.

MUHAMMED BÂKÎ BİLLAH RH.A HAZRETLERİ
(1563-1603)

İkinci bin yılın müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî  Hazretleri’nin  hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise Hazret-i Hüseyin'in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu.

Orta boylu, pembe rekli, az sakallıydı. Sakalının bazı yerleri beyaz, çoğu siyahtı. Her zaman uzlet ve riyâzâtı ihtiyâr ederdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Her gece iki defa Kur’ân-ı Kerim’i hatmederdi. Sonra tehccüd kılar, tulû-u fecre kadar yirmi bir Yâsîn-i Şerîf okurlardı. Güneş doğunca: “Yâ Rab! Geceler niçin bu böyle süratli geçiyor?..” diye sızlanırdı. Zamanın ekâbir-i ulemâsındandır. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâlat sahibiyidi. Cezbe ve aşk-ı ilâhîsi gâlipti. Şâh-ı Nakşibend KS’nin rûhâniyetinden istifade ederdi.

Muhammed Bâkî Billah'ın büyüklük hâli daha çocukluk zamanlarında simâsından belli olurdu.Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük faydalara sebep olacağının alâmetleri, işlerinden, çalışmalarından ve gayretinden anlaşılırdı. Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil'den Semerkand'a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı.

Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti.Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.

Hâce Muhammed Bâkî Billah, aklî ilimleri bırakıp, tasavvufa yöneldiği ilk zamanlarda, büyük zâtlardan birinin huzûruna gitmişti. O zât, Hâce Muhammed Bâkî Billah'a; "Eğer Hazret-i Hâcemiz birkaç gün daha ilim mütâlaası ile meşgûl olup, kemâl ve ikmâl sâhibi olsalardı ne güzel olurdu!" diyerek, Muhammed Bâkî Billah'ın, bir müddet daha zâhirî ilimleri tahsîl etmiş olmasını temennî ettiğine işâret etmişti.Bunun üzerine Muhammed Bâkî Billah Hazretleri şöyle dedi: "Kemâl sâhibi olmaktan maksat, zâhirî ilimlerde uzun ve zor kitapları, yerli yerince mütâlaa ve îzâh etmek ise, iddiasız, keskin görüşlü âlimlerin anlayabileceği hangi kitabı bize getirseler, getirenlerin hepsi tatmin olur ve tam bir fayda elde ederler diyebilirim."

Muhammed Bâkî Billah'ın zâhirî ilimlerde hocası olanMevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'nin talebelerinden fazîletli bir zât, Muhammed Hâşimî Keşmî'ye şöyle anlatmıştır: Hâce Muhammed Bâkî Billah, zâhirî ilmi bırakıp tasavvufa rağbet ettiğini işittiğimizde, hep birden; "Bu gençte öyle bir fıtrat ve öyle bir himmet, gayret gördük ki, imkânı yok bir işe başlasın da onu bitirmesin. Başladığı işi mutlaka bitirir." dedik. Nihâyet düşündüğümüz gibi her ne kadar zâhirî ilimleri bırakmışsa da, bu ilimlerde kemâle ulaşmıştır.

Muhammed Bâkî Billah'ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında,Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehir'e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.

Bundan sonra tekrar Hindistan'a gitti. Bâzı arkadaşları ona, askerliği seçip, bu yoldan zengin olmasını tavsiye ettiler. Fakat Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, bütün bağlantılardan kurtulup, tasavvufta yükselmeyi istiyor ve bu hususta şevkle çalışıyordu. Onu seven ve sohbetinde bulunan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bu yolda olan büyükleri öyle bir arzu ile arıyordu ve öyle bir gayret gösteriyordu ki, bundan fazlasına insan gücü yetmezdi. Lâhor şehrinin sokaklarında çamur ve kil çok olduğundan, bu sokaklarda yürümek güç idi. Muhammed Bâkî Billah bir gönül sâhibine rastlamak için, birçok sokak geçer, harâbeler, kabristanlar ve bahçeler dolaşır ve hiç yorulmazdı. Bir gün ona arkadaşlık edip onunla berâber gideyim dedim. Her ne kadar mâni olduysa geri kalmak istemedim. Peşlerinden gidip birkaç sokak yürüdüm. Sokaklardaki çamur ve kilin çokluğundan âciz kaldım ve ayaklarım yoruldu. Hayâ ve edebimden bu hâlimi kendisine arz edemedim. Vaziyeti anlayıp, beni geri çevirdi. Nihâyet, onun başka bir kuvvet ile yürüdüğünü anladım."

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri şöyle anlatmıştır: "Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Bahâeddîn-i Nakşibend'in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip, cezbe ile taltif eyledi."

"Bir köyde bir meczûb vardı. Yüksek hâller sâhibiydi. Muhammed Bâkî Billah o meczûbun hâlini anlamıştı. Yanından ayrılmak istemiyordu. Her ne zaman yanına yaklaşmak istese, mâni olmak için sert sözler söyler, taş atardı. Bâzan da başka tarafa giderdi. Muhammed Bâkî Billah, bütün bunlara rağmen ondan vazgeçmedi. Bir gün o meczûb, Muhammed Bâkî Billah'ı yanına çağırdı ve murâdının hâsıl olması için teveccüh gösterip çok duâ etti. O meczûb zâtın teveccühlerinden pekçok faydalara kavuştu." Muhammed Bâkî Billah Hazretleri bu hâdiseye temasla şöyle demiştir: "Gerçi biz, önceki velîler gibi çetin riyâzetler çekmedik ama, intizârlar (bekleyiş) ve büyük ızdıraplar gördük. Bunlar arasında riyâzetler ve çok sert muâmeleler vardı."

Muhammed Bâkî Billah, sâlihleri ve meczûbları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalblileri bulur, onlardan nasîbini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihâre yaptı.Rüyâsında Muhammed Pârisâ  Hazretleri’ni gördü. Muhammed Pârisâ rüyâsında ona buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlâk ile ahlâklanmaktır. Bu büyük nîmet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek fayda, elde edilmiş demektir." Muhammed Bâkî Billah, başlangıçta ilk istifâdesini şöyle anlatmıştır: "İlk defâ günahlardan tövbe, Hâce Übeyd  Hazretleri’nin  huzûrunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. Sonra Semerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr-ı Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız." dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fâtiha okuyalım. Allah-u Teàlâ istikâmet versin, Büyüklerin maksadına uygun azîmet nasîb eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde haraplıklar ve düzelmeler vâkî olsun." dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzûrunda tövbemi yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir şekilde tuttu.Ümîd edilir ki, bunun bereketi kıyâmete kadar devâm eder."

“Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihâyet rüyâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend  Hazretleri’nin  huzûrunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu âşikâr oldu. Bu yola girmek için her çâreye başvurdum. Nihâyet mübârek zâtlardan biri bana; "Peygamber Efendimiz’den gelen zikir, neticeye kavuşturur." dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zâttan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murâkabeye ve tesbihlere devâm ettim... Her ne kadar bu sırada gizli işâretler, diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allah-u Teàlâ’nın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâllah o tohumu, ikrâm ve ihsân edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve Bâbâ Vâli'nin sohbetine devâm edip, bereketli nazar ve teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabûl kapısı aralandı. Onun vefâtından sonra da velîlerin ruhlarından feyz aldım.”

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, Mâverâünnehir şehirlerinden birine giderken, Mevlânâ Hâcegî İmkenegî  Hazretleri; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!" buyurmasıyla, onun huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Hâcegî İmkenegî  Hazretleri’nin  sohbetlerinde bulunmakla ve Behâeddîn Nakşibend'in ve halîfelerinin yüksek rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine dâhil olup, Hâcegî İmkenegî'nin halîfesi olup makâmına geçti."

Hacegî İmkenegî  Hazretleri, Muhammed Bâkî Billah'ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona şöyle buyurdu: "Sizin işiniz, Allah-u Teàlâ’nın yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde edip, büyük işler yapanlar gelecek." Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri’nin  orada yetişeceğini müjdeliyordu.

Hâcegî İmkenegî  Hazretleri’nin , Muhammed Bâkî Billah'a hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden bâzıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hâsıl oldu.Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî İmkenegî  Hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurmuştur: "Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi.Şüphesiz öyle gelen böyle gider."

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene Lâhor'da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi'ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pek çok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî Billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı.Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî  Hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri’nin  Mektûbât'ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.

Muhammed Bâkî Billah'ın annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu hâlde, dergâhın hizmetini kendisi görürdü. Hattâ tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı.Tâze ekmeği dergâhta bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Bir gün Muhammed Bâkî Billah, annesini güçsüz ve tâkatsiz bir hâlde görerek, dergâhın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrûm kaldım diye ağlayarak; "Bilmiyorum, ne kabahatim oldu da, Allah-u Teàlâ beni bu hizmetten mahrûm eyledi.Yaptığım en iyi iş, o fazîletli oğlum Muhammed Bâkî Billah'a ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar." dedi. Tevâzuunun, inkisârının, kırıklığının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkî Billah Hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırâbı, Muhammed Bâkî Billah Hazretlerine bildirilince, bir nîmet olan bu hizmeti tekrar annesine verdi.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.

Ramazân-ı şerîf ayında bir gece, İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri, hizmetçilerinden birisi ile yüksek üstâdına yoğurt göndermişti. Getiren şahıs hizmetçilerine değil de, doğruca Muhammed Bâkî Billah'ın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Muhammed Bâkî Billah bir başkasını uyandırmayıp kendisi kalktı.Yoğurt kabını elinden alıp: "İsmin nedir, nereden geliyorsun?" buyurdu. "İsmim Bâbâ'dır. Şeyh Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî'nin) hizmetçisiyim." dedi. Bunun üzerine; "Mâdem ki bizim Şeyh Ahmed'in hizmetçisisin, bizimle berâbersin." buyurdu. Bu kadarcık bir görüşmeden, hizmetçide bir sekr, kendinden geçme hâli hâsıl oldu. İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri’nin  huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri: "Hâlin nedir? Sana ne oldu?" dedi. Kendinden habersiz, mest olmuş bir vaziyette; "Her yerde, taşlarda, ağaçlarda, yerde, gökte, anlatılamayan, vasfedilmeyen, nihâyetsiz bir nûr görüyorum. Nasıl anlatayım, ifâdeye, beyâna sığmaz." dedi. İmâm-ı Rabbânî hocası Muhammed Bâkî Billah'ı kastederek; "Muhakkak o mübârekler, bu biçârenin karşısında durup, karşılarında duran bu zerre üzerine bu güneşten bir şuâ aksetti." buyurdu.

Mîr Muhammed Nûmân buyurdu ki: Bir gün kızımı hocamın huzûruna gönderdim. Hocam Muhammed Bâkî Billah, daha meme emmekte olan bu çocuğu mübârek kucaklarına alıp, şefkât ve merhamet gösterdi. Çocuk, elini mübârek sakalına götürüp çekerken, bir kıl elinde kaldı. Buyurdular ki: "Mîr, senin çocuğun, bizden bir yâdigâr aldı." O günlerde vefât etti ve o mübârek sakalından bir kıl, teberrüken ve yâdigâr olarak bizde kaldı.

Saçlarından bir tel beni mest eder,
Hattâ çok söyledim, kokusu yeter.

Muhammed Bâkî Billah'ın kalplere teveccüh ederek, kalpleri, Allah, Allah diye zikrettirmesi inâyeti umûmî idi. Bir gün İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: "Bu nîmetin şumüllü ve umûmî olması, yâni kalbin zikretmesi ve bu yolun daha başlangıcında cezbe hâsıl olması, hocamız Muhammed Bâkî Billah'ın bu yolda lâzım olan bereketli bir ilâvesidir." Muhammed Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî  Hazretlerine; "Daha evvel bu yoldaki büyüklerde bu yok mu idi?" diye sorunca, buyurdu ki: "Vardı, ama başlangıçta bu kadar umûmî değildi." Ve yine buyurdu ki: "Bu şumûlün ve bu umûmiliğin sırrını, Muhammed Bâkî Billah'tan sorduğum zaman, buyurdu ki: "O zamandan bu zamâna kadar isteyenlerin, talebelerin arzu ve himmetleri azaldı ve karıştı; talebelerin anlama ve gayretleri de azaldı. Şefkatin çokluğu sebebiyle onlar mücâhede etmeksizin, uğraşmaksızın, büyük gayret sarf etmeksizin bu yola alınıyorlar. Böylece arzu ve istek sahrasında yaya yürüyenler, bineğe kavuşuyorlar ve soğuklukları sıcağa dönüyor." Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: İmâm-ı Rabbânî bu sözleri anlatıp bitirince, bir âh çekti ve şöyle duâ etti: "Allah-u Teàlâ ona, talebeleri tarafından, büyük ve hayırlı karşılıklar versin!"

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  şefkati ve merhameti o kadar çoktu ki, bir defâsında Lâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor'da bulunuyordu. Hattâ birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzurlarına yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz." derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defâ, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvandan inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek: "Kendisi yaya gidiyor." denmesin diye, tevâzuundan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşınca hâllerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi.

Şefkati ve acıması da çoktu. Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi uyandırmadı. Eğer kendisinden bir hârika, bir kerâmet zuhûr etseydi, Allah-u Teàlâ’nın mahlûkâtına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı olurdu.

Delhi şehrindeki fazîletli zâtlardan biri, evliyâlık hâllerinin hâsıl olması için ne yapmak lâzımsa hepsini göze almıştı. Bunun için her tarafa başvurdu. Senelerce dolaştı, fakat kalb gözü açılmadı. Maksadına ulaşması için edilen duâlardan bir tesir görmedi. Arayış içinde olan bu fazîletli zât, Muhammed Bâkî Billah'ın hâlini ve kemâlini, tasavvuftaki üstün derecesini duymuştu. Bir gün hâlini ona arz etmeye karar verip, Muhammed Bâkî Billah at üzerinde giderken yanına yaklaştı. Atının dizginlerini tutup, büyük ve içli bir yalvarma ile vaziyetini arz etti ve meşakkatinin son bulmasını istedi. Muhammed Bâkî Billah ona merhamet ederek atından indi ve onu şefkatle kucakladı. Kuvvetlice boynuna sarılıp sıktı. "Allah-u Teàlâ senin kalb gözünü açsın." dedi. O anda teveccüh için yalvaran kimse kalb gözünün açıldığını müşâhede etti. Muhammed Bâkî Billah'ın teveccühü ile kalb gözü açıldı.

Üç dört yaşlarında küçük bir çocuk, Kale'nin on beş yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemini taş olan yere düşmüş ve kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hâdise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çâresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca büyük bir velî bildiği Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  huzûruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve duâ istedi. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  âdeti şöyleydi ki; teveccüh ve tasarruflarını, mânevî yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; "Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!" buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve duâda bulundu. Sonra çocuk eski hâline gelip sapa sağlam oldu. Bu hâdiseye şâhid olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.

Doğruluktan ve mürüvvetten uzak bir asker, Muhammed Bâkî Billah'ın komşularından birine eziyet ediyordu. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker nasîhatlerini kabûl etmedi. Bâkî Billah, mazluma merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi: "Merhameti gibi gayreti de çok olan büyük velîlerin komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!" İki, üç gün sonra o zâlim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri çok tevâzu gösterir ve inkisar, kırıklık içinde hâllerini hep kusurlu görürdü. Bu hâl kendisini o kadar kaplamıştı ki, eğer talebesinden biri bir kusur etse ve bunu işitse; "Bunlar bizim fenâ sıfatlarımızın akisleridir. Biz fenâ olunca onlara da akseder onlar ne yapabilirler, ellerinden ne gelir?" buyurarak yüksek bir tevâzu gösterirdi.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker yapıp, iyilikleri bildirip, kötülüklerden sakındırırken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i mârûf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Hiçbir zaman dilinde, meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir müslüman kötülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse, Muhammed Bâkî Billah Hazretleri derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi medhedici sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: Bir gün câmilerden birinin yanında talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile evliyânın hâlleri üzerinde konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed Bâkî Billah'dan bahsedip: "Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi nefsini terk etmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur." diyerek şöyle anlattı:

Hâce Kutbüddîn Hazretleri’nin  mübârek mezârlarının başındaydım. Âniden: "Muhammed Bâkî Billah Hazretleri geliyor." dediler. Mezâra hizmet eden hizmetçi, mezâra yakın bir yere onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri için hazırladı. Muhammed Bâkî Billah daha teşrîf etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce: "Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed Bâkî Billah'ı göstererek; "Gelen şu azîz içindir." dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî Billah için bağırmaya, sövüp saymaya başladı. Bu sırada Hazret-i Hâce Bâkî Billah içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzûrunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve; "Ey filân! Sen buna lâyık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi. Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu îkâz etmek istediler. Muhammed Bâkî Billah hepsini göz işâreti ile bu işten vazgeçirip kendisi kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde ile, "Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl lâyık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Affediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız." deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona birkaç altın verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hâdiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  hâlinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin bulunduğunu yakînen anladım.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  zamânında kendisini seven vâliler kendisi ve fakirlere dağıtması için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri bu paraları fakirlere dağıtırdı. Maksaddan ve hakîkatten uzak bâzı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.Talebeleri böyle hâdiselere mâni olmak, müdâhale etmek istedikleri zaman, buna mâni olur yumuşaklık, tatlılık ve güzel vasıflar ile sıfatlanmalarını sağlardı. Talebelerine, sözle, hareketle, kendilerini kusurlu ve küçük görme hâlini ve yapılan cefâlara katlanmayı dâimâ gösterir ve buna; "Maksada kavuşturucu bir delîl ve irfân yolunun rehberi." derdi.Talebelerinden buna uymayan bir şey meydana gelseydi, kırılarak çok nasîhat ederdi.

Hân-ı Hânân ismiyle meşhûr Abdürrahîm Hân onu sevenlerden olup, tam bir muhabbetle bağlıydı. Bâkî Billah Hazretleri’nin  hacca gideceklerini duyunca, yüz bin rubiyye (o zamânın parası) kendisinin ve talebelerinin yemek ve yol parası olarak gönderdi. "Bu hediyemi, merhamet ederek kabûl etsinler." dedi. Muhammed Bâkî Billah Hazretleri bunu duyunca durup: "Bizim gibilerin hacca gitmesi müslümanların altın ve gümüşlerini kendimize sarf etmenin karşılığı olmaz!" deyip, kabûl etmedi ve geri döndü.

Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün üst-üste önüne getirseler; "Bir başka yemek getirin." demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zaman üzerinde kalsaydı, "Bir başkasını getirin giyeyim." demezdi.

Bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapmaya uğraşırdı.Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr murâkabe ile meşgûl olur, âzâlarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.

Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, bir hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde "Bu daha helâldir ve daha iyidir." hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.

Bir gün hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri gelip; "Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi bilemiyorum." deyince, Hâce  Hazretleri; "Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu." buyurdu. "Yemekler, her günkü yemeklerdi." deyince, Muhammed Bâkî Billah Hazretleri: "İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu hâle sebep olmuştur." dedi. İyice düşününce; "Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım." dedi. Bunun gibi, şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların fazlasından da sakınır, mübâhları zarûret miktârı kullanırdı.

Yemek husûsundaki bu ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve temizliği sebebiyleydi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile tesir edeceği kadar, saf ve temizdi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etraflarında en temiz ve en muhlis olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti, noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aksederdi.

Bir gün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu. Hatırından, ondan bir yorgan istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkî Billah Hazretlerine bu düşüncesi, zâhir olup, namazdan sonra; "Filân dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz." buyurdu. O derviş; "O günden beri Muhammed Bâkî Billah Hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum." demiştir.

Bir gün, azîzlerden biri, onun muhlis talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’ne takdim edildi. Yüksek bir tevâzu ile mektubun arkasına şöyle yazdı: "Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı.Allah-u Teàlâ, bu geride kalmış günlerinin mâtemini tutana birkaç gün ömür verirse, en büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu yolda veririm. Allah-u Teàlâ bu miskine, her iki cihândaki işini, kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün tutulmalardan kurtulmasını ihsân eylesin. Âmin... O kardeşime ricâ ederim ki, bu arzunun husûlü için, yüzünüzü yerlere sürünüz. Ve fakîrin bu arzusuna kavuşması için Allah-u Teàlâ’ya duâ ediniz. Zîrâ arkadan, gıyâben yapılan duâları, Allah-u Teàlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim."

Muhammed Hâşim-i Keşmî, Şeyh Tâceddîn'den şöyle nakletmiştir: Bir gün Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarip, garip, çok üzüntülü olduğu anlaşılıyordu. Ben de arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından geldiğimi anladı, âh ederek, içli bir sesle; "Ey Tâceddîn, vâridât, feyzler, nûrlar, hâller ve esrârı o kadar üzerime yağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez." buyurdu.

Ne taleb dile gelir, ne matlûb anlatılır,
Ne onun bir benzeri, ne bunun misli vardır.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, tasavvuf hâlleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgûl oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten tâlim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercih etti. Âhirete âit büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.

Muhammed Bâkî Billah Hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe'nin oğluna, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk'a baksın." hadîs-i şerîfini hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi. Gafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allah'ı hatırlarlar." hadîs-i şerîfini akıllarına getirirlerdi. Hattâ öyle ki; bir gün Hindûların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî Billah Hazretlerine takılınca, birbirlerine: "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hâtırımıza geldi." dediler.

Bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed Bâkî Billah'ın da bulunduğu cemâate dâhil oldum. Her taraf doluydu. Yalnız Muhammed Bâkî Billah'ın yanı boştu. Ben, Muhammed Bâkî Billah'ı yakînen tanımıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra Muhammed Bâkî Billah'ın heybet ve azâmetleri kalbime hücûm etti. Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım hâlde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok tesir etti o günden sonra, o âriflerin büyüğünün muhlislerinden, sevenlerinden oldum."

Bütün bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerinde bir gevşeklik olmazdı.

Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bâzan rüyâda îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla bildirirdi.

Mertebesinin yüksekliğine en büyük delîl şudur: İki üç sene irşâd makâmında kaldı. Bu kısa zamanda, nice insanlar onun şerefli sofrasından nasîb aldılar. Hindistan memleketi, onların bereket ve ihsânları ile doldu ve bu diyarda garib olan, bilinmeyen Ahrâriyye yolu büyük revâç görüp, bu yoldan çok büyüklerin yetişmeleri, onların sâyesinde mümkün oldu.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri, insanların olgunluk yaşı olup, mânevî kemâllerin de yaşı olan kırk yaşına gelince, bu sıkıntılarla dolu cihânın darlığından kurtulmak istedi. Bu günlerde birinin vefât haberini işitip baştan başa dertli olan kalbinden içli bir âh sesi duyuldu. Ve; "Çok iyi oldu, kurtuldu" buyurdu. Bundan maksadı, mevhûm olan varlık libâsından kurtulmaktır. Zîrâ dünyâda olanlar, yalnız matlûbu duymakla kalırlar. Şöyle ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî vefâtı zamanında, bu esrârı terennüm eyledi.

Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu böyle bulunur.

Vefâtı yaklaştığı son günlerde hanımına; "Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hâdise önüme gelir." buyurdu. Mübârek ellerini açtı ve; "Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişânıdır." dedi. Yine bu günlerden bir gün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve; "Gel berâber bu aynaya bakalım." dedi. O afîfe hâtun şöyle demiştir; "Aynada, onu tamâmen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor." dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.

Kendi keşflerini, bir rüyâ görmüş gibi anlatmaları âdeti olduğundan, "Evliyâullahtan birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri âhirete intikâl edecektir. Delhî şehrinin kenârında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun diye bildirildi." dedi. Bu zâtın kim olduğu husûsunda, bâzı talebeleri istihâre eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihâreden vaz geçtiler.

Bir gün kendisi için; "Bana şöyle bildirdiler ki; Senin dünyâya gelmekten maksadın, tamam oldu.Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak îcâb ediyor." buyurdu.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri 1603 (H.1012) senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir." buyurdu.

Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden birine de; "Birkaç gün bir yere gitmeyiniz, son günlerimi yaşıyorum." dedi. Sâdık talebelerinden birçokları gelmişlerdi. Zâfiyetinin, hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler beyân eyleyip, çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık ve zâfiyet o hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip; "Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir nîmettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum." buyurdu. Cemâzilâhir ayının yirmi beşinde Cumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile vedâ ederken, talebeleri, ashâbı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî Billah ise tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki: "Siz nasıl dervişlersiniz, kazâya rızâ dâiresinden çıkıp ağlarsınız." diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri: "Yâ İlâh’el-âlemîn" mübârek kelimesini söyledi. Süratle onun tarafına bakıp, mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada olanlardan biri "Onların bu hareket ve teveccühü hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir." buyurunca, bu sözün tesiri ile mübârek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allah-u Teàlâ’nın ismini zikretmekle meşgûl olup böylece; "Allah, Allah..." diye rûhunu teslim eyledi.

Vefâtından sonra, en sâdık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezârlarını kazdılar. Fakat tâbutu oraya götüremediler. Telâşla bir başka yere götürdüler. Tâbutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defâsında Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  talebeleri ile geldikleri bir yerdi. Beğendiği bu yerde abdest alıp, iki rekat namaz kılmıştı. O temiz yerden bir mikdâr toprak eteğine yapışmıştı ve; "Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu." buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşâd memleketinin pâdişâhını, içli üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn  Hazretleri’nin  gayretleri ile, mezârın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gâyet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerîfini ziyâret edenler bereket ve şifâ bulurlar.

Mağfiret nûru parlasın, mezârında mum yerine,
Kapına gelenin kalbi gark olsun nûr denizine.

Fazîletli zâtlar ve ârifler vefât târihi için mersiyeler yazdılar. Bu şiirlerden birinin son mısraında geçen "Bahr-ı ma'rifet" ifâdesi, ebced hesâbına göre, Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  vefât tarihi olan hicrî "1012" senesini göstermektedir. Bu şiirin tercümesi şöyledir:

Bir zât ki mahbûbu ile bâki oldu,
Ve sıfatlarından hep fâni oldu.
Hâlıkına âşık, tam bir aşk ile,
Mahlûkâta çok merhametli oldu.
Onun vasl senesi susuz dilime,
Bak ne güzel "Bahr-i ma'rifet" oldu.

Mîr Muhammed Nûmân şöyle anlatmıştır: "Horasanlı bir genci, Akra'da hastanede hasta yatar gördüm. Hastalığını sorduğumda; "Ben sağlam bir insandım. Dekken'de Hazret-i Hâce Bâkî'yi rüyâda gördüm. Onların aşkı ile buraya kadar geldim. Vefâtı haberlerini duyunca, çok üzüldüm ve şimdi hastayım. Bu hastalığım ve harâb hâlim, o büyüğe olan muhabbetimdendir." diyerek hüngür hüngür ağladı.

Muhammed Bâkî Billah'ın eserleri şunlardır:

1) Külliyât-ı Bâkî Billah: Bir kitapta toplanmıştır.

2) Mektupları,

3) Rubâiyyât: Bu eserini İmâm-ı Rabbânî  Hazretleri Şerhu Rubâiyyât adıyla şerh etmiştir.

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin  mektuplarından kırk bir tânesi, Zübdet-ül-Makâmât kitabında ayrı bir bölüm olarak yazılmıştır. Mektuplarından bir tânesi:

6'ncı Mektup (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn'e gönderilmiştir.):

"Devamlı abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, müslümana düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği vazifeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istiğfâr etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazifelere daha sıkı sarılmalıdır. Meâlen: "Muhakkak ki sevâplar, günahları götürür." âyetinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!"

Muhammed Bâkî Billah Hazretleri buyurdular ki:

"Kalbinde mârifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlık yapma. İlmini: mevkî, makam ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, aslandan kaçar gibi kaçınız."

"Câhil tarîkatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız."

"Mârifetin kısım ve mertebeleri çoktur. İşin esâsı, dînimizin esâsı üzere olmaktır."

"Oruç tutmak, Allah-u Teàlâ’nın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allah-u Teàlâ yemekten ve içmekten münezzehtir."

"Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah'ın yoludur."

"Rızâ sâhiblerine, belâlar musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allah-u Teàlâ Hazretleridir."

"Rasûlüllah'a tâbi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde soklamak, dünyânın her nîmetinden iyidir."

"Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstakîm, yâni şaşmayan doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur."

"Müslümanlık; yapmak, yaşamak, ahkâm-ı ilâhîyeyi yerine getirmek demektir."

"Sözün özü şudur ki: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır."

"Sakın helâl ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"

"Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."

"Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır."

Kaynaklar:

1. Mehmed Zâhid KOTKU Rh.A, Tasavvufî Ahlâk, Sehâ Neşriyât, c.2, s.193, İstanbul 1991

2. Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, c.8,  s.339,  İstanbul 1992.


Silsile-i  Şerîf | Dervişân

.