KENDİ DİLİNDEN
PROF. DR. M. ES'AD COŞAN
HOCAEFENDİMİZ
Dr. Abdüllatif Duygulu
a. Özel Bir Soru
--Muhterem Hocam! Sizi daha yakından tanımak için, biraz gençliğinizden,
tahsilinizden, Mehmed Efendi Hazretleri ile tanışmanız gibi hususlardan
bahsedebilir misiniz?
--Bir garib kul işte... Hocamız'ın "Benden sonra bu vazifeyi sen yap
evlâdım!" dediği bir hizmetçi bendeniz... Yoksa, hakkımız, haddimiz filân
değil böyle şeyhlik, tarikat başkanlığı... Müridlerin yetiştirilmesi...
Emrolunduğumuz için, (El-emru fevkal-edeb) diye, bu vazifeyi yapıyoruz.
Hocamız uygun gördüğü için ayrılıp da gidemiyoruz da... Reddetmek de mümkün
değil... Zâten teklif ettiği zamanların birisinde red de etmiştim, "Bizim
hakkımız, haddimiz, liyakatımız, kâ'bımız değildir." diye... "O zaman yardım
ederler!" buyurmuştu. Çok yardım görüyoruz.
1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdum.
Ailemiz Çanakkale'ye Buhara'dan gelmiş. Annem ve babam birbiriyle akraba
çocuklarıdır. Dolayısıyla kökenimiz Buhara olmuş oluyor. Buhara'dan kafile,
Arap halayıklarla beraber gelmiş bizim o taraflara... Bizim ailemiz Peygamber
SAS Hazretleri'nin soyundan imiş. Buhara'ya Hicaz'dan gitmişler demek ki...
Oradan da Osmanlıların devleti esnasında Çanakkale'ye gelmişler. Böyle
bir ailedeniz biz...
Babam evlâtlarını okutmaya çok istekliydi. Dedem zâten, Süleymaniye
Medreselerinde okumuş. O zamandan Gümüşhaneli Efendimiz'den ders almış.
Babamlar da daha memlekette iken Gümüşhaneli koluna orada vekâlet eden
Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'den dersli imişler. Ben üç yaşında iken babam
Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için, Çanakkale'den aldı, İstanbul'a
getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul'da yaptım. İlkokul, ortaokul, lise
ve üniversite... Orta ve liseyi Vefâ Lisesi'nde okudum.
Üniversite tahsilimiz İstanbul Edebiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı
- İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Arap Filolojisi ve Fars Filolojisi
bölümünde ana kaydım vardı. Ortaçağ Tarihi, Türk-İslâm Sanatları sertifikalarını
da alarak mezun olmuştum. Yâni Sanat Tarihi, İslâm Tarihi, Arap Dili ve
Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı tahsili gördüm.
Ondan sonra Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde Hocamız'ın emri ile asistanlık
yaptım. Dönerin ateşin karşısında dönerek yavaş yavaş pişirilmesine benzetiyorum
kendi halimi... Hocamız bizi savurdu Ankara'ya... Ankara'ya gittik. Orda
İlâhiyat Fakültesi'nde bu dînî ilimleri öğrenme fırsatı çıkmış oldu bize,
onların himmetiyle... Sonra zorla bizi çeşitli müesseselerde hocalık yapmağa
çektiler yaka paça...
Bir tanesi Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksek Okulu'dur. Mimarlara,
mühendislere Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı... Ben reddettim.
Geldiler, müdürler ve sâireler: "Biz senin reddini filân kabul etmiyoruz,
sen bu vazifeyi yapacaksın! Bunun sebebi var..." filân dediler. Anlıyorum
ki, sebebin arkasındaki sebep de Hocamız'ın himmeti imiş. Demek ki, biz
bu vazifeyi yapacağız diye, "Biraz kompozisyon öğren, hitabet öğren!" diye,
başkasına öğretmek bahanesiyle öğrenelim diye, o tarafa sevketmiş Hocamız...
Ben öyle hissediyorum, işin aslı öyle gibi geliyor bana...
Sonra, Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde aynı konularda
Türk Dili ve Kültürü hocalığı yaptık senelerce... Doktora, doçentlik, profesörlük
çalışmalarımız oldu. Fars Dili ve Edebiyatı derslerine girdiğim oldu. Arap
Dili ve Edebiyatı'yla ilgili dersleri, Türkçe ve kompozisyon derslerini
yaptığım oldu. 27 senelik bir üniversite hizmetinden sonra, emekliliğimizi
isteyerek İstanbul'a, vazifemizin başına geldik.
Hocamızla tanışmamız ortaokul talebesi iken oldu. Hocamız Abdül'aziz
Efendi'nin ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdül'aziz
Efendi'yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız'dır. Bir kimse
bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu'da
sünnet merasiminde kirve filân diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem
Hasib Efendi'yi, hem Aziz Efendi'yi Gümüşhaneli Dergâhı'na Hocamız getirmiş.
Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız... Çok büyük mânevî makamı olduğunu,
bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzûyu böyle lafla değil, ömründeki
jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır.
Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır.
Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan
kıdemlidir.
Hocasına bağlılığı hakkında çok sitâyişkâr sözler söylerler. Hocasının
meclisine girip bir diz çöktüğü zaman kıpırdamazmış, çivi çakılmış gibi
dururmuş. Ben kendim bu fıkrayı bildiğim için, öyle yapmağa çalışırdım;
mümkün değil dizlerim dayanamazdı. O kılıktan o kılığa döner dururdum,
yapamazdım. Dervişliğinde böyle çivi gibi sağlam halleri vardır Rahmetullahi
Aleyh Hocamız'ın...
Ben ortaokulda iken kendisinin meclislerine babamın peşinden, babamın
elini tutup, eteğini tutup onun yanında giderdim. O zaman Ümmü Gülsüm Camii'nde
imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada
sohbetler olurdu. "Sen hazırlan!.. Sen konuş!.." filan diye söylerdi Hocamız...
Bize de arada iltifat buyururdu, "Sen de hadi bakalım, filânca hadisteki
mânâ nedir, ona hazırlan!" gibi işaretleri olurdu.
Hakkını ödememiz mümkün değil... Bizi kendisine dâmâd olarak seçmiş.
Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana, "Benden sonra evlâdım, bu vazifeyi
sen yaparsın!" derdi. Ordan biliyorum ki, bizi böyle küçükten alıp terbiye
etmeğe çalıştı, hazırlamak istedi, hazırladı.
Ben yanına gelmek isterdim:
"--Baba müsaade edersen, fakülteden ayrılayım artık!.. Doktora bitti,
yanınızda hizmet edeyim artık!.." derdim.
"--Yok, kal orda!.." derdi.
"--İşte doçentlik bitti, artık geleyim!.."
"--Yok kal orda!.. Profesörlük ne zaman?.." derdi.
Beni profesör yapmazlar ki fakültede, benim halim belli... Mimli, sabıkalı
bir insanım diye düşünürdüm.
"--Profesörlük ne zaman?.."
"--Doçentlikten dört yıl, beş yıl sonra..."
"--Profesör ol da öyle!.." derdi.
Anladım ki, profesör olacağım. Profesör olmam mümkün değil gibi... O
günkü şartlarda, hocalarımızın himmeti olmasa benim gibi mimli bir insanın
profesör olması mümkün değildi. Benim gibilere doçentlik bile vermezlerdi.
Hattâ kaç senedir dergileri çıkartıyoruz, basın kartı vermiyorlar. Biliyorum,
anlayışla karşılıyorum; vermezler bizim gibilere... Basın-yayın yüksekokulu
bile açsak vermezler yâni...
Ama Hocamız bizi orda profesör etti. O gönderdi. Ankara'daki asistanlık
imtihanlarına giderken, cebime harçlığımı koyan Hocamız'dır. Ankara Özelif'teki
dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. Alın bakalım yazın diye,
bin lira veren odur. Ben buraya gelmek istedikçe, "Profesör ol, öyle gel!"
demiştir. Tabii, ben Hocamız'ın sağlığında profesör olmadım, Hocamız vefat
ettikten sonra 1982'de profesör oldum. Ondan sonra İstanbul'a geldim.
Evliliğimin ilk yıllarından itibaren söylerdi. Ankara'ya gelirdi yazın,
"Hadi bakalım!" derdi... Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur vs.
"Rahatsız etmeyelim baba!" derdik. "Yok!" derdi bizi alırdı, Konya'ya giderdik,
muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Yanında dolaştırırdı bizi;
"İlerde böyle yaparsın!" diye herhalde, yetişmemiz için olsa gerek... Camide
veyahut herhangi bir toplantıda, "Biraz da sen konuş!" diyecek diye ödüm
patlardı, kaçardım. Öyle der şimdi, gözümün içine bakar diye, arka taraflarda
safların arkasında direğin arkasına filân saklanırdım. Çok çekingen bir
insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle,
şimdiki şu halimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum,
öyle oldu.
Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım diye birkaç defa teşebbüs etmiştim.
"Tavşancıl'da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek..." filân diye... Her
seferinde Hocamız mânî olmuştur. Bir seferinde demiştir ki: "Evlâdım, küçük
yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler!" Mücevherci bilir mücevherin
kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde bilmezler, ezâ cefâ
ederler. "Olmaz, o köye gidemezsin!" dedi.
Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar, "Seni de ortak edelim, sen
de filânca yere gelir misin?" dediler. "Sorun Hocamız'a, ben soramam!"
dedim. Ben Hocamız'ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü
değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız'a dedi ki: "İşte filânca yerde bir
arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?" filân diye benim namıma da sorunca;
ona çok sert bir çıkış yaptı. O da dudağını ısırarak geri döndü, "Hocamız
hiç müsaade etmiyor." dedi. Ben biliyordum zâten müsaade etmeyeceğini...
Yâni, bir köşeye kaçıp da, hizmetten uzak durmamı istemezlerdi.
Sonra, vefatından iki sene kadar önce olabilir; bir gün bizim İskenderpaşa'daki
kapıya yakın köşe odada, somyada yatıyordu. Güneşli bir gündü. Daha önce
bize böyle, "Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!" deyince,
ben utanırdım, cevap veremezdim, kaçardım biraz da... O gün Vâlide Hanım
yoktu. Yatmış, uzanmıştı. Hasta değildi ama, öğle dinlenmesi gibi uzanmıştı.
Odanın kapısı açıktı. Biz de "Bir emriniz var mı?" gibi karşı tarafında
durunca, şöyle bize baktı:
"--Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın!"
dedi.
Bu sözü birden söyleyince, ben de kapı dışarı kaçamadım. Biraz kızardım,
bozardım:
"--Baba! Bu bizim kâ'bımız, takatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey
değil ki! Nasıl yapalım bu vazifeyi, yapamayız..." dedim.
Kızı da bana destekçi oldu:
"--Baba, bu çok zor bir iş; biz yapamayız..." dedi.
O da şeyi düşünüyor: Tekkeye müridler gelecek, kalabalık... Tekkenin
idaresi, gelene gidene hizmet ve sâire... Vâlide Hanım mutfakta yemek hazırlarken
kollarını tezgâha dayar, yaslanır, patatesi filân öyle soyardı. Ayakları
şişerdi. Sabahtan akşama, geceden gündüze, devamlı içeriye tepsi hazırla,
çay hazırla, meyva gönder... Bulaşıkları yıka ve sâire... Bizim Hacı Hanım
da o tarafını düşündüğü için işin, "Baba biz bu yükün altından kalkamayız..."
diye, o da o tarafından tutturdu.
Biz böyle deyince:
"--O zaman size yardım ederler!" buyurdu.
Ben o hava içinde, bunun bir mânevî yardım, evliyâullah tarafından himmet
yoluyla, Allah'ın lütfuyla bazı yardımlar olacak diye anladım. "Her ne
kadar liyâkatsız da olsam, büyüklerin himmetiyle bu işler olur." gibi bir
şey düşündüm. Hakîkaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına, hizmetçiliğine
başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu. Elhamdü lillâh kardeşlerimizin
arasında tekkemizin faaliyeti olarak çok atılımlar oldu.
Yâni, Hocamız bizi kendisi seçti, aldı, terbiye etti, yetiştirdi. Ondan
sonra, "Otur buraya, bu işi yap!" dedi. Sorumluluk omuzlarımızda; ama,
yardım hem ihvânımız olarak, kardeşlerimiz olarak sizlerden, hem de himmet
olarak, mânevî yardım olarak onlardan oldu. Allah yardımcımız olsun, dua
edin!..
............
Daha sonra, "Alimler politikacılara tabî olurlarsa, dinin temeline dinamit
konulmuş olur. Öyle şey olmaz; alimlere onlar tâbî olacak, ilme onlar tâbî
olacak, dîne onlar tâbî olacak!.. Onun emrinde olacaklar, hatâlarını düzeltecekler.
'Hatâmız var mı hocam?' diyecekler, 'Düzeltelim!' diyecekler; emrolunduğu
zaman da düzeltecekler. Din adamı camide para toplama, ondan sonra filâncanın
istediği tarzda sipariş konuşma yapma durumuna düşürülemez!" diye bizim
ihtilâfımız olunca, çok kavgalar gürültüler çıktı bu işten... Çok aleyhimize
konuşmalar oldu, ithamlar, suçlamalar oldu. Cezâ düşünceleri geçirmişler
zihinlerinden, söylemişler... O arada yıpratma çalışmaları olarak:
"--Bu ne biçim hoca ki, babası dururken kendisi makama geçiyor?" demişler.
Ben babamı herhalde sizden daha az sevmem, daha fazla severim! Vazifeyi
Hocamız babama verseydi, elbette herkesten daha fazla sevinerek elini ayağını
öper, ben onun hizmetinde olurdum. Ama Hocamız vazifeyi ona vermedi. Bunu
o da biliyor, ben de biliyorum, herkes de biliyor... Onun için, babamız
başımızın tacıdır ama, babamız bu tekkenin mürididir, biz de hizmetçisiyiz.
Bu böyle babalık, evlâtlık meselesi değildir.
Daha başka iftiralar oldu, daha başka şeyler oldu. Biz bu işi kendi
kendimize muvazzafmışız filân gibi sözler oldu. O zaman tabii, bazı kimseler
şehadetleriyle:
"--Hayır öyle değil! Hocamız bizzat bunu söylemiştir, biz de biliyoruz."
dediler.
O iftiralar, o şeyler biraz silindi ama, bunların söylenmesi de gerekiyordu.
Bu bir mânevî mezhebdir. İnsan bağlandığı kapının halinin ne olduğunu,
bağlandığı kimsenin de statüsünün ne olduğunu bilmek zorundadır. Onun için,
bu sual haklı bir sualdi. Ben de onun için bu cevapları verdim.
Hocamız halvete girmiş kimselere halvetten çıkarken kendisi hakkında
bilgi vermiş, halvet defterlerine de yazdırmıştır. "Bizim aslımız şuradandır,
buradandır. Peygamber Efendimiz'in de evlâtlarındanız." diye seyyidlerden
olduğunu da belirtmiş. Ama halvettekilere söylemiş. Bunu bir öğünme meselesi
filân değil de, halvete girmiş çıkmış, artık sır saklayabilecek hale gelmiş
insanlara bu işin aslı budur diye sessizce söylemiş oluyor. Gerekiyor demek
ki!.. (1)
b. Hacı Bektâş-ı Velî ve Makàlât
Bendeniz üniversitedeki çalışmalarım esnasında, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'ni
--kaddesallàhu sirrahul-azîz-- doçentlik tezi olarak seçmiştim. Önce niçin
bu konuyu seçtiğime dâir çeşitli sebepleri arzetmek istiyorum:
Elhamdü lillâh, Peygamber Efendimiz'in, Hazret-i Ali Efendimiz'in evlâdından
olduğumuz için; dedemizi, akrabalarımızı anmış olduğumuzdan, o büyüklerimizden
birisini seçtim.
Tasavvuf yönünden de, Ca'fer-i Sâdık Efendimiz Hazretleri, silsilemizin
büyüklerinden olduğu için; hem de fıkhen Hanefî mezhebindeniz, İmam-ı Azam
Efendimiz o büyüğümüzün talebesi olduğundan ve onlara hürmetle baktığından
dolayı, mezhebimizin imamının yolunda yürümek istediğimden, severek bu
konuyu seçtim.
Fakültedeki konum, Türk-İslâm Edebiyatı'ydı. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in
Makalât'ı da, Anadolu'daki dînî Türk edebiyatının ilk çağlarına ait, nadir
ve çok önemli misallerinden birisi idi. Dil bakımdan çok önemliydi. Muhtevâ
bakımından, içerdiği konular bakımından önemliydi. Ayrıca yazarı yönünden,
çok sevilen bir kimsenin eseri olması bakımından önemliydi. O bakımdan
da bu konuyu seçtim.
Bizim hocalarımızdan aldığımız terbiye gereği ve onun işaretiyle kurduğumuz
Hakyol Vakfı'mız var... Cennetmekân Hocamız Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri,
bir vakıf kurmamızı emretmişti. Oturmuş tüzüğünü hazırlamış, kendisine
arzetmiş, tasvibini almıştık. Bu vakfımızın üç ana hedefi var:
1. Eğitim
2. Yardımlaşma
3. Dostluk
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi imanda kardeş ettiği için, dünyanın neresinde
olursa olsun, ırk, renk, soy sop farkı gözetmeden bütün müslümanlar canımızdır,
kardeşimizdir.
(İnnemel-mü'minûne ihvetün) İnnemâ, edat-ı tahsistir; özellikle,
bilhassa bir noktaya işaret etmek için kullanılır. (İnnemel-mü'minûne
ihvetün) "Mü'minler ancak kardeştir, sadece ve sadece kardeştir!" (Hucurat:
10)
"Ancak mü'minler kardeştir." değil... Öyle olsa, (İnnemel-ihvetü mü'minûne)
derdi.
(İnnemel-mü'minûne ihvetün) "Mü'minlerin birbirleriyle olan alâkaları,
başka bir şeyle izah edilmez; ancak kardeştir, sadece ve sadece kardeştir.
Daha başka bir sıfat, onları ifade edemez!" demektir. Onun için, bütün
müslümanları kardeşimiz olarak görüyoruz.
Bir de bütün insanları --Şeyh Sâdî-yi Şirâzî gibi-- Hazret-i Adem'den
kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Samîmi olarak öyle görüyoruz. Benî Adem
olduğumuzdan, aynı cevherden yaratılmış olduğumuzdan, hepsine karşı kardeşlik
borcumuz var...
Ama bu kardeşlik borcu, mü'mine hizmet götürmek; mü'min olmayana da
hidâyete ermesi konusunda yardımcı olmak tarzındadır. Bir insan Rus olabilir,
İngiliz olabilir, Amerikalı olabilir, Fransız olabilir, Yunanlı olabilir,
Ermeni olabilir... Şimdi en kızdığımız kelimelere doğru çekiyorum; Sırp
olabilir... Ama mü'min olunca, her şey değişiyor. Cat Stevens, Yusuf İslâm
olunca başımızın tacı oluyor. Barsam Usta, mü'min olunca başımızın tacı
oluyor.
Demek ki küçük bir hamle, bir adım, bir bıçak sırtı ötesi, biraz ötesi
dostluk... Çok küçük bir hamle ile bütün insanlar kardeş olabilir, bütün
ihtilâflar bitebilir.
Herhalde bizim de en ulvî çalışmamız, bu kardeşliği sağlamak olmalı!..
Yâni, henüz İslâm ile müşerref olamamış, İslâm'ın nuruyla aydnlanamamış
olan insanlara İslâmı götürmek, anlatmak; "Bakın, böyle bir hazine var,
böyle bir cevher var; siz de bilin!" demek... Mü'min olanlara da kardeşliğimizin
gereği olarak, "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır." diye,
malımızla canımızla hizmet etmek... Çeşme yapmak, yol yapmak, köprü yapmak...
Açların karnını doyurmak, ziyafetler çekmek, dullara yetimlere bakmak...
Daha başka binlerce hayır çeşitleri...
Vakfımızın bir gayesi de eğitim olduğu için, ilim adamları bizim başımızın
tâcıdır. Onun için, avuçlarımın içi acıyıncaya kadar alkışladım, konuşmacı
kardeşimizin sözünü... Biz onun için, bütün toplantılarımızda bilim adamlarını
konuşturuyoruz. Bize de haklı haksız hücumlar oluyor; tarikatçıyız diye,
mutasavvıfız diye, sùfiyiz diye... Onların taklidiyiz, karınca kararınca
onların yolunda gidiyoruz diye... Kendimiz cevap vermiyoruz. Bakalım ilim
erbabı serbest olarak konuşsunlar, bizim hatamız varsa, biz hatamızı düzeltelim;
bizi tenkid edenlerin hatası varsa, onlar da biraz meseleleri bîtaraf insanların
gözlüğüyle görsünler, gerçekleri anlasınlar diye, onları konuşturuyoruz.
O bakımdan, Diyânet İşleri Başkanı'nın buraya teşrifi bizim için çok
büyük şereftir... Profesör, doçent, yardımcı doçent kardeşlerimizin buraya
teşrifi ve şâhâne konuşmaları büyük şereftir ve bizim vakfımızın eğitim
çalışmalarının bir gereğidir.
Bir hadisi şerif var; çok seviyorum ve çok konu ediniyorum, konuşmalarımda
zikrediyorum bu hadis-i şerifi... Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:
(El'ilmü hayâtül-islâm) "İlim, bilgi İslâm'ın canıdır, hayatıdır."
İlim varsa, İslâm vardır. İlim yoksa İslâm ölür, can çekişir, solar, buruşur,
yıkılır. (Ve imâdül-îmân) "Ve imanın da direğidir." İlim olmazsa,
iman da yıkılır. İşte görüyorsunuz, hakkı bulmamak için ne kadar tuzaklar
var!.. Hakka ulaşma yolunda, ulaşılmasın diye konulmuş nice mâniler var...
Bunları aşmak için de ilim lâzım!.. Hepimiz ilme râm olmalıyız!.. Hepimiz
ilme hürmet etmeliyiz!.. Hepimiz ilme teslim olmalıyız!.. O zaman ihtilâflar
hallolacak. Başka türlü bir yol yok!.. İlim adamı ne söylerse söyleyecek,
hakem ilim olacak... Hakem ilim olunca da, işler düzelecek.
Biz böyle toplantıları yapıyoruz, ondan sonra da kitap haline getiriyoruz;
tesiri devam etsin diye... Meselâ, Hocamız'ı anma münâsebetiyle bir tasavvuf
sempozyumu yapmıştık, kitap haline getirdik. Çok kıymetli ilim adamlarının
tasavvuf ile ilgili konulardaki konuşmaları kitap haline gelmiş oldu. Biz
istiyoruz ki, şu toplantımızdaki bu konuşmalar da bir kitap haline gelsin!..
Bu kavga, bu ihtilâf, bu bürûdet, bu soğukluk, bu düşmanlık kalksın!..
Herkes ilme tâbi olsun, ilmin icâbı neyse ona göre hareket etsin!..
Onun için biz, bir sözü dokuz defa kafamızda çevirip, ondan sonra söylüyoruz.
Söylediğimiz bir sözün kaynağı var mı, yok mu diye araştırıp, "Acaba yanlış
olabilir mi?" diye düşünüp, binbir ihtiyatla en doğru olan sözü söylemeğe
çalışıyoruz.
O bakımdan konuşmacı kardeşlerimi çok takdir ettim. Meselelere bakışlarındaki
bîtaraflık, ama hakka bağlı oluşlarındaki sımsıkı sağlamlık fevkalâde güzel...
Son derece tatlı... Bu tadı almış insanlar için, bulunmaz bir ziyafet bu...
Ben de, bu kadar büyük kitleleri ilgilendiren bir şahsın hayatını, doçentlik
tezi olarak almıştım. Dört sene doçentlik için çalıştım. Ondan önceki doktora
çalışmalarımda da, konunun içine girmiştim. Konu benim önüme Allah tarafından
getirilmişti. Çünkü, doktora tezimin mevzuu içinde karşıma çıkmıştı, oradan
dikkatim bu konuya çekilmişti. Demek ki, bu konu üzerinde çalışma yapmak,
kaderde varmış diye düşünüyorum. Kendi şahsî düşüncem böyle...
Dinleyicilerim beni mazur görsünler, benim de hatam vardır muhakkak...
Bendeki hataları da başkaları söylemeli; ben de hatamı kabul etmeliyim.
Bazı konularda da gözü kara, ilimle hiç ilgisi olmayan hatalı bir tutum
benimsenmiştir ve asırlardır devam ediyor. Buna biz, nemelâzımcı bir tavırla
lâkayd kalamayız. Çünkü mü'miniz... Çünkü, insanlara gerçekleri öğretmek
de vazifemiz!..
Sonra bu, bizim yaşadımız topraklarda bir problem ise, veyahut dünya
üzerinde İslâm Alemi için bir problem ise; "Niye ben İran'la kardeş değilim?..
Niye ben Mısır'la kardeş olmayayım?.. Niye daha başka yerlerdeki kimselerle
kardeş olmayayım?.. Bunun önündeki mâniler nedir?.. Bunları aşmamız lâzım
gelir." diye düşündüğüm için bazı şeyleri söyleyeceğim.
Burada proğramın ana planını yaparken dedik ki: "İslâm'ın esaslarını
bir kardeşimiz anlatsın. Acaba İslâm nedir, Kimsenin itiraz etmeyeceği
ana esasları nelerdir?.. Delilli isbatlı bir şekilde o anlatılsın!" dedik.
Ondan sonra... "İhtilâfları çok iyi bilmek, ilmin tâ kendisidir." demişler.
Bu zihniyet çok yüksek bir bilimsel zihniyet...
Galibâ, Hazret-i Ali Efendimiz'den bir söz olarak nakledilir. Çok takdir
ediyorum. Hazret-i Ali (RA ve KV) Efendimiz buyurmuşlar ki:
(Lâ ta'rifil-hakka bir-ricâl, i'rifil-hakka ta'rif ehlehû) ÇHakîkati
kişilerin ağzına bakarak, bazı kimseleri severek, sempati duyarak, sayarak,
"O söyledi." diye kabul etmeyin!.. Onunla anlamaya çalışmayın!.. "Bu biliyordur,
bunu dinleyin!.. Bunun söylediğine göre böyle olsun!" diye bir yaklaşımla,
bu yönden yaklaşmayın!.. (İ'rifil-hakka ta'rif ehlehû) Önce hakkın
ne olduğunu öğrenin; --öğren diyor da, ben çoğul ifade ediyorum-- o zaman
kimin hak ehli, kimin batıl ehli olduğunu daha iyi anlarsınız."
O halde önce bizim yapmamız gereken, hakkın ne olduğunu, gerçeğin ne
olduğunu tesbit etmektir. Onun kaynakları bilinsin diye...
--İslâm'ın kaynakları nedir, mahiyeti nedir?.. Biz platonik sevgiyle
mi bağlıyız İslâm'a?.. Yoksa, folklor malzemesi olarak mı bağlıyız?.. Anamız
atamız müslüman olduğu için mi biz müslümanız?..
--Hayır!.. Biz İslâm' kırk defa tahkik ettik, kırk defa hudutta bocaladık...
XX. Yüzyıl'ın Türkiye ve dünya müslümanları olarak, bütün küfür saldırılarını
duyduk, bütün iddiaları gördük. Ama sonunda İslâm'ın hak din olduğunu anladık.
Bizden başkaları da anladılar. Avrupa'da yetişmiş, hristiyan olarak
büyümüş, felsefe okumuş; hattâ çeşitli doktrinleri o konuda liderlik yapacak,
sürükleyecek, yeni fikirler üretecek kadar bilen insanlar sonunda müslüman
olmuş.
O bakımdan görüyoruz ki İslâm, bizim platonik bağlanmamızın ötesinde
aklen de, mantıken de bağlanmamız gereken bir yol... Onun için biz ona
bağlıyız. Biz bunu kırk defa, belki binlerce defa hayatımızda tahkik ettik.
Siz de tahkik ettiniz, siz de çeşitli inkârlarla karşılaştınız ama, elinizi
vicdanınıza koyup, gerçeği buldunuz.
Bendeniz, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin (KS) hayatını araştırmak
için, o kadar gayret ettim ki; "Ah o devirden kalma bir kitâbe bulsam!..
Ah yeni bir şey çıkarsam ortaya!.." diye, mezar taşlarını bile araştırdım.
Hiçbir alimin sözünü, o öyle söyledi diye incelemeden almadım. Köprülü
öyle demiş, İsmâil Hikmet Ertaylan böyle demiş, ordinaryus profesör falanca
şöyle demiş... İngiliz müsteşrik şöyle demiş... "Neden acaba böyle dedi;
doğru mu, yanlış mı?.." diye hepsinin araştırmasını yaptım. Kabirlerde
araştırma yaptım, mezar taşlarında araştırma yaptım, kütüphanelerde araştırma
yaptım.
Hacıbektaş kasabasına da gittim. Orda Otel Cabbar'da kaldım geceleyin...
Karnım acıktı, aşağıya yemek yemeğe indim. Masalar içki dolu... Kasketli
kasketli köylüler oturmuş, votka şişelerini önüne getirmiş... Beyaz şaraplar,
kırmızı şaraplar... "Ben burada yemek yiyemeyeceğim. Çünkü, içki haram
İslâm'a göre!.. Net bu, bunu kimse inkâr edemez. Bakkaldan peynir ekmek
alayım, onu yiyeyim bundan sonra..." dedim. Üç-beş gün kütüphanede çalışma
yapacağım.
Bakkalda küplerle şarap satılıyor; kırmızı şarap şurda, beyaz şarap
burda... "Allah Allah!.. Acaba Hazret-i Ali Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!..
Acaba İmam Ca'fer-i Sâdık Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba Hacı
Bektâş-ı Velî Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Araştıralım!" diye düşündüm.
Sonra orda civarda beni gezdirdiler. Dediler ki: "Mübarek Pirimiz şurada
çile çıkarmış, erbaîne girmiş, kırk gün ibadet etmiş. Dağın kenarında,
kayanın içinde bir mağara... Hakîkaten Hicaz'daki Hira dağındaki mağaraya
da gittim ben... O da öyle, kayanın içinde...
--Bu nedir?
--Bunun adı Hıra Mağarası...
Biraz ilerde duvarla çevrili güzel bir pınar vardı, birkaç kavak ağacı
vardı.
--Bunun adı ne?..
--Zemzem pınarı...
--Eh olur ya, pekâlâ...
Sonra ortada iri iri, yumruk yumruk taşlar var, yığılmış öbek öbek...
--Niye bunlar yığılmış buraya?..
--Bunlar şeytan taşlamak için...
Bizim Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay kardeşimiz var... Onlar Hacı Bektâş-ı
Velî'nin anılması için, bir toplantıya gitmişler. Birisi soru sormuş, demiş
ki:
--Pirimizin kabrini ziyaret eden hacı olur mu?.. Burada zemzem pınarı
var, Hira mağarası var, şeytan taşlama var... Burayı ziyaret eden, horoz
keserse hacı olur mu?..
Kardeşimiz tabii ilim adamı, fikir adamı... Karşı taraf da bunlara inanıyor
ki, yapıyor. Çok güzel düşünen bir felsefeci kardeşimiz, Allah selâmet
versin... Felsefe insanın zihnini güzel terbiye ediyor, mantıklı düşünmeyi
güzel öğretiyor.
--Bakın kardeşlerim, size bir şey söyleyeyim; Hacı Bektâş-ı Veli kimin
torunu?..
--Hazret-i Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri'nin torunu...
--Tamam... Değil Hacı Bektâş-ı Velî'nin kabrini ziyaret etmek; Peygamber
Efendimiz'in kabrini ziyaret etse bir insan, hacı olamaz!.. Değil Peygamber
Efendimiz'in kabrini ziyaret etmek, Kâbe-i Müşerrefe'yi hac mevsiminin
dışında ziyâret etse, yine hacı olamaz!..
Şevvalde, Rebîül-evvelde, Recebde, Şa'banda gitse ziyaret etse, hacı
olur mu; olamaz!.. Bunun ayetle belli tarifi var, şekli var... Hacı olmanın
şartı; Arafat'ta vakfe, farz tavafı, vacibleri var... Ancak öyle olacak.
Burayı ziyaret etmekle hacı olmak bahis konusu edilmiş.
Sonra tabii, bir soğukluk var... Ben soğukluk diyorum, soğukluk kelimesi
hafif kalıyor. Zaman zaman çatışmaya dönen bazı sıkıntılar var Türkiye'de...
Zaman zaman da körüklenen bir takım ateşler var gönüllerde... Haklı taraf
kim ise, onun tarafı tutalım; hep birlikte ne yapmak gerekiyorsa, onu yapalım!..
Onun için, bu meseleler dikkatimi çektiğinden, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin
hayatını incelemeye geçtim. Konu benim kendi seçmemdir. Ben zâten öksüz
bir üniversite mensubuyum. Üniversitedeki hocam vefat ettiği için, bütün
işleri kendi başıma, kendi kafamla düzenledim. Elime de fırsat geçmişti.
Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'i doçentlik tezi olarak seçtim. (2)
c. İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye
Sonra ben profesörlük çalışması olarak, şu bizim meşhur matbaacı, Türkiye'ye
matbaayı getiren İbrâhim-i Müteferrika'nın Risâle-i İslâmiye diye bir eseri
olduğunu görmüştüm. Deniliyordu ki:
"--Risâle-i İslâmiye, müslümanlığı anlatan bir kitaptır."
Böyle geçiştiriliyordu. Ben de dinî edebiyat kürsüsü başkanı olduğum
için, "Bakalım bu Risâle-i İslâmiye nedir?" diye inceledim. Sonunda onu
bir kitap halinde de neşrettim.
İbrâhim-i Müteferrika Romanya'da, Kolojvar şehrinde yaşamış bir papaz...
Çok güzel bir tahsil görmüş, Yunancayı, Latinceyi öğrenmiş. "Eski metinleri
ve kilisenin kitaplığındaki üstâd-ı bîmürüvvetlerin okunmasını yasak ettiği
kitapları okudum." diyor.
Üstad ama, müslüman olmadığı için, hakîkatı sakladığı için üstâd-ı bîmürüvvet
diyor, yâni, "Mürüvvetsiz üstadların okumayayım diye sakladığı kitapları
okudum." diyor ve orada hristiyan literatürünün, Peygamber Efendimiz'i
müjdeleyen malzemesine âşinâ olduğunu ve onun için müslüman olduğunu söylüyor.
Bu Risâle-i İslâmiye isimli kitap, İslâm'ı anlatan bir kitap değil;
saklanıyor bu mesele... Halk bilmesin diye bazı gerçekleri saklıyorlar
araştırıcılar... Kim yapmış bu şahsın üzerinde araştırmayı?.. Bir katolik
papaz yapmış. İbrhahim-i Müteferrika üzerinde en bilimsel araştırma katolik
bir papaz falancanın yaptığı çalışmadır deniliyor. E, katolik papaz, müslüman
olan bir papazın müslümanlığa yarayan malzemesini bize tanıtmak ister mi?..
İstemez, tanıtmıyor.
"İslâm'ı anlatan bir eser..." diyor. Hayır, İslâm'ı anlatan bir eser
değil; Bir papaz olan İbrâhim-i Müteferrika'nın müslüman olmasına sebep
olan İncil ayetlerini bahis konusu eden bir kitap... O konuya kimse yanaşmasın,
o konuyu kimse bilmesin diye papaz saklıyor gerçeği...
İbrâhim-i Müteferrika kendi hayatını anlatıyor. Hangi ayetleri görüp
de müslüman olduğunu anlatıyor. Ayetlerin Latincesini de veriyor.
Müteferrika, sarayda teknik ve sanata dayalı yüksek bir hizmet demek...
Müteferrika derecesine yükselmiş. İhtisas isteyen, sanat, bilgi ve görgü
isteyen bir takım işlerin erbabına müteferrika derlerdi. İbrâhim-i Müteferrika,
sarayda o işleri yapacak dereceye gelmiş bir saraylı eleman, memur demek
oluyor. Müteferrikalıktan da yüksek bir hizmete çıkmıştır sonra... Ömrü
boyunca da hakîkaten çok faydalı hizmetler yapmıştır, şayân-ı şükrân hizmetler
yapmıştır. Nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun... Samîmî müslüman olduğu
ve hakîkaten İslâm'a hizmet ettiği kanaatine vardım ben incelemelerimden...
Ama eseri, bir papazın İncil metinlerini okuyup da hangi ayetlerden
dolayı müslüman olduğunu anlatan bir eserdir. O da faydalı olur diye ben
de onu neşrettim; başka papazlar da görsün diye... (3)
d. İslâm'ı Doğru Öğrenelim!
Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde yirmiyedi sene hocalık yaptım. İlâhiyat
fakültesine gitmeden önce ilkokuldan itibaren tekkede yetiştim. Yâni dînî
bir muhitte yetiştim, ama sağlam dînî bir muhitte yetiştim. Allah'tan korkan,
ibadetlerini yapmağa çalışan, Allah yolunda yürümeğe gayret eden, haramlardan
sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek
hocaefendilerin sözlerinden etkilendim, vaazlarını dinledim, nasihatlerini
dinledim, hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri dinledim.
Ondan sonra hayata atıldım, ilâhiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi
tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm'ı daha iyi bilmesi
gereken insanların arasında yirmiyedi senemi geçirdim. Bunlar Kur'an'ı
biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var... Bilgi
insanı iyi insan yapmağa yetmiyor. Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen
insan mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan
olmak başka; ikisi ayrı şey... İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla
mümkün oluyor, kolay değil... Bilmek yetmiyor.
Ben o zamandan kara kara düşündüm; bizim ilâhiyat fakültesinin öğrencilerini
düşündüm, profesörleri düşündüm. İçlerinde masonlar var. Yâni gitmiş, bir
başka teşkilata girmiş, mason olmuş; mason olduğunu da kitabında yazmış,
konuşmasında söylemekten çekinmeyen insanlar var... İçki haram, içki içenler
var... Zina haram, zina edenler var... Kumar haram, kumar oynayanlar var...
Evlilik dışı ilişkiler yasak, metresiyle yaşayanlar var... Namaz kılmak
Allah'ın emri, namazı kılmayanlar var... Oruç tutmak Allah'ın emri, oruç
tutmayanlar var... Zekât, zâten veren yok, yâni çok az... Fakir, fakirim
diye vermiyor; zengin de parayı çok sevdiğinden vermiyor. Yani ilâhiyat
fakültesinde okumak yetmiyor.
Sonra çocuğumu İslâm'ı öğrensin, iyi müslüman olsun diye imam-hatip
okuluna verdim... İmam-hatip okulunda okumak da yetmiyor. Belki bazılarınız
imam-hatip menşe'lidir. Orda da insan bilgileri alıyor ama, babasının zoruyla
namaz kılıyor, babasının zoru olmazsa cuma namazından kaçıyor. Cuma namazını
kılmıyor, kaçıyor. Baskı olmadığı zaman günah işliyor.
Şimdi bizim kanımıza, Peygamber SAS Efendimiz'in hayatından, davranışlarından,
düşüncelerinden aşk aşılanması lâzım! Peygamber SAS Efendimiz'in hayatını
öğrenmemiz lâzım! Ama bunu böyle bir müsteşrikin, oryantalistin, SAS filân
olmadan "Muhammed... Muhammed..." diye yazdığı kitaptan anlamak mümkün
değil. Çünkü kendisi anlamayan, başkasına bir şeyi anlatamaz. Bilen bir
insanın, anlayabilen bir kimsenin yazdığı kitaptan okumak lâzım!
..................
Biz Ankara'da bir mahalleye taşındık. Merkez bankası memurları kooperatif
kurmuşlar, 150 evlik mahalle yapmışlar. Koca bir tepeyi, 901 râkımlı tepeyi
parsellemişler, Kalaba köyünün merasını iç etmişler, allem etmişler, kallem
etmişler, oraları almışlar, mahalleyi kurmuşlar. Veballeri onlara ait...
Biz de birisinin mülkünü satın aldık, oralı olduk.
Çocuk parkı var, sığınak var, çarşı var, pazar var, sinema yeri var,
dinlenme yeri var, her türlü şey düşünülmüş. Mahalle bir bütün olarak hazırlanmış,
her şey var, cami yok, cami yeri yok... Kilise yeri de yok, adamların dinle
imanla ilgili kaygıları yok...
Biz orda cami yapmağa kalkışınca, bir ev aldık, ezan okumağa başladık.
Şiddetle karşı çıktılar. Ezanın hoparlörünün kablosunu kestiler. Diyorlar
ki:
"--Çocuklarımız erken kalkıyor, uykuları yarım kalıyor, sıhhatleri bozulacak!.."
Yâni gerçek İslâm olmayınca, çeşitli madrabazlıklar, şaklabanlıklar
oluyor.
.........................
Yirminci Yüzyıl'da Allah'ın rızasını kazanmamız için, sahabe gibi çalışmamız
lâzım, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım!.. Asıl vazifemiz bu... Ama
sizin bu yaptığınız çalışmalar, bizim şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgiler,
ünvanlar, müktesebât bu asıl vazifeyi kuvvetlendiriyor.
Ben profesörüm, kartımı yanımda taşıyorum, her yerde çıkartıyorum: Prof.
Dr. Es'ad Coşan... Şaşırıyorlar. İlkönce beni köylü dayı sanıyor, hafız
sanıyor.
--E hafız nasılsın bakalım?..
--İyiyim.
--Hangi camide vazife görüyorsun?..
--Camide vazife görmüyorum.
--E nerde vazife görüyorsun; Diyanet'te misin, müstahdem misin?..
--Hayır, üniversitedeyim.
--Hademe misin?..
--Değilim, profesörüm.
--Aaa, özür dilerim hocam!
O zaman özür diliyor. Ha bu ünvan bir şey... Hem benim için bilgi, bilgi
kuvvettir; hem de karşı taraf için muteber bir şey...
Yazarken söylüyorum:
"--Ben sizin bildiğiniz her şeyi biliyorum, ama siz benim bildiklerimi
bilmiyorsunuz. Ben sizin bütün küfrünüzün röntgenini biliyorum. Böyle arkası
ışıklı cama takıp, sizin ciğerinizin neresi delik, onu biliyorum ben...
Ama sizin bir şeyden haberiniz yok!" diyorum, susuyorlar.
Bilmiyorlar. Sizin bu bilgileriniz, kuvvettir sizin için... Doktor olacaksınız,
inşaallah doçent olacaksınız, profesör olacaksınız; bunlar kuvvet... Ama
vazifemiz veterinerlik, doktorluk, mühendislik değil, bilmem ne filân değil.
Vazifemiz, Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın dinine hizmet etmektir.
Ama o yoldan, ama bu yoldan; ama hastanede, ama falanca bakanlıkta, ama
filânca makamda, filânca koltukta...
Hocamız Mehmed Zâhid Kotku, evliyâullahtan büyük bir zât... Vefat ederken
demiş ki:
"--Evlâtlarım, her şey boştur..."
Seksenüç yıl yaşamış bir insanın, hayatının sonunda söylediği söz:
"--Her şey boş evlâdım! Bakanlık boş, millet vekilliği boş, zenginlik
boş..."
Yâni hava, fasa fiso, kıymetsiz demek istiyor. Hattâ karşısındakiler
darılmasın diye söylemiş:
"--Şeyhlik boş, müridlik boş... Bütün iş, Allah'ın sevgili kulu olabilmek!.."
Allah'ın sevgili kulu olabiliyor musun?.. Burda böbürlenme, hindi gibi
kabarma, er yarın Hak divanında belli olur. Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına
vardığın zaman, bakalım durumun ne olacak?.. O zaman belli olur. İş Allah'ın
rızasını kazanmak muhterem kardeşlerim! (4)
* * *
Halkımız imam-hatip okuluna çocuklarını, imam-hatip olsun diye göndermiyor;
"Çocuklarım kaybolmasın, dinini imanını öğrensin!" diye gönderiyor. Kendisi
veremiyor dini tahsili, "Dînî tahsilini yapsın da, ne olursa olsun!" diye
gönderiyor.
Ben de çocuğumu öyle gönderdim. Benim oğlum imam-hatibe gitmek istemedi:
"--Baba, ben başka yerde okumak istiyorum!" dedi.
"--Evlâdım, ben ilâhiyat profesörüyüm ama, sana dinini öğretmeğe vaktim
yok! Günde sekiz tane yere uğruyorum. Sen burda imam-hatipte Arapça öğrenirsin,
sûreleri öğrenirsin; namazı, niyazı, orucu, haccı, zekâtı öğrenirsin, dinin
ahkâmını öğrenirsin. Şöyle bir din kültürü, kafanda biraz bir şeyler oluşur.
İmam-Hatip lisesini bitirdikten sonra, nereye istersen git!" dedim.
Ondan sonra da hakîkaten Amerika'ya gitti, işletme tahsili yaptı, geldi.
(5)
* * *
Benim babam --Allah uzun ömür versin, geçmişlerimize de rahmet eylesin--
her akşam tekkeye giderdi. Her akşam işinden gelirdi, akşam yemeğini beraber
yerdik. Yemekten sonra Abdül'aziz Hocaefendi Hazretleri'nin tekkesine giderdi.
Her akşam sohbet, her akşam zikir...
Bizi de belirli zamanlarda götürürdü. Her sabah namazını tekkede kılardı.
Bu bir ortam... Her akşam bazı insanlarla beraber olmak... Çok insanlarla
biz aynı sofrada yemek yedik, aynı kâseye kaşık salladık. Çok samîmî arkadaşlarımız...
Bunların bir kısmı bakan oldu, bir kısmı başbakan oldu, çok yüksek mevkîlere
çıktılar. Aynı sofrada oturduk, aynı safta namaz kıldık, aynı grup içinde
gezmeler yaptık ve Türkiye bir olay olduk biz... Hocamız'ın son görev yaptığı
camiden dolayı bize İskenderpaşa Cemaati diyorlar. Ama biz Türkiye'de tarihe
geçen bir grup olduk. Tarih yazacak bunu...
İskenderpaşa grubu diyecek, onlar şöyle yaptı, böyle yaptı diyecek.
Faaliyetlerimizden bahsedecek, yetiştirdiğimiz insanlardan bahsedecek.
Bizim tekkemiz reisicumhur yetiştirdi, başbakan yetiştirdi. Bu herkese
nasib olmuş bir şey değildir. (6)
e. Ölüm Tehlikesi ve Dua
Bu gibi olayları ben bir kaç sefer yaşadım. İnsanın en son anlarını
tattım yâni... Singapur'dan uçağa bindik. Bizim uçak kaza geçirdi,
güp, başladı aşağı gitmeye... Yere vurdu mu, hayatımız bitecek, tamam.
Uçak yere çakıldıktan sonra yolcusunun yaşama imkânı ne kadardır?..
Böyle doğrudan doğruya gidiyorduk, düz gidiyorduk, yatay
gidiyorduk.
Uçağımız bir duvara çarpmış gibi bir gümbürtü oldu, gümm diye... Herkes
koltuklarından öne fırladı. Benim önümde bir koltuk vardı. Ondan sonra
business class'ın duvarı vardı. Biz garibanlar yerindeydik, arka tarafta...
Ben önümdeki koltuktan da havaya uçup duvara çarptım, o duvarın önündeki
sıradaki adamın ensesine düştüm. Benim önümdeki adam, daha ön tarafa uçacak
bir yeri olmadığından üst tarafa çarptı.
Uçağın biliyorsunuz üst tarafında ışıklar vardır, hava ayarı yerler
filân vardır, hostesi çağırma düğmeleri vardır... Vallàhi güm diye orayı
kafası kadar deldi ve kafası kanlar içinde yere yığıldı. Arkadan ölenler
oldu. Bizim uçak aşağı gidiyor. Böyle gidiyoruz aşağı, "Hayat bu kadarmış,
ne yapalım?" diye düşünüyoruz.
Benim aklıma bizim hatun geldi. Dedim:
"--Bu hatun benim Hocamın bana emaneti, gideyim şunun yanına, kelime-i
tevhid telkin edeyim!" dedim.
Sürünerek yanına kadar gittim. Hanıma diyorum ki:
"--Eşhedü en lâ ilâhe
illallah..."
O da benim dediğimi demiyor, "Allahümme salli alâ seyyidinâ muhammed..."
diyor. Tutturmuş o da öyle söylüyor. Bu da fena değil. O da Peygamber Efendimiz'e
salâvat getiriyor. Ben "Eşhedü en lâ ilâhe illallah..." diyorum, o da "Allahümme
salli alâ seyyidinâ muhammed..." diyor.
Bir gümbürtü daha koptu, bir yere daha toslamış gibi olduk. Çok büyük
bir ses de çıkıyor, sarsılıyoruz da... Yâni bir kamyon veya bir otobüs
duvara çarpsa, o kadar ses çıkar. Düşünün ki bir insan yerinden kalkıyor,
öbür tarafa uçuyor. Arkadan boynu kırılanlardan ölenler filân oldu, sedyelerle
götürdüler... Bir daha çarptık düzeldik. Ben şöyle camdan baktım. Yine
yatay gitmeye başladık. Yâni aşağıya denize veya dağa çakılmadık. Kanatlara
baktım, uçağın kanatları sağlam... Ne olduğunu anlayamadık. Kimse de izahatta
bulunmadı.
Aşağı indik. Kimisi hastaneye, kimisi mezara, kimisi bizim gibi otele
gitti... Ben hâlâ yaşıyorum, karşınızdayım, görüyorsunuz. Ama o zaman ölebilirdik.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciùn. Hayatın son anını yaşadığımı hissettim.
En son dakikası, aşağıya çarptığın zaman iş bitecek. Ölümden üç-beş saniye
önceki duyguları tattım. Olabilir, her şey olabilir.
.................
Biz İstanbul'da Karaköy rıhtımından gemiye binerdik. Şiddetli lodos,
dalgaların çok olduğu zaman... Sarayburnu'na açıldı mı, lodos Kadıköy vapurlarına
çarpmaya başlar. Vapurun bir önü suyun içine dalar, bir arkası dalar, bir
önü bir arkası... O zaman Kadıköy vapurundaki açıklar saçıklar, herkes
bıdır bıdır dua eder. Neden? Gemi sallanıyor da ondan. Sıkıştı da ondan.
Amma güzel havalarda öyle yok.
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Pabucu ayağını vurmayınca;
Günahkâr da sayılmazdı,
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye!..
Orhan Veli'nin şiiri. Yâni ayakkabısı vurunca Allah diyor. Gemi sallanınca
Allah diyor, imtihan vaktinde Allah diyor. Dükkan sahibi borç ödeyeceği
zaman, "Yâ Rabbi beş param yok, kasa bomboş... Ne olur beni alacaklılara
karşı mahcup etme!" diyor. O zaman, başı sıkışınca dua ediyor. Bu makbul
değil. (7)
f. Allah Duaları Kabul Eder
Kendi hayatımdan bir misâlle açıklayayım, iyi kalsın hatırınızda: Ben
evlendiğim zaman, tayinim Ankara'ya oldu. Ankara İlâhiyat Fakültesi'ne
asistan gittim. Bir odalık bir ev buldum. Bir oda, bir mutfak; başka bir
şey bulamadım, ayaklarım patladı. İstiyorum ki, fakülteye yakın olsun,
her an evle irtibatlı olayım! Çünkü yeni evliyiz. Evde hanımı bıraktığım
zaman, o korkar; ben de ondan korkuyorum, onun başına bir şey gelmesin
diye... Yabancı bir yere gittik çünkü... Anamızın babamızın dizinin dibinden
ilk defa ayrılıyoruz. Onun için girdik böyle bir eve...
Ondan sonra o bir odalı evde, mahalleli bizi tanıdı. Bir dul kadın vardı,
bahçesinde müstakil müştemilâtlı bir evi vardı, üç odalı... Onun kiracısı
çıkarken, kendisi haber gönderdi: "Size vereceğim, buraya gelin!" dedi.
Biz de oraya geçtik.
Ama biz ilk defa İstanbul'da evlenmiştik. Eşyalarımızı bir kamyona yüklettik.
Gerede'de bütün saksılarımız donmuş, sıfırın altında kaç derece soğukta...
Eşyalar yıprandı. Ankara'ya geldik. Ondan sonra da ordan öteki eve geçtik.
Ben elimi açtım, dua ettim:
"--Yâ Rabbi, bizi evden eve gezdirme! Bundan sonra kendi evimize çıkart!.."
dedim. "Bundan sonra kendi evimize çıkalım!" diye dua ettim.
Ondan sonra bir zaman geldi. Bizim tanıdığımız birilerine giderken,
gelirken onların mahallesindeki evleri beğendik. Bahçeli evler, iki katlı
villalar, üst katları manzaralı, güzel... Bizim hacı hanım --o zaman hacı
değildik de-- dedi ki:
"--Oraya taşınalım!"
"--Yâhu hanım etme eyleme! Bu evlerin parası şu kadar, biz bunun parasını
veremeyiz!" derken, neticede bir kış günü oraya taşındık. Evler güzeldi,
ben de memnun oldum. O zamanın parasıyla doksan lira para verdik.
Oraya taşınınca, ben kendi içimden dedim ki: "Allah duamı kabul etmemiş.
Çünkü, burdan kendi evimize çıkalım dedik ama yine kiraya çıkıyoruz." dedim.
Kiralık bir eve gidiyoruz, üst kat, manzaralı, balkonu geniş, bütün ova
ayağının altında; fakat kira...
Aradan birkaç sene geçti, o ev bizim oldu. Kiracı gittiğimiz ev bizim
oldu. Demek ki duamız kabul olmuş, kendi evimize taşınmışız. Bizden önce
kimse girmemişti eve, sıfır...İlk defa biz girmiştik, ev bizim... Meğer
ev bizimmiş... İlkönce kendi evimize biraz kira verdik, ondan sonra ev
bizim oldu. Yâni, "Allah'a dua ettim, Allah duamı kabul etmedi." demeyin!..
..........
Onun için bu zikre de devam edin! Yolda, işte, vasıtada, otururken,
yürürken, hattâ yatakta uyumadan yatarken kalbiniz "Allah... Allah... Allah..."
diye zikretsin!..
Hocamız'la böyle seyahat ederdik de, bazan bir yerde misafir olduğumuz
olurdu. Bir seferinde Ankara'da bir evde misafirdik, salonda yatıyorduk.
Horul horul uyuyordu, bir taraftan da kendisinden muntazaman, "Allah...
Allah..." diye ses geliyordu. Ben hayret ettim.
Hocamız'la her zaman aynı yerde yatamazdık. Seyahat münasebetiyle böyle
aynı odaya, yan yana düştük. O salonun öbür tarafında yatıyor, horul horul
uyuyordu. Çünkü yaşlı, yoruldu. Bir taraftan da muntazaman "Allah... Allah...
Allah..." diye ses geliyordu. Uyurken de zikre devam ediyordu. Böyle çok
enterasan bir şey...
..........
Namazları evvel vaktinde kılın!.. Namaz çok kıymetli bir ibadettir,
evvel vaktinde namazı kılın!..
Bizim Hacı Hanım bu hususta hatırınızda kalsın, bir nümûne olarak...
Müezzin minareden inmeden namaza durur. Bazan ben seslenirim, "Hacı hanım
bir şey..." filân diyeceğim; bakarım, "Allahu ekber!" demiş, namaza durmuş.
(8)
g. Brisban'da Son Cuma Sohbeti'den
..........
Benim rahmetli anacığım bana anlatırdı: İki kardeş varmış. Bir tarlayı
beraber sürmüşler, harmanı beraber yapmışlar. Sapı samanı, buğdayı beraber
savurmuşlar. Birisi evliymiş, birisi bekârmış. Bir arabaları varmış, ortak
yapıyorlar her şeyi... Bir arabaya buğdayı birisi koyuyor, kendi evine,
anbarına götürüyor.
Ayırmışlar malı... Orda hemen buğdayı ayımışlar: Şu kadar buğday, şu
kadar da saman... Saman da lâzım! Bütün kış boyunca hayvanlar saman yiyecek.
Ayırmışlar eşit olarak...
Şimdi birisi arabayı alıyormuş, buğdayı dolduruyormuş, evine götürüyormuş.
Arkada kalan diyormuş ki:
"--Bu ağabeyim evli, çoluk çocuğu var; ben bekârım. Bunun ihtiyacı çok,
benim ihtiyacım az... Eşit böldük ama, onun ihtiyacı fazla... Onun haberi
olmadan, ben şuna biraz benimkinden vereyim!" deyip, buğdayından, samanından
ona veriyormuş.
Araba boşalıp gelince, sıra buna geliyor. Bu da arabayı dolduruyor,
kendi anbarına buğdayı götürecek. Bu sefer ağabeyi diyormuş ki:
"--Bu benim küçük kardeşim daha evlenecek, düğün masrafı var, paraya
ihtiyacı var; buna biraz daha fazla buğday vereyim!" diyormuş. Kendi tarafından,
o görmeden, kardeşinin tarafına buğday aktarıyormuş.
Taşıya taşıya, taşıya taşıya buğdayı, samanı bitirememişler. Çünkü Allah
bereket vermiş. Muhabbetten dolayı bereket vermiş.
...........
Bereketsiz oldu mu gider, bereketli oldu mu çoğalır. Mal da öyle...
Zekâtını verirsen, artar; verdiğin halde artar. Ağacın dalını kestiğin
zaman, budadığın zaman meyvası daha mı çok oluyor, daha mı az oluyor?..
Budadığın zaman daha çok oluyor. Kıyamıyorsun ağaca, budamıyorsun; o sene
mahsul olmuyor.
Bizim Yalova'daki bahçede, aldılar ellerine testereyi... İlkönce dediler:
"--Burda elli tane eski, yaşlı elma ağacı var, keselim bunları hocam!"
"--Yok yâhu..." dedim. Canım gidiyor, bir ağacı kesmek olur mu, elli
tane ağaç, çeşit çeşit. "Kesmeyin!" dedim.
"--Budayalım!" dediler.
Bir budadılar. Allahım, nasıl Yalova elmaları oldu!.. İri, güzel...
Geliyor arkadaşlar:
"--Hocam, sizin tarlaya gittik, hakkınızı helâl edin, elmalardan yedik..."
Afiyet olsun! Elhamdü lillâh, Allah vermiş.
Budamadığın zaman; budamadık bir iki sene, ihmâle geldi. Dörtyüz tane
fidan ektik, yüz tane gül ektik, ama Seyhan yok... Seyhan'sız gül ekince,
güller olmadı. Ağaçlar şey oldu.
Kaman'dan doksan tane ceviz getirdim. Kaman cevizi yumurta gibi iri
olur, ince kabuklu olur. Ellerinle kırarsın çatırt diye, çetin ceviz olmaz.
Tutmadı, olmadı, bakamadık fidanlara... Bakmak istiyor, Ali Bingöl gibi
çalışkan olacaksın, ateş gibi olacaksın, durmayacaksın. Tenbel oldun mu,
olmuyor. Toprağı ne kadar işlersen, o kadar verim alıyorsun. Fidana ne
kadar bakarsan, kökünü açarsan, suyu verirsen, o kadar güzel oluyor.
* * *
Ben üniversitede asistanken, kendi maaşımdan bilirim. Ben maaşımı bilmem.
--Maaşın ne kadar?..
--Vallàhi işte şu kadar, takrîbî bir şey...
Millet kuruşuna kadar hesab eder. Gider bir de muhasebeci ile kavga
eder:
"--Sen vergiyi yüzde bilmem kaç yapmışsın da, şu kadar düşmüşsün de,
benim hesabıma göre şöyle de, bilmem ne de..."
Ben hiç anlamam o işlerden. "Allah bereket versin!" der, cebime koyarım.
Gelirler:
"--Hocam, işte köye gideceğiz, yol paramız yok da, bize biraz borç verir
misin?.."
"--Al!.."
"--Hocam çok sıkıştım da, bilmem ne de..."
Memur, hakîkaten doğrudur, sıkışmıştır.
"--Al!.."
Ben ay sonuna parayı bitiremem. Memurun maaşı, eni ne boyu ne, eti ne
budu ne, kilosu ne, ağırlığı ne?.. Benim maaş bitmez. Verdiğim borçları
da unutuyorum. Aradan bir zaman geçiyor, birisi geliyor diyor ki:
"--Hocam, al şu parayı!.."
"--Hayırdır inşaallah, ne parası bu?.."
"--Senin paran..."
"--Nereden benim param?.."
"--Ben senden falanca zaman borç almıştım."
"--Ha öyle mi, iyi hatırlıyor musun? Ben hatırlamıyorum."
"--Hatırlıyorum, hatırlıyorum. Al!.."
Unutuyorum. Hesap tutmuyorum, unutuyorum ne kadar olduğunu... Ondan
sonra, getirip veriyor.
* * *
Ben üniversite hocası olarak sahip olamayacağım mallara mülklere sahip
oldum. Neden?.. Küçük parayla bir yer aldım, çok para ediverdi. Sekiz on
kişi ortaklaşa bir arsa aldık. Bölündü, bana da bir hisse düştü. Mithat
Ağabeyimle bana en fenâlarını verdiler. Arsanın en güzel yerlerini öteki
arkadaşlar aldılar. Birisi demiş ki, "Bana en güzel yerini verirseniz,
ortaya şu kadar para veririm!" demiş. Öbürü, "Ben de onun yanındakini alayım,
babamla yanyana olayım!" demiş. Herkes böyle güzel yerleri almaya başlayınca,
Mithat Ağabeyim demiş ki:
"--Siz hepiniz alın, bize en sonrası kalsın!" demiş, çekilmiş kenara.
Ağabeyimin öyle dervişçe huyları var. Ondan sonra da bana geldi:
"--Es'ad, sen şu üstteki arsayı al! Çünkü alttaki dış komşularla ilişkili,
belki başını ağrıtırlar. Sen hocasın, dünya işleriyle uğraşamazsın, üsttekini
al!" dedi.
Üsttekinin alanı yüz metrekare daha büyük. Birisi 1350 metrekare, birisi
1450 metrekare... Millet karışını hesaplıyor.
Müteahhit gelmiş ağabeyime, bizim arsaya talip olmuş. Ağabeyim dedi
ki:
"--Es'ad, arsaları müteahhide verelim!"
"--Ağabey, ben istemiyorum. Kendi arsamı müteahhide verince, müteahhit
bir kısmına sahip olacak... Kendi arsamda otururum. Emekli olunca bir ev
yaparım. Manzaralı, temiz havalı bir yerde otururum. 1450 metrekare arsa,
Türkiye'de az bir şey değil, güzel bir şey..." dedim.
"--Yok, sen ev mev yapamazsın!" dedi.
Doğru, memur ne yapacak, mümkün değil yapamam.
"--Yapamazsın sen, bunu müteahhide verelim!" dedi.
"--Pekiyi ağabey..." dedim
Büyük ağabey baba gibi hürmetli, hürmet edilmesi gerekiyor. Ağabeylerin
de hatırı var.
Müteahhide vermiş. "Pekiyi ağabey..." dedim. İmza, vekâlet bilmem ne...
Müteahhide verilmiş.
"--Evi nasıl yapacağım?"
"--Bilmem, ne yaparsan yap?"
"--Oturacak mısın, satacak mısın?.."
"--Satılır..."
Hiç ilgilenmiyoruz biz. Nerede olduğunu bilmiyoruz arsanın, evi de bilmiyoruz.
Alırken çok iyi bir fiyata aldık, bu hâle geldi iş. Hiç bilmiyoruz evi...
Sonra bizim hanım dedi ki:
"--Yâ gidelim şu evi bir görelim! Madem bizim evimizmiş..."
Kadınlar biraz daha [uyanık] oluyor, bizler daha safız. Safız biz, saf...
Hanımlar daha iyi düşünüyor böyle şeyleri...
"--Bir görelim!" dedi.
"--Ne yapacaksın?" dedim.
"--Belki beğeniriz, biz otururuz." dedi.
"--Yâ biz orda oturamayız, orası sayfiye yeri... Pazar günü gezinti
yeri... Oraya çayıra çimene millet gelir. Davul zurna, eğlence, içki...
Orda barınamayız biz!" dedim.
"--Yok, bir gidelim!" dedi.
Amaniiiiin, gittik bir gördük ki, saray!.. Bir pembe renge boyamışlar,
bir de gri renkli kuşaklar yapmışlar. Öyle bir güzel evler ki... Tripleks,
müstakil ev, üç katlı... Müteahhit yapmış, benden para mara istemedi. Yâni
arsanın yarısı onun oluyor, mülkün yarısı onun oluyor; onun ücreti olarak
bize yapılıyor. Anaaa, 395 metrekare tutuyor bir daire!.. Elhamdü lillâh!
Rüya gibi bir şey... "Çimdir bakalım baldırını, rüyada mısın, uyanık mısın?"
diye anla kendini.
Hacı Hanım dedi ki:
"--Biz burda oturalım!"
"--Yâ hanım, ben emekli bir profesörüm. Bu evde otursak, kalorifer parasını
ödeyemeyiz biz maaşımızla..."
"--Yok, oturalım." dedi.
Hem de oturduk. Şimdi ben diyorum ki:
"--Benim arsanın üstüne gökten Allah köşk düşürdü, pat diye, lap diye
oturdu iki tane... Hem de çatlağı, matlağı yok."
Bizim arsaya dört tane ev çıktı. Beğenilmeyen arsalar uzun olduğundan,
alanı büyük olduğundan başkalarına göre daha fazla oldu. Gördün mü Allah
rast getirince, nasıl oluyor. Çok misalleri var yâni, anlat anlat, bitmez.
* * *
Vefat ettiğin zaman, senin mallarını evlâtların arasında taksim ederken,
erkeğe kızın hissesinin iki misli veriliyor. Hisse öyle. Meselâ, benim
iki kızım bir oğlum var... Mal ikiye bölünecek, yarısı oğlana gidecek.
Öteki yarısı da kızlara gidecek. Yâni yarım yarım. Bu yüzde elli aldıysa,
onlar yüzde yirmibeşer alacak meselâ...
--Hanımın payı?..
Hanımın payı da, sekizde bir. Evlâdı oldu mu, kocası öldü mü, sekizde
bir alır kadın. Medenî hukukta başka bunlar, Kur'an-ı Kerim'de böyle...
Ama bizim hanım diyor ki:
"--Biz beraber öleceğiz!.. Beraber gideriz." diyor.
"--Allah hayırlı ömür versin!.." diyoruz biz de... (9)
* * *
Bir insanın rızkı, eceli, nerede öleceği; bu Allah'ın hep bildiği, yazdığı
kader, mukadderat, alın yazısı... Yâni, Hindistan'da ölmesini murad etmişse;
Hindistan'dan bir davet çıkar, oraya gider.
Şimdi ben coğrafya kitaplarında görüyordum Avustralya'yı... Ne param
yeter, ne aklımın köşesinden geçer Avustralya'ya gitmek... Bizi oradaki
arkadaşlarımız çağırdılar: "Aman Hocam, konferans var, üniversitede eğitim
var, bilmem ne..."
"--Gelemem, edemem!" diyor, insan kalkıyor gidiyor oraya...
Yâni eceli oradaysa, diyecekler ki:
"--Es'ad Hoca Avustralya'ya gitti, vefatı oradaymış..." diyecekler,
öyle olacak.
Allah cümlemizi sevdiği bir kul olarak, sevdiği bir işi yaparken, hayır
üzerindeyken canımızı alsın... (10)
NOTLAR:
(1) Şubat 1992 - Gemlik / BURSA
(2)
07. 11. 1992 - ANKARA
(3)
11. 02. 1992 - Bakırköy / İSTANBUL
(4) 28. 08. 1997 - New Castle / İNGİLTERE
(5) Eylül 1997, İNGİLTERE
(6) 27. 09. 1997 - Creglingen /ALMANYA
(7) 01. 09. 1997 - New-Castle / İNGİLTERE
(8) 22.
07. 1995 / Pensilvanya / USA, Hanımlara Zikir Dersi
(9) 02. 02. 2001 - Brisbane / AVUSTRALYA
(10) 29. 12. 1991 - İskenderpaşa / İstanbul.
|