GÜNCEL MESELELER

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Rh.A



Soru:  Sizden defalarca, "Allah zamanın büyüklerini tanıyıp, onlara tabi olmayı nasib etsin..." şeklinde dua ve temennilerinizi duyduk. Zamanın büyükleri kimlerdir, bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

Kendi hayatınızdan, başınızdan geçen enteresan olaylardan biraz bahseder misiniz?..


Cevap:
 
Bir garib kul işte... Hocamız'ın "Benden sonra bu vazifeyi sen yap evlâdım!" dediği bir hizmetçi bendeniz... Yoksa, hakkımız, haddimiz filân değil böyle şeyhlik, tarikat başkanlığı... Müridlerin yetiştirilmesi... Emrolunduğumuz için, "El'emru fevkal edeb" diye, bu vazifeyi yapıyoruz. Hocamız uygun gördüğü için ayrılıp da gidemiyoruz da... Reddetmek de mümkün değil... Zâten teklif ettiği zamanların birisinde red de etmiştim, "Bizim hakkımız, haddimiz, liyakatımız, kâ'bımız değildir." diye... "O zaman yardım ederler!" buyurmuştu. Çok yardım görüyoruz.

1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdum. Ailemiz Çanakkale'ye Buhara'dan gelmiş. Annem ve babam birbiriyle akraba çocuklarıdır. Dolayısıyla kökenimiz Buhara olmuş oluyor. Buhara'dan kafile, Arap halayıklarla beraber gelmiş bizim o taraflara... Bizim ailemiz Peygamber SAS Hazretleri'nin soyundan imiş. Buhara'ya Hicaz'dan gitmişler demek ki... Oradan da Osmanlıların devleti esnasında Çanakkale'ye gelmişler. Böyle bir ailedeniz biz...

Babam evlâtlarını okutmaya çok istekliydi. Dedem zâten, Süleymaniye Medreselerinde okumuş. O zamandan Gümüşhaneli Efndimiz'den ders almış. Babamlar da daha memlekette iken Gümüşhaneli koluna orada vekâlet eden Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'den dersli imişler. Ben üç yaşında iken babam Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için, Çanakkale'den aldı, İstanbul'a getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul'da yaptım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite... Orta ve liseyi Vefâ Lisesi'nde okudum.

 

Üniversite tahsilimiz İstanbul Edebiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı - İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Arap Filolojisi ve Fars Filolojisi bölümünde ana kaydım vardı. Ortaçağ Tarihi, Türk-İslâm Sanatları sertifikalarını da alarak mezun olmuştum. Yâni Sanat Tarihi, İslâm Tarihi, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı tahsili gördüm.

Ondan sonra Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde Hocamız'ın emri ile asistanlık yaptım. Dönerin ateşin karşısında dönerek yavaş yavaş pişirilmesine benzetiyorum kendi halimi... Hocamız bizi savurdu Ankara'ya... Ankara'ya gittik. Orda İlâhiyat Fakültesi'nde bu dînî ilimleri öğrenme fırsatı çıkmış oldu bize, onların himmetiyle... Sonra zorla bizi çeşitli müesseselerde hocalık yapmağa çektiler yaka paça...

Bir tanesi Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksek Okulu'dur. Mimarlara, mühendislere Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı... Ben reddettim. Geldiler, müdürler ve sâireler: "Biz senin reddini filân kabul etmiyoruz, sen bu vazifeyi yapacaksın! Bunun sebebi var..." filân dediler. Anlıyorum ki, sebebin arkasındaki sebep de Hocamız'ın himmeti imiş. Demek ki, biz bu vazifeyi yapacağız diye, "Biraz kompozisyon öğren, hitabet öğren!" diye, başkasına öğretmek bahanesiyle öğrenelim diye, o tarafa sevketmiş Hocamız... Ben öyle hissediyorum, işin aslı öyle gibi geliyor bana...

Sonra, Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde aynı konularda Türk Dili ve Kültürü hocalığı yaptık senelerce... Doktora, doçentlik, profesörlük çalışmalarımız oldu. Fars Dili ve Edebiyatı derslerine girdiğim oldu. Arap Dili ve Edebiyatı'yla ilgili dersleri, Türkçe ve kompozisyon derslerini yaptığım oldu. 27 senelik bir üniversite hizmetinden sonra, emekliliğimizi isteyerek İstanbul'a, vazifemizin başına geldik.

 

Hocamızla tanışmamız ortaokul talebesi iken oldu. Hocamız Abdül'aziz Efendi'nin ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdül'aziz Efendi'yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız'dır. Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu'da sünnet merasiminde kirve filân diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem Hasib Efendi'yi, hem Aziz Efendi'yi Gümüşhaneli Dergâhı'na Hocamız getirmiş.

Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız... Çok büyük mânevî makamı olduğunu, bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzûyu böyle lafla değil, ömründeki jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır. Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir.

Hocasına bağlılığı hakkında çok sitâyişkâr sözler söylerler. Hocasının meclisine girip bir diz çöktüğü zaman kıpırdamazmış, çivi çakılmış gibi dururmuş. Ben kendim bu fıkrayı bildiğim için, öyle yapmağa çalışırdım; mümkün değil dizlerim dayanamazdı. O kılıktan o kılığa döner dururdum, yapamazdım. Dervişliğinde böyle çivi gibi sağlam halleri vardır Rahmetullahi Aleyh Hocamız'ın...

 

Ben ortaokulda iken kendisinin meclislerine babamın peşinden, babamın elini tutup, eteğini tutup onun yanında giderdim. O zaman Ümmü Gülsüm Camii'nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. "Sen hazırlan!.. Sen konuş!.." filan diye söylerdi Hocamız... Bize de arada iltifat buyururdu, "Sen de hadi bakalım, filânca hadisteki mânâ nedir, ona hazırlan!" gibi işaretleri olurdu.

Hakkını ödememiz mümkün değil... Bizi kendisine dâmâd olarak seçmiş. Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana, "Benden sonra evlâdım, bu vazifeyi sen yaparsın!" derdi. Ordan biliyorum ki, bizi böyle küçükten alıp terbiye etmeğe çalıştı, hazırlamak istedi, hazırladı.

Ben yanına gelmek isterdim:

"--Baba müsaade edersen, fakülteden ayrılayım artık!.. Doktora bitti, yanınızda hizmet edeyim artık!.." derdim.

"--Yok, kal orda!.." derdi.

"--İşte doçentlik bitti, artık geleyim!.."

"--Yok kal orda!.. Profesörlük ne zaman?.." derdi.

Beni profesör yapmazlar ki fakültede, benim halim belli... Mimli, sabıkalı bir insanım diye düşünürdüm.

"--Profesörlük ne zaman?.."

"--Doçentlikten dört yıl, beş yıl sonra..."

"--Profesör ol da öyle!.." derdi.

 

Anladım ki, profesör olacağım. Profesör olmam mümkün değil gibi... O günkü şartlarda, hocalarımızın himmeti olmasa benim gibi mimli bir insanın profesör olması mümkün değildi. Benim gibilere doçentlik bile vermezlerdi. Hattâ kaç senedir dergileri çıkartıyoruz, basın kartı vermiyorlar. Biliyorum, anlayışla karşılıyorum; vermezler bizim gibilere... Basın-yayın yüksekokulu bile açsak vermezler yâni...

Ama Hocamız bizi orda profesör etti. O gönderdi. Ankara'daki asistanlık imtihanlarına giderken, cebime harçlığımı koyan Hocamız'dır. Ankara Özelif'teki dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. Alın bakalım yazın diye, bin lira veren odur. Ben buraya gelmek istedikçe, "Profesör ol, öyle gel!" demiştir. Tabii, ben Hocamız'ın sağlığında profesör olmadım, Hocamız vefat ettikten sonra 1982'de profesör oldum. Ondan sonra İstanbul'a geldim.

 

Evliliğimin ilk yıllarından itibaren söylerdi. Ankara'ya gelirdi yazın, "Hadi bakalım!" derdi... Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur vs. "Rahatsız etmeyelim baba!" derdik. "Yok!" derdi bizi alırdı, Konya'ya giderdik, muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Yanında dolaştırırdı bizi; "İlerde böyle yaparsın!" diye herhalde, yetişmemiz için olsa gerek... Camide veyahut herhangi bir toplantıda, "Biraz da sen konuş!" diyecek diye ödüm patlardı, kaçardım. Öyle der şimdi, gözümün içine bakar diye, arka taraflarda safların arkasında direğin arkasına filân saklanırdım. Çok çekingen bir insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle, şimdiki şu halimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum, öyle oldu.

 

Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. "Tavşancıl'da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek..." filân diye... Her seferinde Hocamız mânî olmuştur. Bir seferinde demiştir ki: "Evlâdım, küçük yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler!" Mücevherci bilir mücevherin kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde bilmezler, ezâ cefâ ederler. "Olmaz, o köye gidemezsin!" dedi.

Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar, "Seni de ortak edelim, sen de filânca yere gelir misin?" dediler. "Sorun Hocamız'a, ben soramam!" dedim. Ben Hocamız'ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız'a dedi ki: "İşte filânca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?" filân diye benim namıma da sorunca; ona çok sert bir çıkış yaptı. O da dudağını ısırarak geri döndü, "Hocamız hiç müsaade etmiyor." dedi. Ben biliyordum zâten müsaade etmeyeceğini... Yâni, bir köşeye kaçıp da, hizmetten uzak durmamı istemezlerdi.

 

Sonra, vefatından iki sene kadar önce olabilir; bir gün bizim İskenderpaşa'daki kapıya yakın köşe odada, somyada yatıyordu. Güneşli bir gündü. Daha önce bize böyle, "Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!" deyince, ben utanırdım, cevap veremezdim, kaçardım biraz da... O gün Vâlide Hanım yoktu. Yatmış, uzanmıştı. Hasta değildi ama, öğle dinlenmesi gibi uzanmıştı. Odanın kapısı açıktı. Biz de "Bir emriniz var mı?" gibi karşı tarafında durunca, şöyle bize baktı:

"--Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın!" dedi.

Bu sözü birden söyleyince, ben de kapı dışarı kaçamadım. Biraz kızardım, bozardım:

"--Baba! Bu bizim kâ'bımız, takatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey değil ki! Nasıl yapalım bu vazifeyi, yapamayız..." dedim.

Kızı da bana destekçi oldu:

"--Baba, bu çok zor bir iş; biz yapamayız..." dedi.

O da şeyi düşünüyor: Tekkeye müridler gelecek, kalabalık... Tekkenin idaresi, gelene gidene hizmet ve sâire... Vâlide Hanım mutfakta yemek hazırlarken kollarını tezgâha dayar, yaslanır, patatesi filân öyle soyardı. Ayakları şişerdi. Sabahtan akşama, geceden gündüze, devamlı içeriye tepsi hazırla, çay hazırla, meyva gönder... Bulaşıkları yıka ve sâire... Bizim Hacı Hanım da o tarafını düşündüğü için işin, "Baba biz bu yükün altından kalkamayız..." diye, o da o tarafından tutturdu.

Biz böyle deyince:

"--O zaman size yardım ederler!" buyurdu.

Ben o hava içinde, bunun bir mânevî yardım, evliyâullah tarafından himmet yoluyla, Allah'ın lütfuyla bazı yardımlar olacak diye anladım. "Her ne kadar liyâkatsız da olsam, büyüklerin himmetiyle bu işler olur." gibi bir şey düşündüm. Hakîkaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına, hizmetçiliğine başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu. Elhamdü lillâh kardeşlerimizin arasında tekkemizin faaliyeti olarak çok atılımlar oldu.

Yâni, Hocamız bizi kendisi seçti, aldı, terbiye etti, yetiştirdi. Ondan sonra, "Otur buraya, bu işi yap!" dedi. Sorumluluk omuzlarımızda; ama, yardım hem ihvânımız olarak, kardeşlerimiz olarak sizlerden, hem de himmet olarak, mânevî yardım olarak onlardan oldu. Allah yardımcımız olsun, dua edin!..

............

Daha sonra, "Alimler politikacılara tabî olurlarsa, dinin temeline dinamit konulmuş olur. Öyle şey olmaz; alimlere onlar tâbî olacak, ilme onlar tâbî olacak, dîne onlar tâbî olacak!.. Onun emrinde olacaklar, hatâlarını düzeltecekler. 'Hatâmız var mı hocam?' diyecekler, 'Düzeltelim!' diyecekler; emrolunduğu zaman da düzeltecekler. Din adamı camide para toplama, ondan sonra filâncanın istediği tarzda sipariş konuşma yapma durumuna düşürülemez!" diye bizim ihtilâfımız olunca, çok kavgalar gürültüler çıktı bu işten... Çok aleyhimize konuşmalar oldu, ithamlar, suçlamalar oldu. Cezâ düşünceleri geçirmişler zihinlerinden, söylemişler... O arada yıpratma çalışmaları olarak:

"--Bu ne biçim hoca ki, babası dururken kendisi makama geçiyor?" demişler.

Ben babamı herhalde sizden daha az sevmem, daha fazla severim! Vazifeyi Hocamız babama verseydi, elbette herkesten daha fazla sevinerek elini ayağını öper, ben onun hizmetinde olurdum. Ama Hocamız vazifeyi ona vermedi. Bunu o da biliyor, ben de biliyorum, herkes de biliyor... Onun için, babamız başımızın tacıdır ama, babamız bu tekkenin mürididir, biz de hizmetçisiyiz. Bu böyle babalık, evlâtlık meselesi değildir.

Daha başka iftiralar oldu, daha başka şeyler oldu. Biz bu işi kendi kendimize muvazzafmışız filân gibi sözler oldu. O zaman tabii, bazı kimseler şehadetleriyle:

"--Hayır öyle değil! Hocamız bizzat bunu söylemiştir, biz de biliyoruz." dediler.

O iftiralar, o şeyler biraz silindi ama, bunların söylenmesi de gerekiyordu. Bu bir mânevî mezhebdir. İnsan bağlandığı kapının halinin ne olduğunu, bağlandığı kimsenin de statüsünün ne olduğunu bilmek zorundadır. Onun için, bu sual haklı bir sualdi. Ben de onun için bu cevapları verdim.

 

Hocamız halvete girmiş kimselere halvetten çıkarken kendisi hakkında bilgi vermiş, halvet defterlerine de yazdırmıştır. "Bizim aslımız şuradandır, buradandır. Peygamber Efendimiz'in de evlâtlarındanız." diye seyyidlerden olduğunu da belirtmiş. Ama halvettekilere söylemiş. Bunu bir öğünme meselesi filân değil de, halvete girmiş çıkmış, artık sır saklayabilecek hale gelmiş insanlara bu işin aslı budur diye sessizce söylemiş oluyor. Gerekiyor demek ki!..

(Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Güncel Meseleler - 1)

 


 

Soru:  Kendi hayatınızdan, başınızdan geçen enteresan olaylardan biraz bahseder misiniz?..

Cevap: Muhterem kardeşlerim! Biz, nasıl olmuş da böyle hoca olmuşuz diye merak etmiş, onu soruyor hacı kardeşimiz.

Farsça bir şiir aklıma getirdi bu sorusu. Diyor ki şair:

Ber bende nâgehânî kerdî nisâr-ı rahmet

Cüz lütf-u bî-hadd-i tû an râ sebeb nedîdem

Herhalde Mevlânâ’nın bir beyti olacak bu. “Yâ Rabbi, kuluna çok nimetler ihsân etmişsin, sebebini arıyorum, senin hadsiz hesapsız lütfundan başka bir sebep bulamıyorum.” diyor.

Yâni bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın yolunda olması Allah’ın bir lütfudur. Allah da lütfunu herkese veriyor. Elhamdü lillah... Yâni parayla mı aldık biz Allah’ın lütuflarını, gözü, kulağı, sıhhati, Müslümanlığı, imanı, haccı, umreyi, Peygamber Efendimiz’in ziyaretini vs.sini... Herkesin parası var, herkes yapamıyor. Allah’ın lütfundan oluyor.

Allah’ın lütfu neden oluyor?.. İmâm Gazâlî diyor ki: “Allah’ın lütfu gökyüzünden yağmur yağar gibi yağar adaletinin icabı, şakır şakır Allah’ın lütfu, rahmeti yağar, tenceresi ters olmayanlara rahmetten isabet eder. Tencere böyle ters dönmüşse rahmet gelmez içine, kazan, tencere ters dönmüşse rahmet gelmez. Dönük konulmuşsa o zaman ne kadar istifade ederse rahmetten, gelir, onun kabına Allah’ın rahmeti gelir.”

Demek ki ilk önce kabın, tencerenin ters olmaması lâzım, Allah’ın yoluna dönmüş olması lâzım insanın. Allah’ın yoluna ters olduğu zaman Allah’ın rahmetine ermez.

Ayrıca muhterem kardeşlerim, büyüklerin çoook çok büyük tesirleri oluyor insanlara. Şimdi ben meselâ nasıl olmuş da teknik üniversiteye gidecekken, mühendis olacakken, fen bölümünde okumuşken hocalığa böyle kaymışım... Ben istemedim halde sanki kader, güldür güldür akan bir nehir beni böyle bu tarafa getirdi, bizi başka tarafa getirdi.

Bu neden oluyor?.. Büyüklerin himmeti diye bir şey var, ondan sonra büyüklerin duası diye şeyler var, ondan oluyor. Yâni insan bir şey yapmak istiyor, yapamıyor, bir yere gitmek istiyor, gidemiyor, ille şu tarafa gidiyor.

Peygamber Efendimiz çocukken, burada, Mekke’de düğün oluyormuş, onlar da bir arkadaşıyla beraber sürüye bakıyorlarmış. Bir gün arkadaşı düğünü seyretmeğe gitmiş, ertesi gün Peygamber Efendimiz, çocuk ya o da düğün görmeğe gidecek, gidecek ama uyku bastırmış, gidememiş, daha ertesi gün gidememiş, daha ertesi gün gidememiş... Neden? Allah, Peygamber-i Zîşânına o tarafa gitmeyi nasib etmiyor. Buna ne derler? “Kader fetva vermiyor.” derler.

Şimdi bizim büyük dedelerimiz, benim babamın anne tarafları Buhara tarafından gelmiş, Peygamber Efendimiz’in sülalesinden. Oralardan dualarımız vardır elhmadü lillah... Ondan sonra dedelerim medreselerde okumuşlar, yâni bizim oraların mollalarından, alimlerinden imişler. Kahveye filan girmezlermiş, sigara içmezlermiş, tesbihleriyle, seccadeleriyle, bağ bahçede böyle kendilerine namazgâh edinmişler, böyle avamın arasına karışmadan, ibadetle meşgul olurlarmış. Diyelim ki buradan Medine gibi bir mesadefeki hocasına ziyarete gidermiş haftada bir kere, iki kere. Şakır şakır yağmurda bir kere ziyarete gitmiş, büyük halamız da anlatıyor, babamızın halası. Hocası gülmüş, “Yâ, hiç de ıslanmamışsın be.” demiş, yâni nasıl geldiğini biliyorum demek istiyor yâni. Böyle tabii büyüklerin duası oluyor.

Babam Çanakkale’den, memleketten dersliyken İstanbul’a gelmiş, Hasib Efendi’nin camisine gider gelir, namaz kılarmış ama bilmezmiş o zamanlar bu işler gizli saklı ve baskılı olduğundan. Hasib Efendi’nin Gümüşhânevî Dergâhı’ndan olduğunu bilmezmiş ama Hasib Efendi’nin camisine getirmiş kader onu. Ondan sonra Abdülaziz Efendi’den tekrar dersini tazelemiş memleketten dersi olduğu halde.

Yâni biz, çömlekçinin elindeki çamur gibi bizi şekillendiren var, bizi bu yollara sevk eden var.

Sonra rahmetli anam çok dindar bir kadındı. Allah cümlemizin geçmişlerine rahmet eylesin... Kur’an’ı bize okutan odur, doğru yolu tavsiye eden odur, güzel idealleri vermeğe çalışan odur babamız gibi. Babam ile annem akrabadır zaten, aynı şeyden gelirler. Yâni Allah’ın lütfu ile, büyüklerimizin duası ile kaderin sevkiyle biz de Peygamber Efendimiz’in müşrik düğününe gidemediği gibi teknik üniversiteye gidip mühendis olacakken oraya gidemedik. Biz de oraya gidemedik, bizde hoca olduk. Hissediyorum ki yâni böyle kader, duvarlarını örmüş yolumuza, böyle gideceğiz diye. Ondan olmuş.

Tabii bu lütufların hepsinin sebebi: Büyüklerin helal lokma yemesidir, yedirmesidir, helal süz emzirmesidir, insanın büyüklerinden aldığı dualardır.

Meselâ biz ilkokula giderken bile sabahları anamızın babamızın elini öpmeden, duasını almadan gitmezdik. Anne baba duası insanı cennete sokar. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: “Annesine babasına eriştiği halde cenneti kazanamayana yazıklar olsun, burnu yerde sürtsün o adamın.” Yetişmiş de fırsatı kaçırmış yâni. Anne babasına yetişmiş de hâlâ cenneti kazanamamış diye. Bu duaların tabii tesiri vardır.

Ondan sonra da insan günahkâr da olsa muhterem kardeşlerim, hepimiz günahkarızdır, kusurumuz çoktur. Ama içine pişmanlık düştü de Cenâb-ı Hakk’ın yoluna döndü mü Allah lütfeder. Hadis-i şerîf ile sabit: “Kulum bana dönerse ben de ona dönerim.” buyuruyor. Kul yönünü Allah’a döndü mü Allah da kuluna teveccüh eder. “Kulum bana bir adım gelirse ben ona bir arşın gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” buyuruyor. Yâni kuldan şöyle bir pişmanlık oldu mu daha diline getirip de “Affet yâ Rabbi, ben çok günahkâr bir kulum, sana layık kulluk edemedim filan diye daha diliyle ifade etmeden, söylemeden Allah günahını affedermiş kulun. Pişmanlığı kalbinde doğar doğmaz diliyle tevbe yâ Rabbi demeden Allah affediyor.

Onun için Allah’ın lütfu çoktur muhterem kardeşlerim. Allah’ın rahmeti çok geniştir. (Zû rahmetin vâsiah) Engin, geniş rahmeti vardır. Değil benim durumum, adamın birisi yol kesiyormuş, eşkıya imiş... Bizim annelerimiz, babalarımız elhamdü lillah cennet mekân, hakikaten memleketimizde tanınmış insanlarmış. Bizim köy de tanınmış bir köydür. Yâni bizim orası hayır hasenat yaparsa, yağmur olmayan zamanda yağmur yağar diye etrafta şöhreti varmış yâni. Ama yol kesen, yol kesici bir insan bile tevbe etmiş, ondan sonra Tezkiretü’l-Evliyâ’da menâkibi yazılıyor, evliyâullahtan bir kimse olmuş. Yâni Allah hatasını anlayan kulana yardım eder.

O zaman ne var elimizde?.. Dua gibi bir büyük imkân var. Büyük bir imkânımız var; dua. Açarız elimizi, bükeriz boynumuzu, göz yaşları dökeriz, ağlarız, yalvarırız, Allah’dan isteriz, Allah verir.

İki göze cehennem ateşi değmeyecek. Bir: (Aynün ba'te’t-tahrusu fi sebili’llah) “Hududlarda İslâm alemini bekleyen mücahidin gözüne cehennem ateşi değmeyecek.” İki: (Aynün beket min haşyeti’llah) “Tenhada Allah korkusundan ağlayan insanın gözüne cehennem ateşi değmeyecek.” Yâni cehenneme girmeyecek demek. Gözüne cehennem ateşi değmemesi için o kimsenin cehenneme gitmeyeceği mânâsı çıkar oradan, cehenneme düşmeyeceği anlaşılıyor.

Onun için ne olursak olalım, istek deli olalım, ister veli olalım, ister günahkâr olalım, ister asi olalım, ister hırsız olalım, ister arsız olalım, ister yüzsüz olalım, her ne olursak olalım, pişman olup da Allah’ın yoluna döndük mü Allah da teveccüh eder. Tevbe yâ Rabbi dedik mi, affet yâ Rabbi dedik mi Allah affeder.

Tabii tevbenin bir şartı da kul haklarını vermektir. Adamın tarlasını almışsın, apartmanını üstüne geçirmişsin, şimdi burada hırsız kedi ciğeri çaldıktan, yedikten sonra yalanıyor gibi ondan sonra tevbe yâ Rabbi diyorsun, olmaz. Apartmanı vereceksin, tarlayı vereceksin sahibine. Yâni hem alıp, hem de tevbe deyip hem de affedip hem de cennete gitmek... Öyle yağma yok. Hakkı vereceksin, o zaman helalleşeceksin, kul haklarından kurtulursun, kul haklarından kurtulduktan sonra Cenâb-ı Hak günahları affediyor.

“Hacca gelip de, Arafat’a çıkıp da, Müzdelife’de vakfe yapıp da, Mina’da şeytan taşlayıp da, kurban kesip de, ibadetleri yapıp da acaba Allah beni affetmiş midir, affetmemiş midir diye tereddüt eden günaha girer.” diyor Peygamber Efendimiz, affedilmiştir yâni. Allah günahları affeder, affedilmiştir. Hatta öyle affedermiş ki devesini hacıya kiralık vermiş, deveci yanında geliyor, parayı alacak, şu kadar para alacak. Onun aklı fikri devesinde yâni hac bitince deveyi alacak, gidecek. Devecileri bile affedermiş Mina’da Allah. Neden?.. İyi kulların yanında olanları Allah, (Hümü’l-kavmu lâ yeşkà bihim celîsühüm) O iyilerin yanına yanaşanları deveci bile olsa affeder de ondan. İyilerle beraber olmanın bu faydası vardır.

Onun için iyilerle beraber olmağa çalışalım. Suçumuz günahımız vardır elbette. Dağlardan büyüktür, dağlar gibi günahımız vardır. Tevbe edelim, pişman olalım, bildiğimiz haklar varsa verelim sahiplerine, kimsenin hakkı üzerimizde kalmasın, elimizden geldiğince iyilik yapalım, tatlı dilli olalım, güleç yüzlü olalım, kalp kazanmağa çalışalım, gönül yapmağa çalışalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri, rahmeti çoktur, inşâallah hepimizi affeder.

Muhterem kardeşlerim! Mü’minlerin hepsi —sadece beni gibi cübbeliler, sarıklılar değil, sakallılar değil— hepsi Allah’ın evliyâsıdır. (Vallahu veliyyü’l-mü’minîn) “Allah mü’minlerin velîsidir.” (Âl-i İmrân: 68) Mü’minler de Allah’ın velîsidir. Hepsi umûmî olarak, bütün mü’minlerin Allah’ın evliyâsı olmak sıfatı vardır. Umumî bir evliyâlığı vardır her müslümanın.

Onun için Allah yolundan ayrılmamağa gayret edelim. Buraya geldik, tevâzûyu öğrenelim. Bilelim ki dış ameller, dış hareketler çok önemli değildir. Asıl kalp önemlidir. (Len yenâle’llahe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ ve lâkin yenâlühü’t-takvâ minküm) “Kestiğiniz kurbanların etleri, kanları Allah’a gitmeyecek ki...” Allah’a kebap mı yapacak yâni ne olacak yâni gönderecek, etlerin, kanların Allah’a gitmesi bahis konusu değil. “Senin takvân, senin duygun, senin hulûs-u kalbin gidecek Allah’a.” (Hacc: 37) Allah onu makbul sayacak. Onun için kalbe dikkat edelim.

Burada kalbe dikkat edeceğiz. Sûi zan olmayacak, hüsn-ü zan olacak. Kötülük olmayacak, iyilik olacak. Fısk ı fücûr olmayacak, takvâ olacak. Kalleşlik olmayacak, sıdk u sadakàt olacak. Yâni Şu kalbin içindeki, şu kafamızın içindeki duyguların temiz olması önemli. Yoksa elbise önemli değil, sarık önemli değil, cübbe önemli değil, mertebe önemli değil, omuz kalabalıklığı önemli değil, insanın sarayı olması, arabası olması, Mercedes’i olması önemli değil muhterem kardeşlerim. Mühim olan kalbinin temiz olması. Fukaracık, simsiyah renkli, yoksulun birisi cennete girebilir, Mercedes’li bir saray sahibi cehennemin dibine gidebilir yâni. O dış şey öneli değil, kalp temizliği önemlidir. Kalbimizi temiz tutmağa dikkat edelim.

Yâni namazı doğru kılmağa dikkat ediyoruz. Ben akşam üst kata çıktım, şöyle Kâbe-i Müşerrefe nazlı nazlı karşımızda, insanlar böyle etrafında dönüyorlar, tüyleri diken diken oluyor insanın. Böyle Hacer-i Esved’e böyle balıklama herkes gidiyor. Böyle yukarıdan daha iyi görünüyor. Böyle hırsla... Yâ, bunlar niye böyle koşturuyor buraya diye düşündüm... Niye?.. Hacer-i Esved bir taş, niye ona böyle bu kadar birbirini ezerek, birbirinin üstünden balık gibi kayarak oraya gidiyorlar, itiyorlar, şey yapıyorlar?.. Hacer-i Esved’e istilâm eden, elini süren, Allah’la musafaha yapmış gibi oluyor da ondan. Allah’la musafaha yapmış gibi olmaktan dolayı o şerefin peşine koşuyor insanlar da Hacerü-i Esved’i öpeceğiz diye oraya rağbet ediyorlar.

E düşündüm... Yâni peki Allah’ı sevmediği işleri niye yapıyorlar?.. Allah’ın sevdiği işlere niye böyle balıklama koşmuyorlar?.. Allah’ın rızasını kazandıracak işlere niye koşmuyorlar?.. Yâni onlara da böyle balıklama atlasalar ya sevaplı işlere. Demek ki şekilde kalıyorlar, öze inemiyorlar. Öze inmek lâzım. İşin iç yüzünü anlamağa çalışmak lâzım. Yâni Kâbe önemli ama Rübbü’l-Kâbe asıl murad. Kâbe’nin Rabbi mühim olan. Kâbe’ye hürmet önemli ama Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hürmet daha önemli. O bakımdan o iç şeylere dikkat edelim.

07. 06. 1992 - MEKKE


Ana Sayfa  |  © Dervişân  |  Tavsiye Et