.

ABDÜL'AZİZ BEKKİNE RH.A HAZRETLERİ 
(1895-1952)

Dr. Abdüllatif Duygulu

a. Çocukluğu ve Gençliği

Abdül'aziz Bekkine Hazretleri hicrî 1313, miladî 1895 yılı civarında İstanbul Mercan'daki evlerinde dünyaya geldi. Babası tüccardan Mehmed Molla oğlu Haris Efendi, annesi Fatma Hanımdır.

Haris Efendi aslen Kazan'lı (Rusya) olup, 1880'lerde ailesi ile İstanbul'a göç ettikten sonra Asmaaltı'nda toptan yağ ticareti ile meşgul olmuştur. Kazan'ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı. Kazan'da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı.

Hocaefendi'nin ailesi o zamanlar Rus tebaasında idiler. O günkü hükümetin tutumu dolayısıyla 1909 yılında ailesiyle birlikte Kazan'a gitti. Kazan'da bir süre kaldıktan sonra, Buhara'ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsil etti.

1917'de Rusya'da Bolşevik ihtilâli olunca, Kazan'da şartlar çok olumsuz hale geldi. Bolşevikler Kazan'a ve Türkmenistan'a doğru ilerliyorlardı. Annesi ve babası da daha önce Kazan'da vefat etmişlerdi. Abdül'aziz Efendi de kardeşlerini alarak İstanbul'a dönmeğe karar verdi. İki anneden 5'i erkek, 11'si kız olmak üzere 16 kardeştiler.

1918 yılında Kazan'tan trenle Bakü'ye, ordan Batum'a gelmişler. Batum'dan da İstanbul'a bir Türk gemisi ile gelmişlerdir.

Kısa bir müddet erkek kardeşleri ile beraber Asmaaltı'nda bir dükkân açıp çalıştırmışsa da, sonra dükkânı kapatıp, bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.

* * *

Dr. Mazhar Özman diyor ki: Bana çocukluk ve gençlik hayatından bahsettiği hadiseler oldu:

"Ben 5-6 yaşından itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah namazı vaktine kadar bahçemizdeki ağaçlarda öten kuşların öterek, 'Huu... Huu...' deyip Allah'ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde;

'--Benim sağlığımda dinlen evliyâ, benden sonra çalışırsın!' derdi.

Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de:

'--Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna...' derdi.

Sonra hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik.'" (1)

* * *

Çocukluğu garip tecellilerle doludur. Onun sokakta garip bir yürüyüşü vardır. Ellerini arkasına bağlar, öne yıkılacakmış gibi eğilip, ayaklarının üzerine bakar ve sallanarak yürürdü. Kendisine bu garip yürüyüşünün sebebi sorulduğunda:

"--Ben bunu büluğ çağına basarken, beni yolda yürürken seyreden komşuların beni aptal sanmalarını arzu ettiğim için bu şekilde yürümeyi adet edindim. Kimsenin beni farketmesini, benimle meşgul olmasını istemiyordum." diye cevap verirdi.

Abdül'aziz Efendi'nin gençliği üstüste acılar ve ayrılıklarla doludur. Kendisini dinleyenler ondan şunu naklediyorlar:

"Bolşevik ihtilali olmuş, Kazan'dan İstanbul'a geliyorduk. Gençtim, yanımda kız ve erkek kardeşlerim vardı. Bakü'ye geldik. Onları otele bıraktım. Rahat ibadet edebilmek için civar tepelerde ıssız bir yere gittim. Orada bir kovuk buldum. Bakü'de kaldığımız zaman, o kovuğa girip ibadet ediyordum. Son gittiğimde garip bir tecelli içinde kendimi buldum. Adeta Arş'ın üzerinde ve Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin huzurunda kendimi hisseder gibi oldum. Oradan bütün kainatı seyrediyordum. Ne zaman ki, kardeşlerim aklıma geldi, kendimi kovuğun içinde buldum." (2)

* * *

Gemide geçen bir hadiseyi Hocaefendi bir arkadaşımıza şöyle anlatmıştır:

"Birgün sohbet esnasında Hocaefendi'ye şöyle bir sual sordum:

'--Efendim bu memleket nasıl kurtulur?'

Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:

'--Rusya'dan İstanbul'a dönerken Batum'dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında yaşlı ve fakir bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere yurvarlanıp kaldı.

Bu durumu kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve istanbul'a kadar da yanında misafir etti.

İşte evlâdım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur."

Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir: Bir İtalyan kaptanın yaşlı fakir bir adama karşı gösterdiği olgun ve insani davranışı, bir Türk ve müslüman olan kontrol memuru, İslâm'ı bilip yaşamadığı için gösterememiştir.

Öyleyse insanlarımıza İslâm'ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını sağlamak icab edecektir. (3)

b. Tahsili ve Mânevî Eğitimi

Abdül'aziz Efendi okul öncesi Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi'den Arapça ve din dersleri almış, daha sonra Dârüttedris Mektebi'ni bitirmiştir. 1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a gittiklerinde orada ilim tahsili yapmış, daha sonra Buhara'ya geçerek orada 5 sene devrin tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etmiştir.

Babasının vefatından sonra, Kazan'dan mecburi bir göçle 1918'lerde İstanbul'a geldiklerinde bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.

Nadide bir yaratılışa sahip olan Hacı Aziz Efendi İstanbul'a döndükten sonra büyük bir azimle mürşid-i kâmil arayışına çıkmış ve feyz alacağı kapıyı kendisi aramaya başlamıştır. Hacı Aziz Efendi mürşid arayışını bize şöyle anlatmıştır:

"Kazan'dan İstanbul'a döndükten sonra artık bir mürşide bağlanma zamanının geldiğine inanmıştım. Biliyordum ki insanın mânevî olarak olgunlaşması ve ilerlemesi bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun hizmetinde bulunmakla olabilir. Bunu daha çocukluğumda hem öğrenmiş, hem anlamıştım. Bu sebeple İstanbul'daki mürşid-i kâmil olarak tanınmış kimseleri soruşturup onları ziyaret etmeye başladım.

İlk olarak Eyüp'te ikamet eden tanınmış bir zâtı ziyarete gittim. Elini öpüp karşısına oturdum. Kendisi murakabe haline geçti. Ben de gözlerimi kapadım ve başımı kalbimin üzerine eğdim. Bir de ne göreyim, o zâtın göğsünde: (Hàzà ebû zeheb) "Bu altın babası" yazılıydı. Hemen müsaade isteyerek yanından ayrıldım.

Gene mürşid-i kâmil aramak maksadı ile yaptığım ikinci ziyaretimde zamanın tanınmış büyüklerinden Nakşî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi nâmı ile mâruf bir şeyh efendiyi ziyaret ettim. Kendisi Hacı Feyzullah isminde bir şeyh efendinin halifelerinden olup, çok sevilen bir zât idi. Epeyce kısa boylu, mülâyim, zarif bir zâttı.

Kendisini ziyarete gittiğimde bir duvar saatinin altında oturmuş, başını göğsüne eğmiş, gözlerini yummuş, tefekküre dalmış bir vaziyette buldum. Ben de karşısına oturdum, gözlerimi kapadım ve başımı kalbime eğerek beklemeye başladım. Derken saatin tik-takları ile Allah'ı zikretmekte olduğunu duydum. Başının üzerindeki saat, 'Allah Allah...' diyordu. O zaman başımı kaldırıp gözümü açtım. O da gözünü açı ve bana saati işaret ederek:

'--Bizim dervişin zikrine agâh oldunuz galiba?' dedi.

Onun üzerine ben içimden tamam bu hazretten ders alınır diye düşündüm. O zaman bana:

'--Evlâdım senin nasibin bizde değil, ara, bulacaksın. Ama madem ki bize kadar geldin, sana bir nasihatte bulunayım.' dedi. 'Dervişlik çok güzeldir. Ona talip ol, fakat mürşidliğe talip olma, çok zor bir iştir.' dedi." (4)

Nihayet takdir edilen vakit, saat gelmiş, Abdül'aziz Efendiyi, Çarşıkapı Medresesindeki yakın arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi, kendi mürşidi Mustafa Feyzi Efendi'ye götürmüştür.

Mustafa Feyzi Efendi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'nin halifesidir. Kendisinden sonra dördüncü postnişin olarak irşad vazifesinde bulunmuştur. O zaman Gümüşhaneli Dergâhı, Bâbıalide vilayetin karşısında, Fatma sultan Camii yanında idi.

23 yaşında Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab eden Abdül'aziz Efendi, onun sohbetlerine devam etmiştir. Sonunda Hazret'in himmetiyle mânevî eğitimini tamamlamış, 27 yaşlarında iken hilâfet mertebesine ulaşmış ve kendisine irşad salâhiyeti ve icâzetname verilmiştir. (5)

Ayrıca Râmûzül-Ehàdîs kitabını da okutma icazeti almıştır. Bütün hayatı boyunca binlerce talebeye, maddî ve mânevî sahada, ilim, irfan ve insanlık öğrettikleri gibi, bu eseri de defalarca okutmuşlar ve tercümelerini takrir etmişlerdir.

İlk vazifeleri Beykoz'da bir camide başlar. Daha sonra Aksaray'da bir camide devam eder. Yazıcı Baba, Kefevî, Ümmü Gülsüm camileri onun feyz kürsüleri olur. 13 yıl Ümmü Gülsüm Camisi'nde vazifesi devam etmiştir.

Bu cami Unkapanı'ndan Saraçhane'ye çıkarken Bulvarın sağında biraz içeridedir. Fakat içinde çok feyizli sohbetlerin yapıldığı ahşap meşrutası istimlâke uğramıştır.

İkinci haclarından döndükten sonra, yakalandıkları hastalıktan kurtulamayarak, daha genç denilecek bir yaşta, 57 yaşında rahmet-i Rahmân'a kavuşmuşlardır. Tarih 2 Kasım 1952 Pazartesi günü, öğle vakti civârıdır. Kabirleri Edirnekapı Sakız Ağacı Şehidliğindedir. (6)


c. Çeşitli Hal ve Vasıfları

Hocaefendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Pazuları kuvvetli idi. Bir koyunu rahatça yatırır, keser ve yüzerlerdi. Orta boyluydu. Genellikle vasıtaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi.

Allah vergisi olarak kendileri deha mertebesinde bir zekâya sahipti. Hangi meslekten tahsil ve kademeden olursa olsun, onunla konuşup sohbetinde bulunan herkes kendilerinin zekâ ve ilmine hayran kalır ve o zamana kadar böyle bir kimseye rastlamadıklarını kabul ve itiraf ederlerdi.

Kendisinin medrese ve yol arkadaşı Bursalı Mehmed Zâhid Efendi de bir sohbetinde: "Aziz Efendi talebeliği zamanında arkadaşları arasında ayrıca zekâsı ile de temayüz etmişti." şeklinde buyurmuşlardı.

Esasen veciz hitabeti, ince sual ve sevapları bunun açık işretleri olduğu gibi, kendileri "Mü'minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar." hadis-i şerifine tam mânâsı ile uyan ve insanın iç ve dışını okuyan bir bakışa sahipti. Hiç görmediği bir kimsenin karakterini sadece fotoğrafına bakarak söyleyebilirdi.

İnsan her gün, her saat kendisi ile beraber bulunsa gene de ona ve sohbetlerine doyamaz ve ayrıldıktan sonra da, bir an önce yanlarına dönmek için can atardı. Sohbetler genellikle sualli-cevaplı ve ilgi çekici olur ve katılan insan oradan maddî ve mânevî büyük bir zevk alırdı. Bu hususta tahsilli, tahsilsiz, zengin, fakir, yaşlı, genç farketmezdi.

Sohbetlerinde zaman da mevzu bahis değildi. Genellikle yatsı namazından sonra oturulur ve icabında sabahlanırdı da. Bir kimse dışarıdan sohbet odasının ışığını yanar görmüşse, gecenin hangi saatinde olursa olsun, çekinmeden kapının zilini çalıp içeri girebilirdi.

Sohbetlerinin bu doyulmazlığı hakkında şu iki misalle iktifa edelim:

Felsefe mevzuundaki doktorasını Paris'te yapmış olan rahmetli Doç. Dr. Nureddin Topçu Bey, bir gece Hocaefendi'nin sohbetinde bulunduktan sonra saat 02-03.00 sıralarında arkadaşı ile yanından ayrılırlar. Henüz dış kapıdan yeni çıkmışlardır ki, Nureddin Bey bir an duraklar ve arkadaşı Sırrı Bey'e:

"--Yahu Sırrı tekrar içeri girsek ayıp olur mu?" demekten kendini alamaz.

Diğer bir hadise de şöyledir:

Hocaefendi ilk haccına giderlerken hudut köylerini yaya geçmek ve köylerde gecelemek durumunda kalır. Gece kaldığı köylerde akşamki sohbete dayanamamış bir çok kişi, sabah kendisi ayrılırken:

"--Keşke sizi hiç tanımasaydık Hocam." dedikleri vâkî idi.

Sabır mevzuunda şöyle söylediği nakletilmiştir:

Bir gece sohbetinde Hocaefendi:

"--Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?" diye bir sual sordular.

Herkes bir şeyler söylediyse de tatmin olmadılar. Sonra kendileri şöyle buyurdu:

"--O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamayacağı, anlaşılabilir, hakikî tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, (ilk darbede) hiç şikayet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse, ona sabırlı değil, mütehammil insan denir."

Tevekkül hususunda da şöyle buyurdukları nakledilir:

"--Bir kimse mütevekkil oldu mu, kendisinden istikbâl endişesi alınır."

Mü'minin dünyaya bakışı hakkında da şu görüşü nakledilir:

Bir gün şu suali sordular:

"--Mü'min dünyaya nasıl bakar?"

Herkes bir şey söyledi. Neticede sualin cevabını yine kendisi verdiler:

"--Mü'min'in nazarı öyledir ki, dünyadaki zevk ü sefâya bakar; arkasında cehennemi görür. Meşakkate, hizmete bakar; arkasında cenneti görür. Yâni mü'minlerin nazarı bu dünyaya takılmaz."

Bir de nefis mevzuundaki sözlerine bakalım. Rifat Tandoğan şöyle anlatıyor:

Hocaefendi'yi görüp, sohbetine devama başladıktan sonra, içimden gelen bir hisle dargın olduğum arkadaş ve akarabalarımla barışmayı düşündüm ve gidip özür dileyip, onlarla barıştım. Diğer taraftan da, "İzet-i nefsimi ayaklar altına mı alıyorum?" diye de bir düşünceye kapıldım. Hocaefendi'ye bu durumu anlattığımda gülümseyerek:

"--Senin nefsinin izzeti var mı?" dediler. Ben de:

"--Evet Hocam, izzet-i nefsimiz yok mudur?" dedim. Onun üzerine:

"--Nefsin izzeti olur mu? Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz. Ancak vasfın izzeti olur. Meselâ öğretmenlik, babalık ve hocalık gibi. Ve kim ki vasıflıdır, o izzetlidir." buyurdular.

Hocaefendi'nin maddi mânâdaki cömertliği ise anlatılmakla bitirilemez. O zamanların 30-40 liralık imamlık mâşının tamamını icabında olduğu gibi muhtaçlara yollar, babasından kendi hissesine düşen geliri hemşehrilerine verir ve gerekirse ihtiyacı olan bir kimseye toplu yardımlar da yapardı.

Hanımı nakletmiştir:

"--18 senelik evlilik hayatımızda hiçbir geceyi uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı."

Hasip Efendi Hazretleri'nin de kendileri için:

"--Aziz Efendi geceleri hiç uyumaz, onun işi Allah'ladır." buyurduğu nakledilmiştir.

Ancak öğleden biraz evvel (vakit bulurlarsa) kaylule uykusu uyurlardı.

Vefatından sonra bir zâtın dediği, "Hocaefendi canına cömertti." sözü onun cömertliğini gayet iyi anlatır. O hakikaten öyle idi ve öyle oldu. Kendini talebelerinin ve toplumun yetişmesi yolunda feda etti.

Gündüz demedi, gece demedi, sabahlara kadar oturup, anlattı, izah etti, karşısındakini ikna edip hidayetine ve doğru yola gelmesine vesile olmak için didindi durdu. (7)

d. Hocaefendi'nin Mizacı

Abdül'aziz Efendi, kendilerinde Allah'ın celâl sıfatı tecelli etmiş bir mürşid-i kâmil idi. Abdül'aziz Efendi insanlara karşı gayet mültefit, hoşgörülü, çok cömert, kimsede kusur aramayan ve görmeyen bir yapıya sahipti. Kendisinde Celâl sıfatını tecelli etmiş olduğunu ve bunun Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'den itibaren nasıl tecelli ettiğini bir kere şöyle anlatmıştı:

"Gümüşhâneli Hazretleri'nin kurmuş olduğu dergâh öyle bir dergâhtır ki, burada posta oturan mürşidlere Allah'ın bir tecellisi vardır. Posta oturan hocaefend'nin birinde Allah'ın celâl sıfatı, bir diğerinde Allah'ın cemâl sıfatı tecelli etmiştir. Şöyle ki: Ahmed Ziyâüddin Efendi'de celâl sıfatı, Hasan Hilmi Efendi'de cemâl, İsmâil Necati Efendi'de celâl, Ömer Ziyâüddin Efendi'de cemâl, Mustafa Feyzi Efendi'de celâl sıfatı vardı." (8)

Bu hal sonradan da devam etti. Kanaatimizce Hasib Efendi'de cemâl, Abdül'aziz Efendi'de celâl, Mehmed Zâhid Efendi'de cemâl, Mahmud Es'ad Efendi'de de celâl sıfatı tecelli etmiştir. Allah CC hepsine rahmet etsin, şefaatlerini nasib etsin...

Dr. Mazhar Özman şunları nakletti:

Bir gün Hacı Aziz Efendi Hazretleri'nin yanındaydım ve kendisine cemâl ile celâl sıfatları arasında ne fark vardır diye sordum. Bir taraftan düşünüyordum: Cemâl sıfatı tecelli etmiş Hocaefendi ile, celâl sıfatı Hocaefendi talebesine acaba nasıl muamele eder. O zaman tıp talebesiydim. Hacı Aziz Efendi bana şöyle cevap verdi:

"--Yâni ne zannediyorsun, dahiliyecinin merhameti merhamet de, cerrahın merhameti merhamet değil mi?.." (9)

* * *

H. Nail Sürel anlattı:

Bir gün öğleden sonra Hocaefendi'nin yanında iken bana "Nail haydi gel Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri'nin hanımını ziyarete gidelim." dedi.

Valide hanım o sırada Koca Mustafa Paşa'da oturuyordu. Zeyrek'ten ana caddeye çıkınca Rahmetli Fevzi Çakmak Paşa'nın cenazesine rastladık. Hocaefendi bana:

"--Gel biraz arkasında yürüyelim, sevaptır." dedi.

Bir miktar yürüdükten sonra Koca Mustafapaşa'ya yöneldik yayan olarak Valide Hanım'ın evine geldik.

Valide Hanım hatm-i hâcegân yapamamaktan şikayet etti, "Bizi takip ediyorlar." dedi. Ve ilaveten:

"--Hasan Hilmi Şeyhim derdi ki: 'Allah'tan korkandan korma, Allah'tan kormayandan kork.' biz de bu sebepten biraz çekinmekteyiz." dedi.

O zaman Hocaefendi biraz celâlli olarak:

"--Biz ne Allah'tan korkandan korkarız, ne de kormayandan..." deyince Valide Hanım:

"--Tabii siz erkeksiniz, sizin mânevî dereceniz başka olur." dedi.

Ben o sırada odanın uzakça bir köşesinde konuşulanları dinlemekteydim.

Daha sonra oradan ayrıldık. Vakit ikindiye çok yakındı. Camiye yürüyerek yetişmemiz mümkün değildi. Hocaefendi "Benim nasıl gideceğim belli olmaz." deyip benden ayrıldı. Sonradan Hocaefendi'nin camisine ikindi namazına yetiştiğini öğrendim. Allah-u âlem Hocaefendi tayy-ı mekânla namaza yetişmiş olmalıydı." (10)

* * *

Vaktiyle Mahmudpaşa Camii'nin imam ve hatipliğini yapmış ve o zamanki Gümüşhâneli Dergâhı'nın postnişini Hasan Hilmi Hazretleri'ne mensub bir zâttan bahis geçmişti. Hocaefendi bize şunu anlattı:

"Bu zât, tekkede Hilmi Efendi Hazretleri'ne uzun bir zaman hizmette bulunmuş. Şeyh Efendi dünyasını değiştirmek üzere bulunduğu bir sırada, bu zâtı yanına çağırarak şöyle demiş:

"--Bize uzun zaman hizmet ettin, bizden ne istersin?"

Bu zât da:

"--Şeyh Efendi, bana dua buyurun, çok zengin olayım." demiş.

Hocaefendi bunu anlattıktan sonra gözlerinin açarak ve biraz da hiddetlice bir şekilde şöyle dedi:

"--Adamın istediğine bakın, ahiret dururken bakın ne istiyor? İstesene iman selâmetini, istesene Allah'ın rızasını!.."

Bu zât hakikaten çok zengin olmuş. Fakat ömrünün sonuna doğru garip ve yoksul bir kimse gibi dünyasını değiştirmişti. (11)

* * *

Sırrı Bey anlattı:

Bir pazar günü ikindi üzeri şöyle bir şey içime doğdu:

"--Hocam, senin duydukların bir duyabilsem, senin gibi bir hâlim olsa." dedim.

Maksadım şeyhlik filan değildi. "Bu hal nice bir haldir, bir an o hali yaşasam ondan sonra bana birkaç günlük bir ömür yeter." diyordum ve kalktım gittim. Yanına vardğımda Hocaefendi bir hadis kitabı okuyordu. Elini öptüm, oturdum.

Bana:

"--Sana bir vakıa anlatayım." dedi.

Ben de:

"--Buyurun Efendim..." dedim:

"--Oğlum, Buhâra'da bir tekkeye bir yabancı gelmiş. Biraz sohbetten sora yemek zamanı gelmiş. Şeyh efendi misafire, o zamanki Buhâra'nın meşhur yemeği olan ballı paça'dan ikram etmek istemiş. Halbuki tekkede yemek var, misafirini ağırlayabilir, fakat ballı paça yokmuş.

Bu düşünce, şeyh efendinin gönlünden geçedursun, müridlerinden kalb gözü açık, hilâfet makamına ermiş birisi, beş-on dakika sonra ballı paçayı getirip, misafir ile şeyh efendinin önlerine koşmuş. Şeyh efendi bu halden pek memnun olarak misafire buyur etmiş. İçinden de "Bu müride ne isterse verelim!" demiş.

Misafir gittikten sonra şeyh efendi o müride:

"--Gel oğlum, bizden ne istersin?" demiş.

O da:

"--İman selâmeti ve duanız bereketini isterim." demiş.

Şeyh efendi:

"--Oğlum, gönlünden geçeni söyle bana!.." deyince o mürid:

"--Efendim, benim istediğim şeyi bilirsiniz." demiş. Şeyh efendi yine:

"--Dışarı çıkar gönlündekini." demiş.

"--Mürid bu sefer Benim istediğimi verir misiniz?"

Şeyh efendi:

"--Söz, vereceğim." deyince, o da:

"--Beni kendin gibi yap!" demiş.

Şeyh o müride:

"--Oğlum tahammülü zor bir şey istedin ama, söz bir defa bizden çıktı, geri almayız." demiş.

Müridi yanına almış. Kırk gün saim-oruçlu bir vaziyette beraber halvette kalmışlar. Sair müridân ikisine de hizmet etmişler.

Kırk gün sonra halvetten iki şeyh efendi çıkmış, ikiz kardeş gibi. Müridân, şaşırmışlar ve ayırmaya imkân yok. Nihayet aradan bir kırk gün geçmiş ve birisi vefat etmiş. Geride kalan:

"--Ey müridlerim bu dünyasını değiştiren, arkadaşınız falan efendi idi. Benden benim gbi olmayı istedi, verdik. Fakat ancak kırk gün dayanabildi. Ömrü de tamam olmuştu. Haydi techiz ve tekfinine mübâşeret eyleyiniz!" demiş.

Aziz Efendi bunu anlattıktan sonra, bana:

"--Sakın, isteme oğlum, tahammül edemezsin!" dedi. (12)

e. Hocaefendi'nin Rüya Tabir Etmesi

Dr. Mazhar Özman anlattı:

Hocaefendi bir gün bize bir ahbabından bahsediyordu. Bu zât Allah düşmanlarını yerermiş. Kendisi bir rüyasını Hocaefendi'ye şöyle anlatmış:

"Rüyamda büyük bir camiye girmişim, orada arkası dönük olarak Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz oturmuşlar. Büyük bir halka kurup zikir yapıyorardı. Sağ tarafında Hazret-i Ebûbekir RA, sol tarafında Hazret-i Ömer RA oturuyodu. Hazret-i Ebûbekir RA'ın yanında bir kişilik boş yer vardı. Ben içeriye girdiğim zaman Peygamber Efendimiz SAS bana arkası dönük olduğu halde:

'--Filanca oğlu filanca geldi.' dediler. Ve sağa dönerek: 'Yâ Ebûbekir, şimdi gelen zât Allah düşmanlarını sevmezdi. Onu halkaya alınız!' dedi ve beni halkadaki boş yere oturttular."

Hacı Aziz Efendi şöyle devam etti: "Bu rüyayı dinledikten sonra kendisine:

'--Yakında vefat edeceksin, gidip insanlarla helalleş.' dedim.

Bir hafta sonra hanımı telaşla bize gelerek bana dedi ki: 'Bizim Efendi yandaki odada oturuyordu, yüksek sesle 'Allah' diye bağırdığını duydum. İçeriye girdiğimde vefat etmişti.'"

Bunun üzerine Hocaefendi bize:

"--Bu zât hayatı boyunca herkese: 'Allah de dur!' derdi. Bu defa kendisi 'Allah' dedi, durdu." dedi. (13)

* * *

Sırrı Bey'den:

Abdül'aziz Efendi hayatta idi. Şöyle bir rüya görmüştüm: Hocaefendi önde yürüyor, ben de arkasından gidiyorum. Hocaefendi yolda üç köşe döndü. Her köşeyi dönerken arkasına bakıyordu. Üçüncü köşeyi dönünce, birden kayboldu.

Bu rüyayı Nureddin Bey'le Celâl Hoca'ya anlattık. Celâl Hoca önce düşündü, bazı şeyler okudu ve sonra:

"--O zât senin mürşidindir, üç vakit sonra vefat edecek." dedi.

Aynı rüyayı Hocaefendi'ye anlattığımda o da:

"--Oğlum bizim vefatımıza az bir zaman kaldı. Üç vakit var; üç ay mı, üç yıl mı bilmem!" dedi.

Hakikaten, o rüyadan üç yıl sonra Hocaefendi vefat etti. (14)

f. Hocaefendi'nin Takvâsı

Hocaefendi Hazretleri'nin Allah korkusu ve takvâsı sünnetlere düşkünlüğü ve bağlılığı anlatılmayacak kadar büyüktü. Takvâsını anlatmak için sadece şunu nakletmek kâfidir:

Birgün uzaktan gelen hilafet arkadaşlarından bir zât bir hatm-i hâcegân sonunda kendisine:

"--Efendim, etrafta sivil polis olması muhtemel insanlar dolaşıyormuş. Tedbir olarak bir müddet hatimlere biraz ara verseniz nasıl olur?" dedi.

Hocaefendi buna karşılık:

"--Ben böyle bir emir almadım." dedikten sonra "Biz korkmaktan korkarız." dedi. Ve ilave etti: "Esâsen ipler Allah'ın elindedir. Tedbir alırsan da, o isterse ayağına dolaştırır."

"Biz korkmaktan korkarız." sözü ile Hocaefendi kanaatimizce, "Biz Allah'tan başkasından korkmaktan korkarız." demek istemişti. Ve Hocaefendi bize takvayı yâni Allah'tan nasıl korkulacağını böyle güzel bir sözle anlatmıştı. (15)

* * *

Hocaefendi kendisinin o güne kadar hiç diş ağrısı çekmediğini söylemiştir. Bunu bir gün Hocaefendi bize şöyle anlatmıştı:

"Ben hayatımda bu yaşıma kadar hiç diş ağrısı çekmedim. Bu şöyle tecelli etti: On-oniki yaşlarındaydım. Rusya'da, Kazan'daki evimize babamın mürşidi ve arkadaşı gelmişti. Misafir odasında toplantı yapıyorlardı. Beni içeriye almamışlardı. Ben kapının dışından konuşanları dinliyordum. Bir ara babamın şeyhi:

'--Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas bir Fatihâ okuyan diş ağrısı çekmez.' dedi.

Ben hemen kapının dışında Veysel Karâni Hazretleri'ne üç İhlas, bir Fatihâ okudum. O günden bu güne kadar Allah'ın izniyle hiç diş ağrısı çekmedim." (Bu hatıra Prof. Dr. Mazhar Özman tarafından nakledilmiştir.) (16)

* * *

İkinci ve son haclarında (1952) kendilerine yol arkadaşı olan merhum Hacı Fuat Pirinççi şu hadiseyi anlattı:

"Hac için Mina'dan Arafat'a çıkıyoruz. Otobüs geldi, hepimiz bindik. Hocaefendi otobüsün en önünde ve sağ tarafta oturuyordu.

Şoförümüz sarıklı, sakallı, değişik, garip bir kimse idi. Arabaya binince arabanın içindeki herkesi teker teker çok yakından süzdü. En son Hocefendi'ye sıra geldi. Ona dikatlice baktı. Ve eliyle işaret ederek, (Hàzà hacı) 'İşte tam hacı' dedi.

Bu lafın üzerine Hocaefendi otobüsten indi ve yürüyerek Arafat'a gitti. Mekke'ye dönünceye kadar bir daha kendisini göremedim." (17)

g. Tevekkül ve Teslimiyeti

Abdül'aziz Hocaefendi:

"Tevekkülün ilk basamağında insanın üzerinden istikbâl endişesi alınır." derdi.

Hocaefendi hayatında iki defa hacca gitmiştir. İlk haccı bekârlık zamanında 1930'da olmuştur. Bu yıllarda vatandaşlara Hac için pasaport verilmiyordu. Hocaefendi bu sırada arkadaşlarına "Ben hacca gidiyorum." demiş ve pasaport dahi almadan çıkıp gitmiştir.

Bir sohbeti sırasında bize, hududu yürüyerek geçtiğini söyledi. Hududu geçtikten sonra Suriye'de bir köyde gecelemiş. Başlangıçta köylüler kendisinden çekinmişler. Fakat sohbetten sonra kendilerini çok fazla sevmişler. Hacaefendi bu köyde beş gün kalmış. Köyden ayrılırken köylülerin hepsi ağlayarak, "Keşke seni tanımasaydık Hocam." dediklerini evvelce bildirmiştik. Daha sonra Hocaefendi Kudüs'e, oradan da Hicaz'a geçmiştir.

Bir gün bize şöyle demişti:

"Hacca giderken bir endişem vardı. O da acaba doya doya zemzem içebilecek miyim diye düşünüyordum. Zira bir hadis-i şerifte: 'Münafıklar doya doya zemzem içemezler.' buyurulmaktadır. O zaman zemzem kuyudan kova ile çekilirdi. Zemzem kuyusunun başına gitiğimde bana da bir kova zemzem uzattılar. Kovayı başıma diktim, hepsini içmişim. Rabbime hamd ettim, çok sevinmiştim."

* * *

Tıp talebesi idim. Hocaefendi hastalık hususunda bize şunları söyledi:

"Allah CC bir kuluna şifa verecekse sudan da verir. İnsanların hasta olduklarında bir hekime gitmek mecburiyetleri yoktur. Yâni hekime müracaat etmemelerinde mes'ul olmazlar. Fakat ehliyetli bir hekime müracaat ederse, sebebe tevessül etmiştir. Bu durumda hekimin söylediğine uyması gerekir. Yoksa mes'ul olur."

İslâm'da her şeyde olduğu gibi hekimlikte de ehliyet aranır. Bu bakımdan kendisine sormuştum: "Kadın, kadın doktora mı gitmelidir?" sualime: "Kadın doktorla, erkek doktor aynı ehliyete sahipse, kadın kadını tercih eder. Erkek daha ehliyetliyse o zaman erkeğe gider." cevabını vermiştir.

Hocaefendi'nin o esnada oniki yaşındaki büyük oğlu Mahmud hastalanmıştı. Yüksek ateş ile yatıyordu. Bu hastalık birkaç gün sürdü. Ben tıp talebesi idim. Hocaefendi Mahmud'un hastalığını benimle konuşuyordu. Hastayı ziyarete gelenlerin arasnıda Vedat ağabeyim vardı ve Hocaefendi'ye:

"--İzin verirseniz Mahmud'u bir doktora götürelim." dedi.

Hocaefendi ise:

"--Götüreceğim, götüreceğim de Allah'tan utanıyorum." dedi.

* * *

Hocaefendi kendisine gelen zekâtı ve yardımı evinde bekletmez, ihtiyacı olanlara hemen o gün dağıtırlardı. Her hususta olduğu gibi bu hususta da Peygamber SAS Efendimiz'in yaşayışına uyuyorlardı.

Bir gün kendisiyle otururken bana şu hadiseyi naklettiler:

"Dün evde baktım ki hiç erzak kalmamış, yanımda da harcayacak para yoktu. Rabbime iltica ederek dedim ki:

'Yâ Rabbi! Vereceksen ver... Artık bakkaldan borç da almayacağım.'

Tam o anda bizim hanım yukarıda, seslendi:

'--Hocaefendi, paltonun cebinden 50 lira çıktı. Sen mi unuttun?'

'--Hayır, ama ihtiyaçlar için kullanabilirsin.' dedim."

* * *

Bir zamanlar cami tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. bu darum üzerine bir arkadaşımız Hocaefendi'ye namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu:

"--Efendim biraz para toplayalım da camiyi tamir edelim!" dedi.

Hocaefendi'nin bu teklifine cevabı şu oldu:

"--Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: 'Para ateştir, ateşe de Rufaîler karışır.' Bizim para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir müslüman çıkar camiyi tamir eder."

Bu konuşmadan onbeş gün geçmemişti ki, Hocaefendi ile oturuyordum. Fatih Belediye Doktoru Fuat Bey geldi ve dedi ki:

"--Efendi Hazretleri ben emekli oldum ve ikramiye aldım. İzin verirseniz bu paranın yarısı ile camiyi tamir edeyim, diğer yarısı ile de hacca gideyim."

Hocaefendi bu teklifi uygun gördü. Cami para toplamaya lüzum kalmadan tamir edilmiş oldu. Cami tamir edilirken Dr. Fuat Bey de hacca gitti ve hacı oldu, döndü.

Hocaefendi bir gün bana:

"--Hacı Dr. Fuat Efendi Hac'dan dönmüş, ziyaretine gidelim." dedi.

Beraber gittik. Bir hafta sonra yine bir sabah yanına vardığımda:

"--Hacı Dr. Fuat Efendi vefat etti. Gidelim cenazesini kaldıralım." dediler.

Dr. Fuat Efendi'nin cenazesinin yıkanmasında bulunduk, kabrine gittik. Cenazeyi Hacı Aziz Efendi ile beraber kabre indirdik. Ve talkını bizzat Hocaefendi verdi. Hocamız bize vefalı olmayı, tevekkül ve teslimiyeti, haliyle bir kere daha anlatmıştı.

* * *

Diğer bir misal de şöyle:

Hocaefendi'nin ihvanından çok zengin bir kadın bir gün kendisine gelip diyor ki:

"--Hocaefendi kocamdan çok mülk kaldı. Akrabam yok ve çocuklarım yok, yâni varislerim yok. Müsaade ederseniz caminizin biraz ilerisindeki üç katlı bir apartmanımı, çocuklarınızın ihtiyacı olur diye size vermek istiyorum?"

Bunun üzerine Hocaefendi:

"--Biz şu anda caminin meşrutasında oturuyoruz. Evsiz değiliz. Siz onu evsiz birisine veriniz." buyuruyorlar.

İşte Hocaefendi'nin tevekkül ve teslimiyet anlayışı böyleydi. (18)

h. Sohbetleri ve Sohbet Tarzı

Hocaefendi'nin Cemaatı ve ihvanı ile çok yakın alâkası vardı. Bazı üniversite talebelerinin ricası üzerine "Senirkent" gazetesinde birkaç köşe yazısı çıkmıştı. Bunlar gayet kısa ve özlü idi. Bunları matbaacı bir arkadaşa verdik, maalesef geri alamadık. İşte birinin son pragrafında Hocaefendi hatırladığımıza göre şöyle söylemişti:

"Hülâsaten denilebilir ki: Hakk'a kulluğunu idrak eden kimseye, halka hizmet borç olur."

İşte Hakk'a kulluğunu hakkıyla idrak eden Hocaefendi cemaatini ve ihvanını yetiştirmek için bu anlayışı içinde borcunu ödemişti.

Borç kabul ettiği bir hizmetini yaparken belki de Allah'ın kendisine ilham etmiş olduğu ömrünün kısalığını da düşünerek uyku uyumadan gece gündüz demeden, her zaman cemaati ve ihvanıyla beraber olmuş onlarla sohbet etmiş, onlara Râmûz el-Ehâdis okumuş ve eğitilmeleri için bütün ömrünü harcamıştı.

Hocaefendi'nin eğitim sistemi ise sualli cevaplı idi. Kendisi soru sorar ve arkadaşlarından teker teker bu suale cevap vermelerini sabırla beklerdi. Bu bir bakıma Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddîn Efendimizin ve Peygamber SAS Efendimiz'in eğitim sistemine uymaktadır.

Bazen bir sabahtan ertesi sabaha kadar 24 saat hiç durmadan sohbet ettiği olurdu. Sohbet odasında ışık yandığı müddetçe, her an, gecenin her saatinde zili çalıp içeri girilebilirdi.

Bazen de sohbette gecenin üçte ikisi geçtikten sonra bizlerle hatm-i hâcegân yapar, bazı geceler de sehere yakın bizlerin yalnız başımıza ibadet etmemizi isterdi. Arkadaşların böyle hep beraber bulunup, sonra yalnız başına Allah'ı zikretmelerini bir nükte ile şöyle anlatırdı:

"Cemaat ördeklere benzer. Ördekler bir yiyecek ambarına doğru koşarken, kendi paytak yürüyüşleriyle iki yana sallanarak sanki: 'Hep beraber, hep beraber...' diyerek koşarlar.

Fakat yeme ulaşınca, yemi yerken de: 'Herkes başlı başına, herkes başlı başına...' dermiş gibi başlarını öne arkaya hareket ettirirler."

İşte böylece anlatırdı ki, sohbetten sonra bizler de başlı başına tesbih çekerek Allah'ı zikredelim!

Hocaefendi ihvanına, "Mümkün olduğu kadar ehl-i tarîk olmayanla görüşmeyiniz!" tavsiyesinde bulunurdu. Kendisine hikmeti nedir diye sorduğumda:

"--Gönlü Allah'la meşgul olmayan insanların, gönüllerinde gafletten dolayı toplanan sıkıntılar, gönlü açık olan kimselerin gönüllerine naklolur. Geçici zaman da olsa onları Allah'tan uzaklaştırır."

Bize bunu da tavsiye ederdi:

"--Size Allah'ı hatırlatanlarla arkadaşlık yapınız!"

Hocaefendi'nin bize nasihatlerinin arasında dünya ile ilişkimizi tarif ederken şöyle derdi:

"--Dünyaya misafir olarak yerleşiniz, ev sahibi olarak yerleşirseniz gitmeniz çok zor olur. Ve insanlara kendinizi sevdirerek yaklaşınız."

Hocefendi'nin ihvanını terbiye ve eğitim metodunun içinde, onları başkalarıyla temas ettirmemesi de vardı. Ancak yetişmiş olanları bal arısına benzetirdi. "Bal arıları her çiçekten bal alırlar ama, bu balı kendi kovanlarına getirmeleri lâzımdır. Şayet başka kovana götürürlerse, o kovanın kapısındaki koruyucu arılar tarafından öldürülürler." derdi.

Hocaefendi ihvanına karşı çok zaman mürşidliğin yanında bir babanın evlatlarına gösterdiği yakınlığı da göstermiştir. Talebelerinin mânevi hayatı kadar maddi hayatı ile de meşgul olmuştur.

* * *

Ehliyetli olmayan kimselerle ihvanını görüştürmemesine yaşadığımız bir misali verelim:

Hasib Efendi'nin sağlığında beş altı kişilik bir arkadaş grubu Hasib Efendi'nin ihvanından olan vaiz Şeref Güzelyazıcı'nın evine haftada bir kez dini sohbete gidiyorduk. Bu arada Hacı Aziz Efendi'nin de sohbetlerine gelmeye başladık. Şeref Hoca'nın anlattıkları zamanla aklımızı karıştırmağa başladı. Son gittiğimizde fenâ fillâh mertebesini tarif etmişti ki, hem anlamamıştık, hem de kafamız iyice karışmıştı.

Bir gece yatsı namazında Aziz Efendi'nin camisinde toplandık. Namazdan sonra Şeref Hoca'nın evine gidecektik. Kapıda toplu halde bulunuyorduk ki Hacı Aziz Efendi bize, içeriye girin diye işaret etti. Arkadaşlar: "Efendim biz Şeref Hoca'nın sohbetine gideceğiz." dediler. Hocaefendi biraz sert olarak: "Size içeriye girin dedik ya!" diye buyudular. Onun üzerine içeriye girdik.

Hayatımızda bir daha ne o hocaefendiye, ne de başka bir hocaefendinin sohbetine gidemedik. Anlamıştık ki talebeyi mânevî bakımdan korumanın en önemli yolu bu idi.

Hocaefendi sohbetlerinin yanına kısa bir müddet sonra Ramûz el-Ehâdis okutmayı ilave etmişti. Pazartesi ve perşembe geceleri evinde; pazar günleri ikindiden sonra camide bu hadis derslerine devam ederdi. Genellikle gece de Ramûz'dan dört ya da beş sayfa okurdu. Hocaefendi fazla açıklama yapmadan hadis-i şeriflere yalnız mânâ vererek okuturlardı. Bu şekilde 562 sayfalık Ramûz el-Ehâdis'i, bir sene üç ay gibi kısa bir zamanda bizlere okuyup mânâlandırmışlardı.

* * *

Hocaefendi'ye bir mürşid ile oturma, konuşma, istemek âdâbının nasıl olduğunu sordum. Buyudular ki:

"--İnsan mürşidi ile beraber oturduğu zaman önüne veya kalbine bakmalı, mürşidin gözüne bakmamalıdır. Mürşidlerimizden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi ihvanına 'Asla dünyaya ait bir şey istemeyiniz.' buyurmuşlardır."

"--Efendim mürşide sual lisanen mi sorulur, gönülle mi sorulur?" diye sorduğumda ise, şöyle cevap verdiler:

"--Bu soruyu ben de Şeyh Efendi'ye sormuştum. Buyurdular ki: 'Her ikisi de olur, biz gönül yolunu tercih ettik.' Ben de gönül yolunu tercih ettim."

Ben de içimden dedim ki: "Ben de gönül yolunu seçeceğim. Hocamın himmet ve kerametiyle gönülden sorduğum her sorunun cevabını aldım.

Bir de şu hususu belirteyim ki Hacı Aziz Efendi'ye bir sual sorduğumuzda bize verdikleri cevapta, "Şeyh Efendi bu mevzuda şöyle demişti..." ibaresiyle cevaba başlardı. Hiç bir zaman kendilerinden bir şey söylemezlerdi.

* * *

Yine bir gün beraber oturuyorduk. Bize İslâm'da istikameti anlatmak sadedinde şöyle buyurdular:

"--İki nokta arasından bir doğru geçer. İkinci bir doğru geçmez. İnsan doğum ve ölüm arasında bu tek doğru üzerinde yürümelidir. Bu doğrunun adı sırat-ı müstakîmdir. Allah'ın müslümanlara tarif ettiği tek doğru yoldur. Ve müslümanların da ayrılmaması gerekli tek doğrudur."

Biraz durdu ve ilave ettiler:

"--Şayet insanoğlu bu doğru yolda yürürken başında veya ortasında bu yoldan ufak bir açıyla saparsa, zamanla ilerleyerek hedeften çok uzaklara gider ve bir daha hedefe ulaşamaz.

Bu yol, tek yönlü bir yoldur, geriye dönüşü yoktur. İstikametini kaybetmeyen insanlar, bu yolda yüz yüze gelemezler. (Tefrikaya düşmezler.) Ön arka olarak yürürler. Öndekiler güçlü iseler, arkadakileri çekerler. Arkadakiler güçlü iseler, öndekileri iterler. Yâni sırat-i müstakîmde yürüyen müslümanlar asla karşı karşıya gelmezler. Asla tefrikaya sapmazlar. Tefrikalar müslümanların istikametlerini kaybettiklerini gösterir." (19)

* * *

Hocaefendi bize hadiselere ve insanlara nasıl bakılacağını çok zaman anlatıyordu. Bir gün sohbetine gelen meczub yapılı, çok garip sözler söyleyen bir adama istemeyerek uzun müddet güldüm. Hocaefendi güldüğümü görüyordu. Nihayet bu meczub zât gitti. Hocaefendi bana döndü ve dedi ki:

"--Senin bu adama gülmen neye benziyor biliyor musun? Sırtına zor taşıyacağın kadar yük vurmuşlar, bu yükün altında kan ter içinde Zeyrek yokuşunu çıkıyorsun; yanından sırtında hiç yük olmayan, güle oynaya koşarak yokuşu çıkan adama gülüyorsun. Oğlum, akıllı hesap verinceye kadar, meczub çoktan cenneti bulur. Kendisine yük olarak akıl verilmiş adam akılsızlara gülmez, kendi yükünü nasıl taşıyacağını düşünür." (20)

* * *

Hocaefendi yine bir sohbetlerinde bir mürşidin tasarrufu kendinden olmayıp, vekili olduğu sâdâttan --kendisinin bağlı olduğu tarikın Peygamber SAS'e kadar dayanan büyüklerinden-- geldiği hususunu şu sözlerle ifade etmişlerdir:

"--Makamda oturan kimse, bu makama kendi isteğiyle gelmemiştir. Bizim bir hususiyetimiz yoktur. Ben sâdâtın bana emrettiklerini uygulayan bir insanım. Ben kullanılan bir insanım, kullanan değil." (21)

* * *

Hocaefendi'ye cezbe hakkında bir sual sorduğumda şunları söylediler:

"--Cezbe bu yolda pek makbul sayılmaz. Bu insanoğlunun Allah'ı gönlüne sığdırmadığı mânâsını taşır. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri hatm-i hâcegân esnasında yüksek sesle 'Allah!' diye bağıran bir dervişi dışarıya çıkartmıştır. Ve dervişlere dönerek: 'Bizim halkamızda ancak Allah'ı gönlüne sığdırabilenler bulunur.' demiştir."

Hocaefendi cezbe hususunda devamla:

"--Cezbeye riya da karışır. Hakiki cezbe çok değişik haller gösterir. Bir kere Beyazıt Camii'nde oturuyor ve Kur'an dinliyordum. Bir sütunun yanında idim. Yanımda bulunan zât birden cezbelendi ve başını olanca şiddetle taşa vurdu. Adam kendine geldiği zaman hiç bir şey hatırlamıyordu. Başında hiç bir iz yoktu.

Diğer şahit olduğum bir cezbe hali Galata Mevlevîhânesi'nde vuku buldu. Beyaz şalvarlı bir genç semâ yaparken kendinden geçiyor ve yerden bir metre kadar havalanıp havada dönüyordu. Bunu ayrı ayrı iki defa seyrettim.

* * *

Hocaefendi yapılan amelde Allah rızasının dışında hiç bir şey düşünülmemesi gerektiğini sık sık tekrarlardı. Bunun ne incelikte olduğunu bir kere Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretleri'nin uygulaması ile bize anlatmıştı:

"Büyük şeyh Efendi (Gümüşhânelî Hazretleri) yatsı namazından sonra dervişleriyle hatm-i hâcegân yapar ve hatimden sonra dervişlerine birer çay ikram edermiş. Bir gün Hasan Hilmi Efendi'ye (Kendisinden sonra posta oturan ilk halifesi):

'--Bundan sonra hatimden sonraki çay ikramını kaldırınız!' buyurmuş.

Birkaç gün sonra da Hasan Hilmi Efendi'ye

'--Çayı neden kaldırttım biliyor musun? Kış günü dervişler uzaktan geliyor. Yolda gelirken, hatimden sonra bir de çay içeriz diye düşünürler, Allah'n rızasından uzaklaşırlar. Onun içi kaldırttım.' demiştir." (22)

* * *

Hocaefendi mürşid-i kâmilin dervişe tasarrufunu tarif ederken dervişleri ata benzetmişti:

"--Atların bir kısmı dizginleyip dizginleri elimizde tutarız. Onlar dizginleri bizim elimizde olarak hareket ederler. Bir kısmının dizginlerini çıkarırız. Onlar dizginsiz hareket ederler, onlar eğitildiği için kendilerini kaş göz işaretiyle idare ederiz." buyurmuşlardır. (23)

i. Necdet Oral'dan:

Hasib Efendi'nin evindeki hatm-i hâcegân sabaha kadar sürmezdi. Sünnete çok uygun hareket eden insandı. Yatsıdan sonra öyle uzun boylu oturmak yoktu. Aziz Efendi'de oturulurdu ama, Aziz Efendi'nin ömrü kısaydı. O kendini biliyordu. Hasib Efendi de biliyordu bunu...

Sohbette sordular:

"--Hoca Efendi, Allah ömür versin ya, hani sizden sonra bizler ne yaparız, nereye gideriz?" dediler.

Bunun üzerine dedi ki:

"--A be düşünmeye gerek yok, bizden sonra Aziz vardır. Biraz da ona devam edersiniz." dedi.

Meğerse bunun daha devamı da varmış. Mehmet Zâhid Kotku Efendi için:

"--A be, ondan sonrakinin ömrü bize uzun görünür." demiş.

Bu sözünü de sonradan öğrendim.

İnsanlar çeşitli şekilde imtihana tabi olabiliyorlar. Aziz Efendi'nin bir sözü vardır:

"--Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel'undur. Şeyh imtihan etmez. 'Şu adama helâları süpürteyim de, bakayım içinden bir şey geçiyor mu?' demez. Ya küfre düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah'ındır. Şeyh bu işi yapmaz." dedi.

* * *

Hasib Efendi'nin evinde otururken, Aziz Efendi yanı başında bulunurdu. Vefatından evvel her gün Aziz Efendi, bir Kur'an çantası ile sık sık Hasib Efendi'ye giderdi. Karşılıklı Muhammediye, Ahmediye gibi büyük kitaplar okurlardı. Aslında o okuma, bir ilim tahsilinden çok sanki makam teslimiydi.

Bir gün ben Hasib Efendi'ye gittiğimde, o okumalarına rastladım. Hasib Efendi oturuyor, yatağının içerisinde ders okuyor Arapça olarak... Aziz Efendi de onu kitaptan takip ediyor. Arapça bir cümle okuyor, ona bazen: "Şurdaki ibâre bu demektir." diyor. Derken Aziz Efendi aniden Hasib Efendi'ye şöyle dedi:

"--Hocaefendi! Bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?.."

Hasib Efendi:

"--Yok yok kalkmaz! Bil'akis derler ki, şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir." dedi.

* * *

Aziz Efendi, yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan görünümünde idi. Hocaefendilerin her biri yaşayış tarzları ile bizlere çok güzel örnekler vermeye çalışmışlardır.

Aziz Efendi o zaman Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii'nde imamdı. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını besleyebilmek için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş. O evliya zat, her gün hale gidermiş, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirirmiş, keçilerini beslermiş. Bize bunları anlatırken, "O sebze artıklarını, tek tek ellerimle topladım." derken, gözyaşımı tutamadım.

Osman Ağabey, bir gün Aziz Efendi'nin oğluna sordu:

"--Babandan unutmadığın bir hatıran var mı Mahmud?" dedi.

O da:

"--Osman Abi, belki çok şey var ama ben babamın, halin önünden sebze artıklarını toplayıp, çuvala koyup da o yokuştan (Zeyrek yokuşu), burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş vaziyette gelişini bir türlü unutamıyorum." dedi.

* * *

Bir gün bir kadın gelip, hasta olan çocuğuna okuması için, Aziz Efendi'ye yalvarmış. Rahmetli okumak istemiş, ama sonra düşünmüş; "Ben okuyamam!" demiş. Kadın üzülüp gitmiş.

Sonra bize dedi ki:

"--Sakalımın altından geç derim ama, yol olur. Bir kişiyi okursam, yarın üfürükçü hoca ismini koyarlar. Allah'ın lütfuyla bir de çocuk iyileşir de, bir de meşhurluk afeti çıkar bize..."

* * *

Bir gün Aziz Efendi'ye sordular:

"--Müslüman kadının kıyafeti nasıl olmalı?"

Cevap olarak dedi ki:

"--Oğlum müslüman kadının kıyafeti görüldüğünde dikkati çekmeyen, ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarını kısm-ı âzamını örten bol bir baş örtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, müslin çorap, düz ayakkabı pekâlâ olabilir."

* * *

Bir başka olayı da Aziz Mahmud'dan dinlemiştim. Kendisi Fatih Camii baş imamı idi. Aziz Efendi'nin arkadaşı idi. O anlattı bize:

"--Ben belediye harasının muhasebesini tutuyordum. Mart ayı geldi. 31 Mart'ta hesaplar bağlanacak, muvazene yapılacak, yani denk gelecek. 31 Mart'a iki gün kaldı, ben hesabı denk getiremiyorum. Müdür beni çağırdı:

'--Bu iki gün içinde hesabı denk getiremezsen, sen de iş ara, ben de iş arayayım!' dedi.

Bunun üzerine Aziz Efendi'ye gittim:

'--Muvazene yapamıyorum, vaziyet kötü... Ufacık bir fark var, tutmuyor hesap!' dedim.

Aziz Efendi:

'--Sen o defteri getir buraya!..'dedi.

Hemen eve gittim. Defteri aldım geldim. Baktım, Aziz Efendi abdest almak üzere kollarını sıvamış, yerde bağdaş kurmuş oturuyor.

'--Gel yanıma otur, sayfaları çevir!' dedi.

Ellerini gösünde kavuşturmuş, ben de sayfaları birer birer açıyorum. Bir iki derken, bir sayfaya geldik. Aziz Efendi parmağı ile sayfanın yukarısından aşağı tarayıp bir satırda durdu, o satırdaki rakamın üzerine getirdi:

'--Şu rakama dikkatlice bak!' dedi. Sonra, 'Tamam kapat!' dedi.

Kalktım ben eve gittim. Faturaları yeniden aradım, taradım, o faturayı buldum; 69'u 96 yazmışım, takdim te'hir hatası... Ancak Hocaefendi'nin yardımından sonra hesabı düzeltip, hesap bilançosunu denkleştirip müdüre teslim ettim." (24)

j. H. Necati Coşan Efendi'den:

Velînimet pek muhterem büyüklerimizin hal ve hayatları hakkında zihnimde canlandırabileceğim hatıralarımı, tanımayanlara tanıma, muhiblerine de rahmet ve hayır dua ile anma vesilesi olması ümidiyle dile getirmeye çalışacağım:

Aynı ailenin ikiz evlâdı gibi birbirini çok seven Abdül'aziz Bekkine ve Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri ulûm-u dîniyye tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki çalışmayı, yâni halveti yapmışlar; füyûzat ummanı Rasûlüllah SAS Efendimiz'den gelen has ve saf kaynaktan, talib ve lâyık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlar. Netice olarak İslâm aleminin mümtaz ve güzîde simaları olan geçmişlerine halef ve sultan namzedi olmuşlardır.

Abdullah Hasib Efendi Hazretleri'nin 15 Mayıs 1949 yılında vefat etmesiyle boşta kalan o yüce makàma, tercih mevzu-u bahis olmaksızın merhumun işareti veya tavsiyesi ile, o zaman Ümmügülsüm Camii imamı olan Abdül'aziz Efendi gelmiş idi.

Bir arkadaşımız Abdül'aziz Efendi'den bahsetti ve bizi alıp yanına götürdü. Bu sûretle tanımış olduk.

O sıralarda kayınbiraderle beraber çalışıyorduk. Kayınbirader dedi ki: "Enişte, ben dükkânı bekliyorum. Sen başka bir iş bulup onunla meşgul olursan, geçimimize destek olur." dedi. Bunun için Abdül'aziz Efendi'ye müracaat ettik:

"--Efendim, işimiz bozuldu, dükkâna devam ihtiyacı yok... Şimdi siz ne buyurursunuz, ne yapalım?" dedik.

"--Hazırlan, müezzinlik imtihanına girersin!" dedi.

Onun bu tavsiyesi üzerine müezzinlik imtihanına hazırlanıyordum. Ali Rıza Hakses de Fatih müftüsü oldu. Bunun üzerine imtihan açtı. Bu imtihanda biz birinci olmuşuz. Müezzin maaşı 60 lira, benim ev kiram 60 lira... "Bu beni geçindirir mi?" diye içime bir şüphe geldi amma, onların tavsiyesi olduğu için, bu düşünceyi içimden kovdum.

İmtihanı kazandıktan sonra, Ali Rıza Hakses beni çağırdı. Bizim kullandığımız kelimeleri ve yazıyı beğenmiş:

"--Burada 125 lira ücretli Kur'an kursu kadrosu var... Seni oraya tayin etsek de, sen orada kâtip olarak çalışsan olmaz mı?" dedi.

Gittim, Abdül'aziz Efendi'ye sordum. "Pekâlâ..." dedi. Ben de bunun üzerine görevi kabul ettim. Fatih Müftülüğü'nde görev yaptık.

Ondan sonra İstanbul müftü kâtipliği intikal etti. Benim tahsilim olmadığı için, orada netice alacağımı ümid etmiyordum. Bu yüzden hiç oranın imtihanına müracaat etmeyi düşünmemiştim. O zamanın İstanbul Müftülüğü mümeyyizi Remzi Bey geldi, benim masamın başına dikildi:

"--Bir dilekçe yaz, imtihana gireceksin!" dedi.

Ben:

"--Hazırlanmadım, tahsilim yok, belgem de yok... Herhalde yapamam!" dedim.

Çok ısrar etti ve dilekçemi aldı. Bir saat sonra da imtihana çağırdı. Bu imtihanda da birinci olmuşuz. Ben kendi halimi biliyorum, bunların Abdül'aziz Efendi'nin duası neticesi olduğuna kànîyim.

O mübarek, o kudsî görevi dinlenme ve istirahat payı ayırmadan, gece gündüz kapısını muhib ve ziyaretçilerine açık tutarak, sanki muayyen ve mahdut bir zaman zarfında tesviyeye mecbur olduğu borcunu ödeme veya taahhüdünü yerine getirmenin tâkat üstü âzâmî gayreti içinde hizmetinin sonu gelmiş; ilâhî takdir gereği, her fânî gibi ircii bekà ederek yüce Mevlâsına kavuşmuş, herhalde layık olduğu vuslat saadetine erişmiştir.

Kendisi Hazret-i Ali Efendimiz'i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Saçı sakalı sarışın, kol ve pazuları kalınca, her halde güçlü kuvvetli, göğsü geniş, yüzü heybetli idi. Bazı kere tüyleri ürperten bakışlarına ve ciddî tavırlı görünmesine mukàbil, misafir ve ziyaretçilerine hitab ve iltifatı gayet olgun, latîf ve çok tatlı olurdu.

Münazara edası içinde sohbet vesîlesi olan konuşmalardan son derece hoşlanırdı. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden konuşmalardan sonra, evde abdest tazeleyip, yatmaya fırsat kalmadan sabah namazı için camiye döndüğümüz zamanlar olurdu.

Yalnız olarak yemek yediği herhalde görülmemiştir. Bu sofra arkadaşları olan bizleri, herhalde tevâzu eseri olarak kardeş ve evlât olarak kabul ettiği için, seviyemize iner, kendi kaşığıyla ikram iltifatında bulunurdu. Dünya ve dünyalıklara soğan kabuğu kadar kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazdı.

Bildiğimiz kadarıyla sıkıntılı olan bir hayatın içindeydi. Fakat kendisine çile ve mihneti zevkle kabul ettiği için, durumunu hissettirmez hep mesrûr ve neşeli görünürdü. Yine Hazret-i Ali Efendimiz'in meşhur miskin, yetim ve esir hadiselerini hatırlatan, yâni ailece aç kaldığı, yattığı zamanlar olurdu.

Yaz kış giyiminde fark olmayan, yâni soğuk ve sıcaktan etkilenmeyen bu muammâ ve müstesnâ insan, sözle ifadesi zor olan fevkalâde birçok hal ve meziyetin sahibi idi. Her dalda öğrenim yapan öğrenci sorularına cevap vermesinden ve kendisiyle görüşen, şu anda hatırlayabildiğim Nurettin Topçu başta olmak üzere, ilim otoritesi sayılan zevâtın hayranı oldukları itirafını yapmalarından, ulûm-u dîniyyenin haricinde eğitim ve öğretimi yapılmakta olan bütün ilimlere tahsilini yapmadığı halde vukùfu bulunduğunu, ayrıca mevhibe-i ilâhiyeye mazhar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Muhterem Abdül'aziz Hocamız, Bursalı ve Bursa'da görevli olduğu için kendisini tanımadığım Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'ı bir vesîle ile ben hakîre anlatırken, bazı olgun meziyetleri yanında kelimenin kendisi ile, "Evliyâ nümûnesi!.." buyurmuştu. O zamanın Fatih müftüsü olan Ali Rıza Hakses'in himmetiyle, Bursa'daki Üftâde Camii imamlığından, Zeyrek'teki Ümmügülsüm Camii'ne naklen tayini yapılan muhterem Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, 1953 yılının ilk ayında, o mübarek mihrabda muhterem Abdül'aziz Hocamız'ın halefi olarak göreve başlamış, selefinden meydana gelen muazzam boşluğun telâfisi bilütfillâh sağlanmıştı.

Konuşması az ve pek mütevâzi olduğu için, aciz bir görüntüye sahibdi. Durumu yadırgayan, merhuma çok yakın olduklarını bildiğimiz kıdemli ve çok sevdiğimiz, fakat ve maalesef aralarında: "Bu makam buna mı kalacak?" diyenlerin bulunduğu bir grup münevver kardeşimiz, o geniş kılıfın içinde ne hazinelerin bulunacağı hesabını yapmadan, sadakat hilâfına müdâvimi oldukları o kapıdan ayrılmışlar ve bizleri mahzun bırakmışlardır.

"Allah bir kişiyi severse, onu insanlara da sevdirir." hadis-i şerifi gereğince, merhumdan aldığımız bilgi sebebi ve Allah'ın lütfuyla Hocaefendimiz bize sevdirilmişti. Aynı halin içinde görevine devam eden Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, hadis-i şerif muktezası olarak, İslâm'ı yaşayanlara ve yaşamak isteyen diğer insanlara sevdirilmiş olacak ki; kendisini sorup arayanların günden güne sayısı artmış ve hakîkaten Allah'ın sevdiği bir kul olduğu zahir olmuştu. Yıllar geçtikçe de muhîti tahminin üstünde genişleyen Mehmed Zâhid Hocaefendimizi hemen tanımayan kalmamış, görülen ve yayılan üstün İslâmî meziyetlerinden dolayı cemiyet arasında ve hattâ memleket çapında farklı bir alâka ve itibarın sahibi olmuştu.

Komşu caminin cemaatinin artması ve dolayısıyla semtinin arzu ettiği şerefe ulaşması yolunda, yıllarca taşıdığı niyeti gerçekleştirmek için, Ümmügülsüm Camii hakkında alınan istimlâk kararını fırsat bilerek ve niyetini açıklayan mahalle sakinlerinden Avukat Mazhar Sündüs Bey'in, ciddî ve azimli teşebbüsleriyle 1958 yılında İskenderpaşa Camii'ni naklolunan Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, hayatının sonuna kadar imamet görevini burada sürdürmüş; bilindiği gibi o da 13 Kasım 1980 günü sevdiği Mevlâsına kavuşmuş; namzedi olduğu vuslat saadetine herhalde nâil olmuştur.

Her ikisinin de makam ve menzilleri âğuş-i Peygamber olsun... (25)

NOTLAR

(1) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 37, İstanbul, 2000.
(2) Ahmed Ersöz, Abdül'aziz Bekkine Hazretleri, s. 4, İzmir, 1992.
(3) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 40, İstanbul, 2000.
(4) a. g. e., s. 41-42
(5) a. g. e., s. 43
(6) Abdül'aziz Bekkine, Râmûzül-Ehàdîs Terc. c.1, s. XV, İstanbul, 1982.
(7) a. g. e., s. XVI
(8) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 54, İstanbul, 2000.
(9) a. g. e., s. 54
(10) a. g. e., s. 119
(11) a. g. e., s. 126
(12) a. g. e., s. 125
(13) a. g. e., s. 84
(14) a. g. e., s. 123
(15) a. g. e., s. 86
(16) a. g. e., s. 86
(17) a. g. e., s. 87
(18) a. g. e., s. 88-91
(19) a. g. e., s. 92-97
(20) a. g. e., s. 99
(21) a. g. e., s. 101
(22) a. g. e., s. 102
(23) a. g. e., s. 103
(24) Dr. M. Erkaya, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, s. 133 - 138, Seha, İstanbul, 1997.
(25) a. g. e., s. 141 - 146

 

Silsile-i Şerîf | Abdülaziz Bekkine Rh.A Hakkında... | Dervişân

.