.

HACI HASİB EFENDİ RH.A HAZRETLERİ

(Abdullah Hasib Yardımcı)

(1864 - 1949)

Dr. Abdüllatif Duygulu

a. Hayat Hikâyesi

Hacı Abdullah Hasib Efendi; 1864 mîlâdi (1280 Hicrî) yılında Serez'de dünyaya gelmiştir. Babası "Muavin" nâmı ile mâruf Halis Efendi oğlu Ali Efendi'dir. Ali Efendi Serez'de Cami-i Atik imamı, aynı zamanda da Serez Rüşdiyesi'nde öğretmen ve müdür muaviniydi. Muavin lakabı buradan gelmektedir.

Hasib Efendi orta tahsilini Serez Rüşdiyesi'nde tamamladıktan sonra, İstanbul'a gönderilmiş ve tahsiline Çarşamba semtindeki Mahmud Ağa Medresesi'nde devam etmiştir. Burada on sene kadar kaldıktan sonra, 1893 yılında (1310 h) Tokatlı Hacı Şakir Efendi'den müderrislik icazeti almıştır. Bu icazet merasiminde, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi de davetli olarak hazır bulunmuştur.

Bu sırada, Nakşî meşayihinden Sandıklılı Hasan Efendi'ye intisab etmişlerdir. Ayrıca, Arap Hoca'dan "tashîh-i huruf" ve Hacı Nuri Efendi'den "ilm-i kıraat" dersleri almış; kendisine kıraat icazeti verilmiştir.

Daha sonra Serez'e dönüp Cami-i Atik'te görev almıştır. Burada Buhàrî okutmuş ve pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir. 1924 senesinde, mübadelede tekrar İstanbul'a gelmişler ve Eyüp semtine yerleşmişlerdir. Bu sırada Aziz Efendi ve Mehmed Zâhid Efendi ile tanışmış ve ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi'nin vefatı üzerine, Gümüşhaneli Tekkesi'nin postnişini olan Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab etmiştir.

* * *

Bu intisab hadisesini Hacı Aziz Efendi şöyle nakletmiştir:

"Hasib Efendi Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab ettiği sırada Şeyh Efendi'nin yanında bulunuyordum. Üç kişi ders almaya gelmişlerdi. İntisabdan hemen sonra, Hasib Efendi dışarı çıkarken Şeyh Efendi kendisini işaret ederek:

'--Şu ortadaki kütük yontulur.' buyurdular.

Esasen Hasib Efendi'nin bildirdiğine göre, ilk şeyhi Hasan Hilmi Efendi ile sülûku tamamlamış ve fenâ fiş-şeyh mertebesine erişmişti. Bize bunu kendileri şöyle tarif etmiştir:

Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri'--Her aynaya baktığımda kendimin yerine şeyhim Hasan Hilmi Efendi'yi görüyordum.'

Gümüşhaneli Dergâhı'na kendisini Hacı Aziz Efendi ile Mehmed Zâhid Efendi getirmiştir. Bilahare Hasib Efendi, Mustafa Feyzi Efendi'den halifelik icazeti almış olup, kendisine irşad yetkisi verilmiştir.

O sırada ikamet etmekte olduğu Eyüp'ten Bab-ı Âli'deki dergâhın bulunduğu Fatma Sultan Camii'ne her sabah yaya olarak gelirlermiş. Daha sonra aynı camide görev alıp, caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Bilâhere Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde imam hatiplik yapmış olup, Mahmud Paşa semtinde kendi evinde oturmuşlardır. Son zamanlarında ise, Kapalıçarşı içindeki Merdivenli Camii'nde hatiplik görevi yapıyordu.

* * *

Hasib Efendi'nin, teker teker vefat etmeleri üzerine aldıkları dört hanımından onyedi çocukları olmuştur. Şu anda yalnız Sami Efendi hayattadır. Onaltı çocuğunun vefat etiğini bildirirken bize şöyle demişti:

"--Biz onaltı çocuk defnettik."

Hasib Efendi beş defa hacca gitmiştir. Bu yolculukların üçü karadan, ikisi ise denizden olmuştur. Hacca gittiği bir deniz seferinde, ağabeyleri yolculuk sırasında vefat etmiştir. Pederleri Ali Efendi ise Cidde'de vefat etmiş olup, kabri oradadır.

Hasib Efendi 15 Mayıs 1949'da cumartesiyi pazara bağlayan gece, yaz saati ile 23.00'e 2 dakika kala İstanbul'daki evinde rahmet-i Rahmân'a kavuştu.

* * *

Son zamanlarında kendisi prostat ameliyatı olmuştu. Hastalığının son üç ayında hep yatakta kaldığı için kıbleye dönük olarak yatıyordu. Çok zaman gözlerini açmıyordu.

"--Niçin Hoca Efendi gözlerini açmıyor?" diye bu durumu sorduğumuzda, Hacı Aziz Efendi:

"--Hoca Efendi gözünü ahirete çevirdi, artık açmaz. Kendisi ahirete gitmek istiyor." dedi.

Vefatından bir gün önce, Hacı Aziz Efendi bize artık:

"--Hoca Efendi'yi ikişer ikişer yanında kalıp bekleyiniz!" dedi.

O gece Mazhar ve Sırrı Bey'i Hoca Efendi'yi beklemeye gönderdi. Ertesi gece de Hacı Aziz Efendi arkadaşlarla sohbet ederken, gelip vefat haberini bildirdiler.

Zeyrek'ten kalkıp Hoca Efendi'nin Mahmud Paşa'daki evine gidildi. Burada arkadaşlar sabaha kadar yanında kalıp tehlil ve zikir ile meşgul oldular.

* * *

Hocaefendi'nin kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'ndedir. Cenaze namazı Fatih Camii'nde, kendisinin iki ahiret kardeşinden birisi olan, Eyüp Sultan Camii'nin o zamanki baş imamı Hacı Said Efendi tarafından kıldırılmıştır. Tabutu omuzlarda taşınarak Fatih Camii'nden Edirnekapı'daki ilk kabrine kadar götürülmüştür. Sonradan kabristandan E-5 çevre yolu geçeceği için kabir nakli yapılmış, halen Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'nde Hacı Aziz Efendi ile yanyana yatmaktadır.

Vefatından evvel bize:

"--Benden sonra Aziz'le devam edersiniz, onun ömrü de kısa görülür be yâhu." demişti.

Bu kerameti çıktı ve Hacı Aziz Efendi kendisinden üç buçuk sene sonra ahirete intikal etti.

b. Hasib Efendi'nin Şahsiyeti

Hacı Hasib Efendi uzunca boylu, zayıfça, nur yüzlü, beyaz sakallı, çok yumuşak ve hilm sahibi mübarek bir zât idi.

İhvanının en olumsuz ve basit suallerini bile benimseyerek hilmle cevaplandırırdı. Çok yumuşak ve zarif konuşurlardı. Kelimeleri tane tane söyler ve sözün başında veya sonunda, genellikle kendi Rumeli şivesi ile "A be yahu" kelimesini çok kullanırdı.

Abdullah Hasib Efendi, Allah'ın büyük bir veli kulu idi. Aynı zamanda kendisi bir mürşid-i kâmil olup, zamanının kutbu olduğuna herkes ittifak etmişti.

* * *

Bu hususta bir hatıramızı nakledelim:

Biz bir arkadaşımla birlikte 1947 Temmuzunda beş vakit namaz kılmaya başladık. Ondan sonra bir çok dinî mecmua, tefsir okuduk. Bazı hocaefendilerin sohbet ve derslerine devam ederek dînî bilgimizi artırmaya gayret ettik. 1948 baharında Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'si elimize geçti ve onu da okumaya çalışırken şöyle bir cümleye rastladım:

"--Evlâdım, aklın varsa zamanın kutbunun eteğine yapış!"

Bunu arkadaşıma söylediğimde, bu fikir onun da hoşuna gitti. Ama zamanın kutbunu nasıl tanıyacak, nasıl bulacaktık?..

O zamanki bilgilerimize göre, kutub tabiatı ile Allah'ın bir velisidir. Veli ise farzları tam yaptıktan sonra, sünnetlere de tam mânâsı ile uyan bir kimse olmalıdır. Derken Haziran 1948'de, Beyazıt Camii'nde Ramûz el-Ehâdis okuturken Hasib Efendi'ye rastladım. Arkadaşıma:

"--Bir zât gördüm, kutub olduğunu bilmiyorum ama, ona yakın bir kimse olsa gerektir." dedim.

Netice, 1 Şubat 1949'da kendisine intisab ettik. Hasib Efendi, 15 Mayıs 1949'da rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bizler o sırada Hacı Aziz Efendi'nin sohbetlerine devam ediyorduk.

Hasib Efendi'nin vefatından takriben bir ay sonra, arkadaşım şöyle bir rüya görmüş: Hacı Aziz Efendi'nin imamlık yaptığı Zeyrek Camii'nde cemaat oturmakta, Hasib Efendi ise bağdaş kurmuş ve şeffaf (nûrâni) bir durumda, havada cemaatin üstünde sağdan sola doğru dönerek uçuyor ve ağzından, "Ben kutbum, ben kutbum..." sözleri çıkıyor.

Bu rüyayı Hacı Aziz Efendi'ye anlattığım zaman, Aziz Efendi, "Arkadaşın hakikati görmüş." diyerek, Hasib Efendi'nin kutub olduğunu tasdik etmiş oldular.

* * *

Şüphe yok ki Hasib Efendi Allah'ın bir velisi ve dostu idi. Esasen veliliğin bir tarifi de şöyledir: "Hakk'ın kulunu, kulun da Mevlâ'sını dost edinmesi, Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk." diğer bir tabirle "Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan."

Bu sevginin bir alâmeti olarak Hocaefendi halvetteyken şu mısraları söylemiştir:

Giderse cennete ahbâb-ı yârânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgànım
Hasib'in başlı arzusu cemâlullah'ı görmektir,
Sana yalvarmaya geldi, şefaat yâ Rasûlallah.

Allah-u Teàlâ velisini sevdiği gibi, diğer insanlara ve mahlûkata da onu sevdirir. Bu hususta Adil Bey isimli bir arkadaş şunu nakletti:

Bir Ramazan günü Hocaefendi'yi iftara çağırmıştım. Yemekte bir ara içimden geçti ki:

"--Hocaefendi kabul etse de teravih namazını Eyüp Sultan'da kılsaydık."

Yemekten sonra Hocaefendi şöyle dedi:

"--A be yahu, çoktan beri Eyüp'e gitmemişimdir. İşin yoksa teravihi Eyüp'te kılalım!"

Yola koyulduk, giderken:

"--Acaba bu akşam nöbet sırası Said Efendi'de midir?" diye sordu.

Said Efendi, Eyüp Camii birinci imamı ve kendisinin ahiret kardeşi idi. Camiye gelince sordum:

"--Evet, Said Efendi'de imiş." dedim.

Bunun üzerine Said Efendi hakkında:

"--O kendini bilmez evliyâdır." buyurdu.

Namazdan sonra önce Uncu Kemal ve Said Efendi, sonra bütün cemaat Hocaefendi'nin etrafında toplandılar, elini, sakalını öptüler ve dua istediler. Dönüşte, bu sevginin Allah'tan olduğunu izah sadedinde, Hoca Efendi şöyle buyurdu:

"--Evlâdım, Allah bir kulunu benimserse, bütün yaratılmışlara onu sevdirir ve iltifatını kazandırır."

* * *

Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e karşı çok büyük bir muhabbeti vardı. O, sünnetlere her bakımdan uyardı. Hutbe ve sohbetlerde Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz'den bahsederken "Efdalül-beşer" tabirini çok kullanır ve bunu söylerken gözyaşlarını tutamazdı. Hadis-i şerif naklederken de sık sık ağladığını görürdük.

O zaman Molla Camii'nin şu sözlerini tekrarlardı: "Ağla çeşmim ağla, ağlamaktır aşkın sermayesi."

Kendisinin şu sözleri de daima hatırlanacaktır: "Sahabe ne bahtiyardı, Rasûlullah'ı gördüler." dedikten sonra, duraklayıp: "İyi ama vefatını da gördüler; ona dayanılamazdı." diye ilave ederdi.

* * *

Hocaefendi cuma namazlarından sonra camide sırtını minbere dayayarak oturur, cemaat sıra ile elini öper, duasını alır; bu sırada onların dertlerini dinler ve suallerini cevaplandırırdı.

Bir defasında cemaatten biri:

"--Efendim, rüyamda Peygamberimiz'i görmek istiyorum ama bir türlü göremiyorum. Ne yapmalıyım?" demişti.

Hocaefendi Rumeli şivesi ile ona:

"--A be yâhu! Biz de görmek isteriz ama, her zaman görünmez o Mübarek." demişlerdi.

Burada Hocaefendi'nin Peygamber SAS'e olan sevgisini belirten ve halvette söyledikleri şu mısraları nakletmeden geçemeyeceğiz:

Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekàlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasib'in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin diyarına geldi, şefaat yâ Rasûlallah!..

Hoca Hasib Efendi'nin oturdukları ev iki katlı ahşap ve eski bir evdi. Kendileri ekseriyâ evin alt katındaki bir odada oturur ve yatarlardı. Yatağı ise meyva sandıkları üzerine konmuş iki parça ot minderdi. Ameliyat olduktan sonra, rahat etmesi için ot minderin üzerine bir pamuk yatak konmuştu. Yatağına oturduğu zaman pamuk yatağı fark edip,

"--Bu yatak nedir?" diye sormuş.

Bunun üzerine:

"--Efendim ameliyatlısınız, böyle daha rahat edeceksiniz." denildiğinde;

"--İyi ama ben o ot minder üzerinde bulunduğumda, Allah'ın Rasûlü ile teşerrüf ederim." diye cevap vermiştir.

Bunun üzerine pamuk yatak kaldırılmıştır.

c. Hocaefendi'nin Tevazuu

Hoca Hasib Efendi tevazu ve mahviyette eşsizdir. Bu hususta Hoca Aziz Efendi şöyle buyurmuşlardı:

"Hacı Hasib Efendi mahviyetinde insan dünyaya ender gelir."

Bu mevzuuda Sırrı Bey şöyle nakletti:

Bir gece Hocaefendi ile beraber Şehzadebaşı'ndaki İbrahim Paşa Camii'nden çıkmış durakta tramvay bekliyorduk. O sırada sarhoşun birisi Hocaefendi'ye yaklaştı ve elindeki içki şişesini gösterip:

"--Hocam burada ne var?" dedi.

Hocaefendi de kendisini sükûnetle:

"--Evladım, Cenâb-ı Allah seni bundan kurtarır inşâllah" buyurdu.

Bu söz üzerine sarhoş kendinden geçti ve kendisini yere attı. O sırada tramvay geldi. Bindik, bir sıraya yan yana oturduk. Biraz sonra Hocaefendi ağlamaya başladı. Hayretle kendine bakıyordum ki bana döndü:

"--A be yahu neye ağladığımı biliyor musun? Bizi Allah onun yerine koysaydı ne olurdu halimiz?" dedi.

Ertesi gün ise o sarhoşun, İbrahim Paşa Camii'ne gelip tevbekâr olduğu ve Hocaefendi'nin cemaati arasına karıştığı görülmüştür.

* * *

Hocaefendi çok yumuşak, halim selim bir zât idiler. Herkese hoş muamele yapar, kimseyi kırmaz ve incitmezdi. Kendisinde Allah'ın CC cemâl sıfatı tecelli etmişti.

Evet Hasib Efendi çok yumuşak, hoş görülü olmakla beraber dînî hususlarda asla taviz vermezdi. Şöyle ki: Bir gün sohbet esnasında arkadaşlardan birisi faiz hususunda, ticaret erbabı için bir kolaylık ve kaçamak aramaya çalışıyordu:

"--Şöyle olsa olmaz mı, böyle olsa olmaz mı Hocafendi?.." derken, Hocaefendi kendisine şöyle cevap verdiler:

"--Olur, olur be yahu olur ama, haram olur!"

* * *

H. Sırrı Bey naklediyor:

Bir gün Hocaefendi ile yolda giderken bir sarhoş önümüze çıktı, Hocaefendi'nin elini öptü ve dua istedi. Hocaefendi de: "İşte bu iman alâmetidir oğlum." dedi.

Yine bir gün Şehzadebaşı'nda bir düğün salonu önünden geçiyorduk. Caz ve saz sesleri dışarıdan duyuluyordu. Hocaefendi'nin gözünden yaş gelerek, "Allah islâh etsin!" diyerek onlara duada bulunmuştur.

Diğer bir gün ise taksiye binerken başını kapıya vurdu ve "İnsan baş kaldırmaya gelmiyor." dedi. Bu söz tabi bana idi, zira o gün evde bir huzursuzluk çıkartmıştım.

d. Hocaefendi Hazretleri'nin Takvâsı

Hocaefendi büyük bir takvâ sahibi olup, sünnetleri hiç terk etmezlerdi. Kırk yaşından evvelki namazlarını sonradan iade ettiklerini söylemişlerdi.

Kırk sene kadar Nuh AS gibi, haram günler haricinde her gün oruçlu bulunduktan sonra, son zamanlarında bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olmuşlar ve kendi ifadeleriyle:

"--A be yahu, artık ihtiyarladık ta oruçlarımızı savm-ı Dâvud'a çevirdik." buyurmuşlardır.

Hocaefendi genellikle çok az yemek yer ve hatta kızarmış ekmek yanında zeytin veya peynirle idare ederdi. Yaşına rağmen otuz iki dişi yerinde idi. Bu durum kendisine sorulunca:

"--A be yahu; çocukluğumdan beri misvak kullanmışımdır." cevabını vermiştir.

Görev yaptığı İbrahim Paşa Camii'ne, Mahmud Paşa'daki evinden ekseriyâ yaya olarak sabah namazı için geldikten sonra, iftarını camide yapar, yatsıyı da kıldıktan sonra eve dönerdi. İftarı da evden getirdiği bir miktar ekmek, peynir ve zeytinle yapardı.

* * *

Prof. Dr. Mazhar Özman naklediyor:

Bir misafirlik esnasında Hocaefendi ikram edilenlerin hepsini yemişti.

"--Hocaefendi bu akşam biraz fazla yedi, kendisine dokunmasa?" diye gönlümden geçirdim.

Anında bana dönerek:

"--A be yahu, biz onu zikrullah'la yeriz. O bizim için nur olur ve bize dokunmaz.' buyurdular."

* * *

Kış mevsimine yakın günlerden bir gece, Hocaefendi'ye alınacak kömür işinden bahsediliyordu. Hoca Efendi'nin yanında Aziz Efendi ile ilim tahsil etmiş birkaç kimse bulunuyordu. Onlardan biri dedi ki:

"--İdareden kömür alırken dolduranlara birkaç kuruş verilse de, tozsuz tarafından alınsa..."

Onun üzerine Hacı Aziz Efendi:

"--Bu, bir insanın kömürün tozunu para vermeyenlere yüklemesidir." buyurdu.

O zât bu söze itirazla konuşmalarına devam etti. Sonunda konuşmalar rızıklandırma mevzuuna geldi. Bu sefer o zât:

"--Rızık için çalışmak lâzımdır." dedi.

Aziz Efendi ise cevaben:

"--Çalışmak vazifedir ama, rızık için çalışmak gerekmez." dedi ve şu misali verdi:

"Şimdi ben evden çıkacağım; yaşlı, ihtiyar kadınların Allah rızası için yükünü taşıyacağım veya sırtıma bir küfe kum alıp yollardaki tükürüklerin üzerine atacağım. Allah CC beni rızıklandırmayacak mı?.. Allah CC rızkı tayin ve tekeffül etmiştir." dedi.

* * *

O zâtın bu söylenenleri anlamaması üzerine Hasib Efendi şu hikâyeyi anlattı:

Adamın biri bir camide i'tikâfa girmiş, üç beş gün geçmiş, kimse bir şey getirmiyor. Derken durum imamın dikkatini çekmiş:

"--Sen ne yersin, ne içersin?" demiş.

Adam da demiş ki:

"--Benim babam karşıdaki yahudi bakkala büyük bir iyilik yapmıştı. Yahudi bakkal da bana dedi ki: 'Sen i'tikâfa gir, senin yemeğini ben gönderirim!' dedi."

İmam:

"--O halde pekiyi, oldu." demiş.

Tam giderken, adam imamın bacağından tutarak demiş ki:

"--İmam efendi, Allah rızkı tekeffül ediyorum deyince inanmıyorsun da, yahudi bakkal yemeği ben göndereceğim deyince mi kabul ediyorsun?.."

Bu konuşmanın ertesi günü idi. Hasib Efendi, Hacı Aziz Efendi'ye şöyle söylediler:

"--Yâhu Aziz! O zât dün gece ne halt etti?"

* * *

Hasib Efendi son zamanlarda, geçirdiği prostat ameliyatından dolayı idrarını sonda ile bir şişeye yapar ve bu şişeyi yanında taşırdı. Bu bakımdan imamlık yapmıyor ve fakat Kapalıçarşı Merdivenli Camii'nde hutbeyi kendisi okuyordu.

Ayrıca Çarşamba günleri Beyazıt Camii'nde öğlen namazından sonra cemaate Ramûz el-Ehâdis'ten hadis okutuyordu. Beyazıt Camii'ndeki Hünkâr Mahfili altında mürşidi Mustafa Feyzi Efendi, hadis okuttuğu için kendisine teberrüken burada hadis okutuyordu. Bu bir resmî vazife değildi. Hocaefendi hocasına olan bağlılığı dolayısı ile 84 yaşında hasta olmasına rağmen, Cağaloğlu'ndan umumiyetle yürüyerek bu hadis dersine geliyordu.

Hasib Efendi hiç bir resmî vazifesi olmadan sadece hocasına bağlılığı dolayısıyla yürüyemeyecek hale gelinceye kadar teberrüken hadis okutmaya Beyazıt Camii'ne devam ettiler.

Hatta bir hastaya dua etmek için, o yaşta evinden (Cağaloğlu'ndan) Kumkapı'ya kadar yaya olarak gidip geldiği halde hiçbir şikâyette bulunmamıştır.

* * *

Hocaefendi, Kapalıçarşı Camii'nde hutbe okurken, cemaatin ekserisi esnaf olduğu için hutbenin sonuda cemaate şöyle bir uyarıda bulunurdu:

"--Karakola gitseniz, komiserin karşısına çıkarken ceketinizin düğmelerini ilikler ve şapkanızı düzeltirsiniz. Şimdi namazda Allah'ın huzuruna duracaksınız. Kendinize çeki düzen veriniz a be yahu!.. Akıllarınızı da yanı başınızda olsun, dükkanlarınızda kalmasın..."

Yine bir hutbelerinde cemaat ve talebelerini şöyle uyarmışlar:

"--Şimdi siz cuma namazına gelirken caminin biraz ilerisindeki çayevinin önünden geçersiniz. Orada tavla oynayıp, nargile içip, camiye gelmeyenleri görüp, onları ayıplarsınız. Düşünmezsiniz ve bilmezsiniz ki, onları kahvede tutup sizi camiye getiren Allah CC, --Allah göstermesin-- onları camiye getirir, sizleri kahveye gönderebilirdi."

Hocaefendi sık sık söylediği bir hususu cemaata misal vererek anlatıyordu:

"--Kendi kusurunuz ile meşgul olunuz. Başkasının kusuruna bakmayınız!"

e. Hocaefendi'nin İhvânına Düşkünlüğü

Hocaefendi ihvanına ve insanlara karşı çok düşkün, çok hassas ve çok merhametli idiler. Tebiyesini deruhte ettikleri talebelerine karşı da çok kıskanç davranırlardı ve onların başka cemaatlara karışmasından hoşlanmazlar, hatta izin vermezlerdi. Zira mürşidler kendi verdikleri terbiye sisteminin bozulmasını istemezler. İşte Hocaefendi de böyle bir mürşid-i kâmil olup, ihvanının kalbinin başka bir tarafa kaymasına ve yanlış bilgiler öğrenmesine karşı çok dikkatli ve düşkündü.

Hocaefendi'nin bir talebesi şöyle nakletti:

"Bir zaman Mustafa Feyzi Efendi'nin bir halifesine karşı kalbimde bir meyil uyanır gibi oldu. Bir rüya gördüm; o zâtın mağazasında çalışıyormuşum. Kapıya yaklaşıp dışarı baktığımda çok hoş manzaralar görülüyor. Derken bir takım kimseler hindi, tavuk, yumurta gibi şeyler getiriyor.

'--Hocama götürmek için bana satar mısınız?' dedim.

'--Hayır bunlar satılık değil, filanca zâtın malıdır.' dediler. Meylettiğim zâtın ismini verdiler.

Ertesi gün kendi dükkanıma bazı müşteriler hindi ve yumurta gibi şeyler getirdi. Satın alıp bir kısmını Hasib Efendi'ye götürdüm. Bana:

"--Bİr zuhuratın var mı?" diye sordu.

Ben de rüyayı anlattım. Önce mürakebeye vardı, sonra:

"--Ayrımız, gayrımız yoktur be yâhu!" dedi.

Aynı rüyayı ve hadiseyi Aziz Efendi'ye anlattığımda:

"--Mürşid, ihvânını başkasına vermek istemez, hayatı pahasına da olsa..." dedi.

Arkadaş şöyle devam etti:

Hasib Efendi'ye rüyayı anlatıp hindiyi bıraktıktan sonra, tekrar dükkana gitmiştim. Geri kalan hindi ve yumurtaları eve götürürken, Beyazıt'da az daha bir tramvayın altında kalıyordum. Nasıl kurtulduğumu halen de anlamış değilim. Allah bilir ki, Hocamızın himmeti ile kurtulmuş olmalıyım.

f. Hocaefendi'nin Tasarruf ve Kerametleri

Hocaefendi Hazretleri'nin pek çok tasarruf ve kerametine şahid olunmuştur. İşte birkaç misal:

Rahmetli Sırrı Bey naklediyor:

Maddî olarak sıkıntılı olduğum bir zamanda camide namazdan sonra Hasib Efendi'nin karşısında otururken, gene ihvandan Teknik Üniversite muhasebe müdür yardımcısı Şevket Bey yanıma yaklaştı ve yavaş sesle:

"--Sırrı, madem sıkıntıdasın, neden bize söylemiyorsun?" dedi.

Şaşırdım ve bir şey diyemedim. Hayretle yüzüne baktım. Onun üzerine Şevket Bey şöyle devam etti:

"--Hasib Efendi'yi dün akşam rüyamda gördüm. 'Sırrı'nın ihtiyacı var, sen ikramiye aldın, onu bul ve ihtiyacını gider!' dedi."

İşte Hocaefendi bir ihvânının ihtiyacını, diğer ihvânı vasıtası ile, tasarrufuyla böylece gidermiştir.

* * *

Zeyrek Camii eski müezzinlerinden Sadettin Efendi (Allah rahmet eylesin) şöyle nakletmişti:

"Müezzinlik imtihanı için müftülükte imtihan kapısı önünde sıra bekliyordum. Birden Hasib Efendi'nin merdivenlerden çıkıp, imtihan odasına girdiğini gördüm. Sıram gelip içeri girince, Hocaefendi'yi imtihan komisyonu ile birlikte oturuyor buldum. O gün bana sual olarak en iyi bildiğim yeri sordular, ben de imtihanı rahatça kazanmış oldum. Komisyon azalarının Hocaefendi'yi yanlarında gördüklerini ise zannetmiyorum."

* * *

Hocaefendi'nin ihvanından rahmetlik avukat Sıtkı Bey şöyle anlattı:

"Amerika'da master tahsilinde bulunuyordum. Bir gün sınıftaki bir kız arkadaş, beraberce pikniğe gitmeyi teklif etti. Gitmeye karar verip beraber okuldan çıkıyorduk ki, Hasib Efendi'yi kızgın bir yüzle elinde bastonu ile karşımda grödüm. Bunun üzerine korktum ve pikniğe gitmekten vazgeçtim."

* * *

Vedat Özman, Hocaefendi'nin bir tasarrufu ile ilgili olarak şu hatırasını naktetti:

"Ben önce Tekel Genel Müdürlüğü'nde müfettiş muavini olarak çalşımaktaydım. Bir ara Ticaret Bakanlığı müfettişlik imtihanı açılmıştı. Üç kişi alınacaktı. Ben de müracaat ettim ve Ankara'da imtihana girdim. Ben Ankara'da iken babam Hocaefendi'yi ziyaret etmiş. Ankara dönüşümde Hocaefendi'yi görmek için Kapalıçarşı Camii'ne gittim. Camiden çıkıp beraberce evine doğru giderken bana şöyle dedi:

'--Geçen gün babanız gelmişti. İmtihanı size kazandırmadıklarını kendisine söyleyecektim ama, üzülür diye söylemedim. Onlar adam değil, ama biz gene kimsenin kötülüğünü istemeyiz be yahu. Hadi inşâallah seni kazandırmayan terfi eder de, sen de onun yerini alırsın." dedi.

Filhakika imtihan neticesine göre dördüncü sırada idim. Üç kişi alınınca birinci yedek durumunda kalmıştım ve yer açılmasını bekliyordum. Netice Hocaefendi'nin dediği gibi oldu. O zât dış ticaret reisi oldu. Beni de ondan açılan müfettişlik kadrosuna aldılar ve böylece Hocaefendi'nin bir tasarrufu daha tahakkuk etmiş oldu.

* * *

Yine Vedat Özmen anlatıyor:

Sene 1947'ler idi. O sırada Ticaret Bakanlığı müfettişi olarak görev yapıyordum. Teftiş görevi ile Anadolu'da dolaşıyordum. Önce Antep'e, sonra İzmir'e geçmiştim. Altı aydır dışarıda idim. Hocaefendi ve ailem gözümde tütüyordu. Bir akşam hislendim, gözüm yaşlandı. İçimden dedim ki:

"--Hocam bizi biraz seviyorsan, tahammülüm kalmadı. Beni al yanına artık." dedim.

Ertesi gün iş yerinde çalışırken, odaya postacı girdi ve bana bir telgraf getirdi. Telgraf bakanlık teftiş kurulu başkanından geliyordu ve acele İstanbul'a hareket etmemi istiyordu. İstanbul'a geldim ve gelir gelmez, Hocam Hasib Efendi'yi ziyarete gittim. Elini öptüğümde, gülümseyerek yüzüme baktı ve kendi şivesi ile:

"--Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez be yâhu!" dedi. Hocam bir kere daha tasarrufu ile beni İzmir'den aldırmıştı."

* * *

Yine aynı müfettiş arkadaş anlatıyor:

"Sene 1956-57'ler idi. Bir gün sıkıntılı bir duruma düştüm. Hocam sağ olsaydı bu duruma düşmezdik dedim. O akşam kendisini rüyamda gördüm. Bana:

"--Biz seninle her zaman beraberiz ama sen dersini aksatıyorsun!" dedi.

Filhakîka o sıralarda bazen dersimi aksatıyordum.

* * *

Sırrı Tüzer Bey anlatıyor:

"Nureddin Topçu Bey ilk mektepten arkadaşım olup, samimi dostumdur. Kendisi doktorasını Paris'de Sorbon'da vermiş ve sonra İ. Ü.'den doçent ünvanını almıştı. 1945'lerde Denizli'de lise öğretmenliği yapmakta idi. Yaz tatilinde İstanbul'a gelmişti. Denizli'de pek sıkılmıştı ve göreve İstanbul'a gelmek istiyordu. Ben de kendisine 'Benim bir hocam var, seni ona götüreyim, duasını alalım, o senin işini yapar.' dedim. O da 'Nasıl olur, ancak Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bu işi yapar.' dedi.

Nuredin Bey'le Hasib Efendi'ye gittik. Elini öptükten sonra:

'--Efendim, bu benim çocukluk arkadaşımdır. Bir derdi var, dua buyursanız da Denizli'den İstanbul'a gelse.' dedim.

Hasib Efendi başını önce öne eğdi, sonra Nureddin Bey'e dönerek:

'--Tayininiz inşâllah gelir be yahu, hem de terfian gelir.' dedi.

Hocaefendi'nin yanından çıktıktan sonra Nureddin Bey:

"--Acaba olur mu?" diyordu.

Ben de:

'--O derse, Allah'ın izniyle olur.' dedim.

Aradan çok geçmedi Nureddin Bey dükkana geldi:

'--Sırrı seninle bir şey görüşmek istiyorum, bu akşam bize gel." dedi.

O sırada dükkan biraz kalabalıktı. O akşam oğlum Hasib doğduğu için gidemedim. Ertesi akşam gittiğimde cebinden bir telgraf çıkarıp gösterdi. Telgrafta: "İstanbul Haydar Paşa Lisesi'ne tayin edildiniz." diyordu ve altında H. Ali Yücel'in ismi vardı.

Nureddin Bey çok sevindiğini söyledi ve ayrıca şunu ilave etti:

'--Birkaç gün evvel rüyamda Hasib Efendi'yi gördüm. Camisinde hutbe okuyordu. Hutbeden inince cebinden bir defne dalı çıkarıp bana verdi. Rüya tabir kitabı olan Kenzül-Menam'a baktım, 'Müjdeye delâlet eder.' diyordu.

Hem gördüğü rüya, hem de tayininin gelmesi Nureddin Bey'i sevindirmişti. Teşekkür için beraberce Hasib Efendi'yi ziyarete gittik. El öpüp oturduğumuzda:

'--Efendim arkadaşımı getirdim onu tanıyorsunuz.' dedim.

Hocaefendi:

'--Tanımaz olur muyum Nureddin Bey.' dedi.

Bir ara:

'--Efendim bu arkadaşıma ders verirseniz.' dedim.

Hocaefendi:

'--Eh teberrüken verelim!' diye cevap verdi."

g. Hocaefendi'nin Gönülden Geçenleri Bilmesi

Hocaefendi'nin gönülden geçenleri anında anlayıp cevabını verdiğine dair pek çok misaller vardır. Bir arkadaş anlatıyor:

Bir günÊHocaefendi evinde hatm-i hàcegân yaptırmıştı. Sonra çaylar geldi. Sene 1949. Çay bardakları arasında porselen bir tanesi vardı. İçimden, "Şu bardak bana gelseydi." dedim. Sıra bana gelince fark ettim ki, tepside o istediğim bardaktan başka bardak kalmamıştı. Mecburen aldım. Fakat böyle bir düşünceden dolayı da biraz sıkıldım. Kimse o bardağı almamış ve bardak ta bana kalmıştı. Bunun üzerine Hocaefendi şöyle buyurdu:

"--A be yahu bu nefis acaip bir şeydir. Bardağın şöyle, böyle olması ne fark eder? Benim de gençliğimde başıma şöyle bir şey gelmişti. Hatm-i hàcegânda taş dağıtılırken taşlar arasında renkli bir taş gördüm. Onun bana gelmesini istemiştim. Sonradan bir de baktım ki o taş elimde. İşte nefis böyledir. Halbuki taş sayı için kullanılır, renginin bir tesiri yoktur."

* * *

Adil Bey şöyle nakletti:

Hasib Efendi evini tamir edecekti. Borç aradığını duymuştum. Bir gün beraber giderken içimden dedim ki:

"--Ben evlâdın değil miyim, benden neden borç istemiyorsun?"

Anında bana döndü:

"--A be yâhu, şayet işinden artan bir miktar para varsa, bin lira kadar borç verebilir misin?" diye sordu.

Daha sonra kendisine yediyüzelli lira kadar borç verdim. Hocaefendi sonra bana borcunu ödedi.

* * *

Diğer bir misal:

Hocaefendi'nin bir ihvanı maddî olarak darda kalır ve hanımının küpelerini satmak ister. Küpeleri cebine koyar ve satmak içni Kapalıçarşı'ya doğru giderken, Hocaefendi'ye uğrar. Hocaefendi kendisine bir şey söylenmediği halde:

"--Hanımın küpelerini satmak hoş bir şey değil. Sen ikindi namazına Beyazıt Camii'ne gitsen iyi olur." der.

Arkadaş ikindiye Beyazıt Camii'ne gider, orada bir tanıdığı kendisine bir zarf uzatır. Zarfın içinde küpenin satışından elde edeceği paradan daha çok para vardır ve küpeyi satmadan ihtiyacını karşılamış olur.

* * *

Hacı Sırrı Bey anlatıyor:

Bir zaman çok sıkışık durumda idim. Hasib Efendi'yi ziyarete gitmiştim. Hiç bir şey söylemediğim halde, ayrılırken yastığının altından çıkardığı bir zarfı bana verdi. Dışarıda zarfı açtım, içinde tam ihtiyacım kadar para vardı.

Diğer bir ihvânı şunları nakletmiştir:

Bir ara işlerim iyi değildi. Hasib Efendi:

"--Darlık zamanında Âyetel-Kürsî'yi çok okumalı!" buyurdular.

Ben de okumaya başladım. Bir müddet sonra işlerim açıldı. Hatta başkalarına iş verir duruma geldim.

* * *

Bir arkadaş şunları anlattı:

"Hasib Efendi'yi Sultanahmed'in aşağılarında bir yere, bir hastaya okumaya götürmüştüm. Okuduktan sonra beraberce dönüyorduk. Kendisini evine kadar götürmek istiyordum. Sultanahmed'e gelmiştik.

'--Ben giderim, oğlum giderim.' dedi ve yanımdan kayboldu."

* * *

Hocaefendi'nin aynı anda iki yerde bulunmasına ait kerameti de şöyle:

Hocaefendi'nin bir cuma namazı sırasında camisinde namaz kıldırırken, aynı anda Bakırköy Akılhastanesi'nde yatmakta olan bir talebesini ziyaret ettiği, hastane bakıcılarının şehadeti ile tesbit edilmiştir.

* * *

Prof. Dr. Mazhar Özman anlattı:

Bir gün Hocaefendi'yi ziyarete gitmiştim. Kendisi biraz yorgun görünüyordu. Sorduğumda şöyle buyurdular:

"Sizden evvel genç adam geldi ve bana bazı sualler sordu. Rafı göstererek:

'--Bu kitaplar nedir?' dedi.

Kendisine:

'--Hadis, tefsir gibi dînî kitaplardır.' dedim.

Bana sordu:

'--Siz hasta okur musunuz?'

'--Okurum, şifa ayetlerini okurum.' dedim.

'--Muska yazar mısın?' diye sordu.

'--Yazarım be yâhu, âyet-i kerime yazarım.' dedim.

Böylece suallerinin sonunda bana:

'--Hocaefendi ben polisim, 1. şubeden size kontrole geldim. Ama sizden bir şey rica edeceğim: Müsaade ederseniz elinizi öpüp duanızı almak istiyorum.' dedi. Elimi öptü, biz de dua ettik, gitti."

Sonra Hocaefendi bana dönerek dedi ki:

"--Ben öyle bir Şeyh Efendi'nin (Mustafa Feyzi Efendi) dervişiyim ki, Şeyhime ve bize polis sataşamaz!.. Zamanında ittihatçılar, Şeyh Efendi'nin peşine, onu kontrol etmeleri için iki polis hafiyesi koymuşlar. Şeyh Efendi bu iki hafiyeyi kendine derviş yapmış. Hatta bir tanesi, Şeyh Efendi'nin evinin çatısında halvetteyken vefat etmiş. Cenazesini de Şeyh Efendi kıldırmış." dedi.

* * *

Yine bir gün Hocaefendi'nin ziyaretine gitmiştim. Talebelerinden Sabire isminde bir terzi kızı vardı. Sabire Abla Mahmudpaşa'dan Hocaefendi'nin evine gelirken, çarşıdaki herkesin Hasib Efendi olduğunu görmüş. Şöyle ki; alan da, satan da, yolda yürüyen de, yani herkes Hasib Efendi imiş. Korkmuş, Hocaefendi'ye gelmiş. Hocaefendi kendilerini kapıda bekliyormuş ve şunları söylemiş:

"--Korkma! Bir derviş şeyhini çok severse onda fânî olur. Artık her yerde yalnız onu görür. Bu makbul bir şeydir, sevin kızım!" demiş.

Hocaefendi, Sabire Abla'nın bu halini bize naklettikten sonra şunu ilave etti:

"--İstediğimiz bir durum erkeklerde değil, bir terzi kızında zuhur etti."

* * *

Ağabeyim Vedat Özman müfettişti. Anadolu'da vazife icabı dolaşırdı. O zamana Anadolu ile telefon irtibatı çok azdı. Annem, Ağabeyimi merak ettiği zaman bana:

"--Hocaefendi'ye gönül et de, ağabeyinin durumunu öğren bakalım!" derdi.

Hocaefendi'nin yanına gelince, hiç bir şey söylemediğim halde, Hocaefendi bana sorardı:

"--Ağabeyinden bir haber var mı?"

Ben de:

"--Yok efendim..." derdim.

"Öyleyse yakında gelir." derdi.

Birkaç gün sonra da ağabeyim çıkar gelirdi.

* * *

Ağabeyim Vedat Özman, Hocaefendi ile ilk tanıştığında:

"--Efendim nerelisiniz?" demiş.

Hocaefendi de:

"--Serezliyim." demiş.

Ağabeyim içinden:

"--Serez'de de çok çingene varmış." diye geçirmiş.

Hocaefendi anında:

"--A be yahu! Serezlilerin hepsi de çingene değildir. Çingenelerin ayrı mahalleleri vardır." buyurmuş.

* * *

Bir gün Hocaefendi'ye bakarak içimden:

"--Şeyh efendiler ihvânına himmet ederlermiş. Siz de bana bir himmet etseniz." dedim.

O sırada himmetin ne olduğunu bile bilmiyordum. Kendisi evinin merdivenlerinden iniyordu, ben ise aşağıda bekliyordum. Yukarıdan bana seslendi:

"--Mürid, "Şeyhim himmet..." demiş; şeyh de, "Oğlum hizmet!.." demiş.

* * *

Hasib Efendi'nin yamalı bir şalvar giydiği bir gün, babam Behzat Efendi bunu görünce içinden:

"--Hocaefendi'ye bir şalvar alsaydım." diye geçirmiş.

Bunun üzerine Hocaefendi kendisine:

"--A be yâhu, bizim yeni şalvarımız vardır. Ama nefse ağır gelir diye, bu yamalı şalvarı giyeriz." demiştir.

* * *

Yine bir gün Hocaefendi'yi hatm-i hàcegân için bekliyorduk. Arkadaşlarından biri beklemekten sıkılmış olmalı ki:

"--Hocaefendi de vaktinde gelmez." diye söylenmeye başladı.

Biraz sonra Hocaefendi içeri girdi ve o zâta dönerek:

"--A be yahu, adama sormuşlar ismin ne? 'Mülâyim.' demiş. Soran da demiş ki: 'Sert olsan ne yaparsın?..'"

* * *

Diğer bir hatıra:

Bir ihvan kardeş çalıştığı dairede müdürünün kendilerine eziyet ettiğinden şikâyet etmişti. Müdür onların cuma namazına gitmelerine mani oluyormuş. Bu müdür daire içinde dahi köpekle dolaşırmış. Bu şikâyet üzerine Hocaefendi:

"--Desenize yahu, bu, köpeğin arkadaşı." buyurdular.

* * *

Hocaefendi bir sohbetinde ihvanına buyurdu ki:

"--Sakın ola çocuklara 'Ne güzel mâşâallah.' demeyiniz. Ne güzel'le mâşâllah arasında nazar değer. 'Mâşâallah, ne güzel!' deyiniz."

* * *

Yine bir sohbetinde Hocaefendi gizli şirkin ümmet-i Muhammed SAS için çok gizli ve tehlikeli olduğundan bahsettiler ve bize gizli şirke ait misaller verdiler:

"İnsanoğlu kazancını takdim ederken 'Ben çalıştım ve alnımın teriyle kazandım.' der. İşte bu gizli şirktir. İnsanoğlu burada kendini rızık verici yerine koymuştur. 'Ben çalıştım, Rabbim verdi.' demesi gerekir.

'Soğuk su içtim midem ağrıdı.' ifadesiyle, hastalığı soğuk suya bağlamıştır. Veya 'İlaç içtim, başımın ağrısını dindirdi.' sözüyle, Allah'ın şifâ verici vasfını ilaçtan bilmiştir.

Rasûl-i Ekrem SAS Efendimiz buyururlar ki: 'Hastaya bir ilaç verildiğinde, melekler Allah'a CC sorarlar. 'Yâ Rabbi! İlaca şifa koyalım mı?', 'Koyun!' buyurursa o ilaç, şifa olur.'

Allah korusun, Allah esirgesin insanlar çok dikkatli olup bu gizli şirkten kendilerini kurtarsınlar inşâallah."

* * *

Bir gün Hocaefendi'ye bir ihvanı şunu sordu:

"--Hocaefendi, mezbahada koyun keserken bazı kesiciler besmele çekmiyorlarmış. Acaba bu durumu göz önüne alarak, mezbahada kesilen eti yemeyelim mi?"

Bunun üzerine Hocaefendi:

"--A be yâhu, biz yemeği yerken besmele çekeriz. Bu besmele hem bizim yemek besmelemiz, hem de mezbahada unutulan besmele yerine geçer." dedi.

Yine bir gün yemekte idik. Masa örtüsünün dışına bir parça ekmek düştü. Hocaefendi aldı, üfledi ve yedi. Arkadaşlardan biri sordu:

"--Efendim mikrop olmaz mı?"

Buyurdu ki:

"--Ben o mikrobu öldürdüm be yâhu. Çünkü besmele çekerim."

* * *

Hastalığı sırasında idi. Hocaefendi, bana eski bir Kur'an-ı Kerim'ini verdi. Onu alırken, içinde kendi hat yazısıyla yazılı Âyetel-Kürsî buldum:

"--Bunu da alabilir miyim?" diye sordum.

"--Al!" buyurdular ve dediler ki: "Onun içinde 'İllâ biiznihî' yazar."

* * *

Bir arkadaşa ders verdiği sırada çok dikkat etmesi için şöyle buyurdular:

"--Biliniz ki Müslümanların arasında en kusurlu sizsiniz, bu mutlak doğrudur. Bu gerçektir. Çünkü siz karşınızdakinin iki üç kusurunu görürsünüz. Fakat kendinizin bin kusurunu görmezsiniz."

* * *

Hacı Sırrı Tüzeer anlattı:

Hasib Efendi bir gün dükkanıma geldi. Neşeli bir hali vardı, her zamanki yerine oturdu. O sıralar savm-u Davud orucu tutardı.

"--Taze çay demledim, buyurmaz mısınız?" dedim.

Onun üzerine şu sözleri söyledi:

"--Hep siz beni rüyada görecek değilsiniz ya, dün gece biz de sizi rüyamızda gördük."

Bu sözler beni heyecanlandırmıştı.

"--Nasıl gördünüz efendim?" dedim.

Şöyle devam etti:

"--Siz bize bir altın verdiniz. Biz de size kalbimizi verdik." dedi.

* * *

Yine Sırrı Bey'den naklen:

İstanbul, Çarşamba semtinde oturan yatalak bir kadın varmış Bir gün bu kadın rüyasında:

"--İbrahim Paşa Camii imamı Hasib Efendi'yi gör, o sana lâzım geleni söyler!" diye bir ses işitiyor.

Kendisi yatalak olup dışarı çıkamadığı için komşuya:

"--İbrahim Paşa Camii imamı Hasib Efendi'yi bana bulun!" diyorsa da, bir netice alamıyor.

Nihayet bir gün Hasib Efendi kadının hanesine geliyor:

"--Ben Hasib Efendi'yim, sen gelemeyince ben geldim." diyor ve kendisine lâzım gelen dersi veriyor. (1)

h. Necdet Oral'dan Hatıralar

Hasib Efendi'yi 1948 senesinde tanıdım. Evi İstanbul Erkek Lisesi'nin orada idi. Biz de Sultanahmet'te oturuyorduk. Fakat onu tanımadan bir sene evvel, Allah içime bir şevk verdi; kendiliğimden Ramazan ayında namaza başladım.

O sırada arkadaşımız olan Mazhar, değişik bir havaya büründü; Yunus Emre'den şiirler okumaya başladı. Bana bir gün dedi ki:

"--Necdet! Ben çok büyük bir hocaefendi tanıdım, gel seni de tanıştırayım! Ben bu kadar kişi arasından --küçük kardeşimle beni kasdederek-- ikinizi seçiyorum." dedi.

İlk olarak Hasib Efendi'ye, Cumhuriyet Gazetesi'nin bulunduğu o sokağa gittik. Onu gördüğümüz zaman şöyle bir gülümsedi bize, gülümsemesi yetti. Demek ki, o maneviyat aktarıyor insana... O gülmesiyle sanki mühürledi bizi...

O zaman 17-18 yaşlarında idik. Hasib Efendi dedi ki bize:

"--Hidâyet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi..."

İşte o sıralarda Hasib Efendi'ye devama başladık. Hasib Efendi'nin evinde, her pazartesiyi salıya bağlayan gece Hatm-i Hacegân oluyordu. Biz de küçüktük. İlk defa Hasib Efendi'nin evine gideceğiz. O zaman kadar gece vakti evden çıkmamışız. Pazartesi günü evimizden ilk defa ayrıldık, gittik. Sohbet ve Hatme-i Hacegân'ı takiben hocaefendi bir bardak çay ikram ederdi. Derken gece saat oldu, çıktık geldik evimize...

Babam Tekirdağ'da idi, evde amcam vardı. Kapıyı bize o açtı:

"--Siz nerdesiniz, bu saate sokak mı kalır?" dedi, tekme tokat bizi dövmeye başladı.

Büyükannem onu yumuşatmaya çalıştı:

"--Vurma! Bunların bir Hocaefendileri var, ordan geliyorlar." dediyse de, amcam:

"--Başlarım hocanın sakalına!.." diyerek bir iki tokat daha vurdu. Daha fazla ileri gitmeden bıraktı.

Sabah oldu. Baktık amcam elini göğsüne koymuş büyükanneme bir şeyler anlatıyor, bize fazla bir şey diyemiyor. "Ben bu gece kendimi zor kurtadım." diyor. Amcam gibi bir adama da, böyle ağlar bir durum olmasına ben şaştım. Anlatıyor:

"--Bu gece büyük bir ateş yakıldı, ateşe benden önce birisini sürüklediler. Adam bağıra çağıra ateşe sürüklendi. Sıra bana geldi. Beni sürüklerlerken çırpındım, karyoladan düştüm. Zor kurtadım canımı!.." diyor.

Elini göğsüne atmış, kaşıyor; ağlar gibi bir halde...

Cenab-ı Hakk'ın hikmetini orada sezdim. Hasib Efendi'nin ruhaniyeti... Çünkü Hasib Efendi ehlullah, hattâ kutub bir zattı. Çünkü rahmetli Aziz Efendi, Hasib Efendi'nin vefatından hemen sonra Hatm-i Hâcegânlarda onun için kutbül-aktâb sözünü zikrediyordu.

* * *

Hasib Efendi yaşlı idi ve keramet gösterirdi. Oturursun, senin kalbinden bir şey geçiyorsa, Hasib Efendi derdi:

"--A be öyle değildir o be yahu, şöyle derler onun için..."

Sırrı Ağabey anlattı bize: "Bir gün Hasib Efendi'nin imamlık yaptığı İbrahim Paşa Camii'nden yatsı namazını müteakip çıktık gidiyoruz. Ben Hasib Efendi'nin çantasını taşıyorum. Yaz günü, dışarıda hava açık... Yürürken gökyüzünde bir yıldız kaydı. Ben havaya bakıyorum, yıldızları seyrediyorum; Hasib Efendi yere bakıyor. Derken yıldız kayınca, içimden geçti ki: "Acaba dinimizde yıldız kayması nasıl izah edilir?" Hemen başını kaldırdı, dedi ki:

"--A be derler ki, melekler şeytan kovalıyor."

İşte Hasib Efendi böyle biriydi.

* * *

Hasib Efendi'yle birbuçuk senemiz geçti. Babamdan haftalık alırdık o zaman... Haftalığımızı aldığımız zaman, Hasib Efendi'yi evden taksi tutup alırdık, Beyazıt Camii'ne vaaza götürürdük. Vaazı pazar günleri ikindileyin yapardı.

Lise 10. sınıftayım, bir gün vaazdan dönüyoruz. Tam İstanbul Erkek Lisesi'nin önüne geldik. İçimden dedim ki: "Hocaefendi bir sorsa da, zor bir dersim vardı, bana onun için bir dua etse..." dedim. İçimden geçer geçmez, taksinin içinde bana döndü:

"--A be nerede okursun?" dedi.

"--Hocaefendi, şu mektepte..." dedim.

Tam oradan geçiyoruz.

"--A be var mı ikmalin?" dedi.

"--Var..." dedim.

"--İnşaallah geçersin." dedi.

* * *

Bir kere de aynı şey evinde oldu. Yine imtihanımın yaklaştığı bir zaman gittim evine... Rahatsız olmuş Hasib Efendi... Valide hanım sırtını ovuyor, terini siliyor. Hasib Efendi başı öne eğilmiş durumda idi. Ben de yanda oturuyorum. İçimden, "Hocaefendi bir sorsa da, dua etse..." diye geçti. O sırada Hasib Efendi bir şeyler anlatıyordu. Bunu düşünür düşünmez lafını kesti, başını bana doğru çevirdi:

"--A be hangi mektepte okursunuz?" dedi.

Okulumu söyledim ama yüzüm kızardı, utandım. Başımı önüme eğdim.

"--İkmalin var mı?" dedi.

"--Bir ikmalim var..." dedim.

"--İnşaallah geçersin, geçersin!" dedi. "Ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah'tandır, Allah'tan..." dedi ve ağladı.

Hasib Efendi ayet okunurken ağlardı. Cuma namazından evvel, ayetler okunurken devamlı gözyaşı dökerdi. (2)

* * *

Hasib Efendi'den i'tikafla ilgili bir hatırasını dinlemiştim. Şöyle anlattı:

"Bir yaz mevsimi Ramazan ayının son on gününde imamı olduğum camide itikafa girmeye niyet ettim. İtikafı caminin mevcut geniş pencereleri içinde yapacaktım. Yanıma biraz un, bir testi su, küçük bir ispirto ocağı ve ufak bir tas aldım. A be iftar için tas içinde sade suya biraz un çorbacığı yapardım.

Namaz aralarında pencere içinde oturur, Kur'an, zikir, tefekküre devam ederdim. Sıcaklarda pencere kanatlarını duvara kadar açardım. Arasıra pencere camına gözüm ilişir, kindimi görürdüm ama önemsemezdim.

İtikafın sonuna doğru bir gün gözüm gene pencere camına ilişti. Ama bu sefer camda kendimi değil, mürşidimi gördüm. Devamlı bana bakıyordu." dedikten sonra Hocaefendi Hazretleri ağladı.

Kanaatimce Hocaefendi bizlere bu yolun mânevî basamaklarından ilki olan fenâ fiş-şeyh makamının ilk belirtilerini anlatmak istemişti.

* * *

Hoca Abdülaziz Efendi'nin evinde Hasib Efendi Hazretleri ve bazı arkadaşlarla beraber bir yemekte idik. Yemeğe Hasib Efendi'nin besmelesi ile başlandı. Yemekte bulunan bir misafir, sofrada bir hatırasını anlatmaya başladı. Konuşması uzayıp gidiyordu.

Bir ara Hasib Efendi, zannedersem kendisini ikaz yollu:

"--A be, biz her lokmada bir besmele çekeriz, her çiğneyişte de kalbimizden Allah deriz." dedi.

Misafir bu söze rağmen hatırasını anlatmaya devam edince Hocaefendi aynı sözlerini bir kere daha tekrar etti. Misafir durumu kavradı ve sustu.

Bu hadise de zihnimden şöyle bir yorum geçti: Hocaefendi Hazretleri bizlere büyüklerin yanında nasıl yemek yeneceği adabını öğretmek istiyordu. (3)

* * *

İnsanlar çeşitli şekilde imtihana tabi olabiliyorlar. Aziz Efendi'nin bir sözü vardır:

"--Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel'undur. Şeyh imtihan etmez. 'Şu adama helâları süpürteyim de, bakayım içinden bir şey geçiyor mu?' demez. Ya küfre düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah'ındır. Şeyh bu işi yapmaz." dedi.

* * *

Hasib Efendi'nin evinde otururken, Aziz Efendi yanı başında bulunurdu. Vefatından evvel her gün Aziz Efendi, bir Kur'an çantası ile sık sık Hasib Efendi'ye giderdi. Karşılıklı Muhammediye, Ahmediye gibi büyük kitaplar okurlardı. Aslında o okuma, bir ilim tahsilinden çok sanki makam teslimiydi.

Bir gün ben Hasib Efendi'ye gittiğimde, o okumalarına rastladım. Hasib Efendi oturuyor, yatağının içerisinde ders okuyor Arapça olarak... Aziz Efendi de onu kitaptan takip ediyor. Arapça bir cümle okuyor, ona bazen: "Şurdaki ibâre bu demektir." diyor. Derken Aziz Efendi aniden Hasib Efendi'ye şöyle dedi:

"--Hocaefendi! Bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?.."

Hasib Efendi:

"--Yok yok kalkmaz! Bil'akis derler ki, şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir." dedi. (4)

* * *

Hasib Efendi'nin evindeki Hatm-i Hâcegân sabaha kadar sürmezdi. Sünnete çok uygun hareket eden insandı. Yatsıdan sonra öyle uzun boylu oturmak yoktu. Aziz Efendi'de oturulurdu ama Aziz Efendi'nin ömrü kısaydı. O kendini biliyordu. Hasib Efendi de biliyordu bunu... Mehmet Zâhid Kotku Efendi için:

"--A be, ondan sonrakinin ömrü bize uzun görünür." demiş.

Sohbette sordular:

"--Hoca Efendi, Allah ömür versin ya, hani sizden sonra bizler ne yaparız, nereye gideriz?" dediler.

Bunun üzerine dedi ki:

"--A be düşünmeye gerek yok, bizden sonra Aziz vardır. Biraz da ona devam edersiniz." dedi.

Meğerse bunun daha devamı da varmış, "Ondan sonrakinin ömrü uzun!" demiş. Bu sözünü de sonradan öğrendim. (5)

Notlar:
(1) Prof. Osman Çataklı, Hacı Hasib Efendi ve Hacı Aziz Efendi, s. 13-33, İstanbul, 2000.
(2) Dr. M. Erkaya, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, s. 131-135, Seha, İstanbul, 1997.
(3) Prof. Osman Çataklı, Mehmed Zâhid Kotku, s. 211-212, İstanbul 1999.
(4) Dr. M. Erkaya, Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, s. 135-136, Seha, İstanbul, 1997.
(5) a. g. e., s. 133

Silsile-i Şerîf | Hasib Efendi Hakkında... | Dervişân

.