettim, altı-yedi ay geçti hâlâ bir haber yok!.." demiş.

O zaman, pasaport çıksa bile, "Hac mevsiminde Suudî Arabistan için geçerli değildir." diye pasaportlara damga vuruyorlardı. Pasaportu da herkese vermiyorlardı. Sıkı bir yasak vardı böyle, hacca gitmek yoktu. Her hac mevsiminde kolera salgını masalı çıkardı. Hocamız'a gelmiş, "Vermiyorlar pasaportu!" demiş. Nüfûzlu insan, tanıdığı yüksek şahsiyetler var Ankara'da ama, çıkmamış pasaport...

Hocamız da, böyle uzun bir sedir vardı, köşede otururdu. Yukarıda da hattat Abdülkadir Efendi'nin yazmış olduğu "Edeb yâ hû" levhası vardı. "Edeb bir tac imiş nuru hüdadan, giy ol tacı emin ol her belâdan!" gibi edeble ilgili şiirler, hadis-i şerifler ihtiva eden büyük bir levhaydı. Hocamız orda otururken, Celal Hoca burda diz çökmüş:

"--Efendim, şu kadar zaman geçti pasaportu vermiyorlar!" demiş.

O da:

"--Verirler, meraklanma inşallah verirler!" demiş.

Celâl Hoca, Hocamız'ın sedirinin yanında otururken kendinden geçmiş, uyuklamış, rüya görmüş. Rüyada kendisini Ankara'da pasaport dairesinde görmüş. Memur pasaportunu imzalayıp, hazırlayıp, "Al!" diye uzatmış eline... Sevinçle almış pasaportu, rüyada... Rüyada böyle sevinçle alınca, uyanmış. bakmış ki, Hocamız'ın huzurunda uyuklamış. "Böyle bir mübarek zatın huzurunda uyukladım; ihtiyarlık ne kötü, uyumamam lâzımdı." filân diye biraz da mahcub olmuş. Şöyle bakmış Hocamız, mütebessim:

"--Nasıl, pasaportu aldın mı eline?" demiş.

Celâl Hoca:

"--Aldım efendim!" demiş. Hakîkaten de birkaç gün sonra Ankara'dan pasaportu gelmiş.

Başka bir gün yine Hocamız'ı ziyaret etmiş. Ziyaretten sonra profesör arkadaşlar onu almışlar arabalarına, Soğanağa'daki evine bırakmışlar. O zaman Hocamız hakkında demiş ki:

"--Çocuklar, hocanızın kıymetini bilin! Ben ulûmu arabiyyeyi bilirim, fıkıh bilirim, senelerce ihyâ okuttum, yüzlerce talebe yetiştirdim. Eğer ben bu hocayı tanımadan göçseydim, imanın hakikatlerini tam anlamış olarak göçermiydim, göçmezmiydim şüphe ediyorum." demiş.

"--Hocanızın kıymetini bilin, bu hocanın rüyalara bile tasarrufu var!" demiş, böyle böyle oldu demiş, bu olayı anlatmış. "Bunca ilim biliyorum ama bu başka bir iş!" demiş.

"--Ama bu sırrımı ben vefat etmeden kimseye söylemeyin!" demiş.

Sonra, Hocamızı bir kaç kişi ziyarete gidiyor. Meşhur isimlerden... Hocamız orda oturuyor, onlar da diz çökmüş oturuyorlar. Postacı gelmiş, bir davetiye getirmiş. Yüksek İslam Enstitüsü'nün Bağlarbaşı'ndaki binasının temel atma törenine Hocamız'ı çağırıyorlar. Yani yıllar o yıllar, eski yıllar... Hocamız diyor ki Yahya Oğuz'a:

"--Ben gidemem oraya... Beni temsilen sen git!" diyor,.

"--Peki efendim!" diyor.

"--Hem de orda bir konuşma yaparsın davetlilere!.." diyor.

"--Aman efendim, şimdi oraya İstanbul'un müftüsü gelir, meşhur şahıslar gelir, İstanbul'un seçme ayanı, eşrafı gelir. Ben onların huzurunda ne anlatayım?" deyince; Hocamız Demiş ki:

"Celâleddin Hoca'nın size Beyazıt'taki kapısında söylediği sözleri anlatırsın!" demiş.

Yahya Bey şaşırmış. Çünkü Celâleddin Hoca bunu Yahya Bey'e, Osman Bey'e sır olarak söylemiş. Kimseye söylemeyin diye söylemiş. Hemen, Hocamız'ın yanından çıkınca Osman Bey'e gitmiş, demiş ki:

"--Ağabey, sen bu Celâleddin Hoca'nın bize sır olarak söylediği şeyleri başka birisine, Hocaefendi'ye ve sâireye?.."

"--Hayır, anlatmadım."

Anlamış ki, anlatmadan biliyor.

Sâime Hanım vardı burda... Hocamız'ın sevdiği, yaşlı ihvândan hanım öğretmen bir kimseydi. Demiş:

"--Efendim, işte dulum... Hacca gidemiyorum, gidemedim. Çok da arzu ediyorum." filân deyince;

"--E, ben seni hacca götüreyim!" demiş Sâime Hanım'a...

Sâime Hanım rahmetli, bana kendisi anlattı: "Ben de sanıyorum ki, hac mevsimi gelecek, Hocamız pasaport çıkarttıracak bana... Kendi himayesine alacak, beraber hacca gideceğiz sanıyorum." diyor.

İşrak namazını kıldıktan sonra, öğleden evvel kaylûle uykusu için yatmış. Rüyasında: Hocamız gelmiş, "Hadi bakalım!" demiş. Hazırlanmışlar, hacca gitmişler, tavaf etmişler, sa'yetmişler, Arafat'a çıkmışlar, Müzdelife'ye gelmişler, Mina'ya gelmişler, haccı yapmışlar... Rüyada...

Bu nedir?.. Rüyalara tasarruftur.

Ben bu hadiseleri şahitlerle gördüğüm, bildiğim için yazdım. Bu satırlar, böyle bir... Hani, "Aşırı hürmet etmek şirktir." filân diyor şimdi radikaller... İslâmcı geçinen ama bilgisi tam olmayan bazı kimseler... "El öpülmez, tesbih çekilmez... Suudlular tesbih çekmiyor, ben de bundan sonra tesbih çekmeyeceğim..." diyorlar. Suudlular tesbihi çekiyor ama, içinden çekiyor. Senden daha âlâsını çekiyor. Bilmiyor yâni...

Sonra, gittiği yere bereket yağardı. Bunun şer'î delili de var: "Kim sabah namazıyla arasını ihyâ ederek işrak namazını kılarsa, âfâkı dolaşıp rızk aramaktan daha büyük rızka mazhar olur." diye hadis-i şerifte var zâten...

Hakîkaten Hocamız'ın gittiği yerde bakkal yok, kasap yok, çeşme yok, dükkân yok... Fırın yok... Böyle metruk bir beldeye, bizim köyün Yalı'sına gidiyoruz. Yolu da yok, kayıkla bir saat binip gidiyoruz. Ben, "Hocamız'a, kuru ekmeği bile nerden bulurum, veririm?" diye korkuyorum. Ama evin içinde yiyecekleri koyacak yer bulamaz hale geliyoruz. Bu kadar böyle bereket yağardı. O da müşahade ettiğim bir hadise...

Sonra, bolluk onunla beraber gezerdi. Hakîkaten Ankara'ya gelirdi, beni alırdı. "Çocuklar yaramaz, rahatsız ederler dedelerini..." diye ben çekinirdim, ama o ısrarla alırdı, "Gel!" derdi. Konya'ya giderdik, Niğde'yi giderdik, başka yerlere giderdik... Gittiğimiz yere bereket gelirdi.

Peygamber SAS Efendimiz'in de hali böyle değil miydi?.. Hicrette, sütü kesilmiş keçiyi sağdığı zaman süt çıkmadı mı?.. Bastığı yerlerden bereket fışkırmaz mıydı?..

Peygamber Efendimiz'e her hali benzerdi. Okuyorum şimdi hadis-i şerifleri: Peygamber Efendimiz hutbelerinde celâdetli olurmuş. Düşmanla savaşan, binek üstündeki bir komutan kadar celâlli imiş. Hocamız hutbelerinde aynen öyle idi.

Peygamber Efendimiz evinde biraz şaka ile muamele edermiş, yâni latîfeci imiş. Hocamız da evinde öyle latîfeci idi.

Peygamber SAS Efendimiz'in gözünde biraz kırmızılık vardı diye tarif ederler râviler; Hocamız'ın da gözünde kırmızılık vardı.

Peygamber Efendimiz'in sırtında mühr-ü nübüvveti var diye rivayetlerde okuruz. Hocamız bizi, Bursa'ya gittiğimiz zaman kaplıcalara filân da götürmüştü. Ordan da biliyorum, onun da öyle kocaman bir beni vardı.

Yâni, her haliyle Peygamber Efendimiz'e hüsn-ü ittibâ tahakkuk etmiş oluyor.

En kıtlık yerde, o gelince nimet dolardı. İşte anlattığım şekilde. Beraberinde seyahat edenler, tevâfuklara, tecellîlere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşer, parmaklarını ısırırlardı.

Meselâ, ben ortaokul talebesi idim. Hocamız'la birlikte, 60- 70 kişilik bir grup halinde Çekmece taraflarına bir yere gittik. Yer bulamadık, bu kadar kalabalığa nerde bir yer bulalım?.. Seneler seneler önce... Nihayet tel örgü ile çevrili, bir özel mahal bulduk. Bir bekçinin koruduğu, nezaret ettiği bir mahal... Bekçi bize çok güzel bir hüsn-ü kabul gösterdi. Biz o güzel yere, piknik yapmağa girdik bu kalabalıkla... Hocamız'la açık havada, güneşin altında, çimenlerin üstünde güzel bir sohbet oldu.

Sonradan öğrendim ki, bekçi şöyle demiş: "Ben nasıl hüsn-ü muamele etmeyeyim! Siz gelmeden az önce uyuyordum. Rüyamda, buraya mübarek bir zatın geleceğini bana bildirdiler." demiş.

Saymakla bitmeyecek kadar şeyler var da ben sadece kendimi müdafaa sadedinde bunları anlattım. Söylediğim her kelimenin hesabını ve izahını yapabilecek durumdayım. Öyle yazdım o yazdığım şeyleri... Yâni, "Nice haşrola bu olmaya tamâm." dediği gibi Süleyman Çelebi merhumun...

Şimdi biliyorum ki, bizim sözlerimizi dinleyen cami içinde cemaat var, cami altında ve meşrutalarda hanımlar var ve otobüsleri bekleyen kafileler var... Bu konuşmalar bittikten sonra, seyahate devam edecek bu aşık-ı sâdıklar...

Konuşmak tatlı, belki dinlemek de tatlı... Çünkü, salihlerin anıldığı yere Allah'ın rahmeti iner. Salihler Allah'ın sevgili kulları... Allah için sevilir ve onların sevilmesinde de insan için büyük faydalar var...

Gelenler içinde ders almak isteyenler kardeşler vardı. Şimdi izin veriseniz, çok kısa bir şekilde ders tarifi yapıvereyim:
 

Ders tarifini izlemek için tıklayın!


13. 11. 1993
- İskenderpaşa / İstanbul

Dervişân