.
İMÂM-I RABBÂNÎ AHMED
FÂRÛK SERHENDÎ RH.A HAZRETLERİ
İsmi, Ahmed b. Abdülehad b. Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed Fârûk Serhendî'dir.
İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri uzun boylu, buğday benizli, güler yüzlü,
kırmızıca gözlü ve siyah sakallıydı. Zahiri ve bâtınî
ilimlerde hârikulâde bir vukûfa sahipti. Zamanındaki ve
kendinden sonraki devirlerde, ulemâ ve meşâyıhın emîr-i âdili
ve ehl-i hakîkatin muktedâsı idi. Nakşîye, Kâdiriye, Çeştiye,
Sühreverdiyye, Şetâriye, Bedâriye, Kübreviyye
tarikatlerinin imamıydı. Neseben Hazret-i Ömer RA
neslindendir.
Babası ve dedelerinin
hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası
Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son
mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru
yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr
kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir âileye mensûb
sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad Efendi’nin mübârek bir zât olduğunu
anlayıp, ona; "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet
cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını
arzû ediyorum. Bu ricâmı kabûl edeceğinizi umarım." diye haber gönderdi.
Abdülehad Efendi bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla
nikâhlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri doğdu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
, daha önce babası Abdülehad'dan da Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların
üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup
onların güzel hâllerini bildiği için; "Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir
âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne
olur?" diyerek Muhammed Bâkî-Billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna girince
kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye
kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde
etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi
gün huzûruna gelip, Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve
hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı.
Böylece Kâbe'ye gitmekten vazgeçip, Kâbe sâhibini istedi. Üstâdının da lütuf ve
himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
şöyle buyurmuştur. "Biz dört kişi,
hocamız Muhammed Bâkî-billah'a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin
ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı.Bu fakîr yakînen biliyorum ki,
böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber
Efendimiz'in
zamânından sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan
Resûlullah Efendimiz zamânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed
Bâkî-Billah Hazretleri'nin saâdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için
bu büyük nîmetin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi
bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
, hocası Muhammed Bâkî-billah Hazretleri'nin ikinci defâ huzûruna gidip bir
müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha tâliblere,
isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu.
Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defâ
hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç
gün kaldı ve Lâhor'a gitti. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan;
Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh
Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere
kavuştular. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Lâhor'da bulunduğu sırada, oranın meşhûr
âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi
zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
, hocası Muhammed Bâkî-Billah'ın her sene, vefât ettiği ay olan Cemâzil-âhir
ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar Serhend'e
dönerdi. İki üç defâ da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka Serhend'den ayrılıp
başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru, zamânın sultânının
ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar bâzı beldelerde askerlerin arasında bulundu.
Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun
sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup,
nasîblerini aldılar.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri , Serhend'e döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyüklerinden olan Şâh Kemâl Kâdirî'nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti şöyle olmuştur:
Bir sabah İmâm-ı Rabbânî Hazretleri talebeleri ile murâkabe hâlinde iken, Şâh
Kemâl'in torunu ve onun bütün kemâlâtının vekîli olan Şâh İskender, Kehtel'den
gelip, Şâh Kemâl'in bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî Hazretleri' nin mübârek
omuzuna koydu. İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şâh İskender'i gördü. Tam bir
tevâzu ile boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hâl ve
rüyâmda dedem Şâh Kemâl'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu.
Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana
çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lâzım
oldu." İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsî odasına gitti. Bir müddet
sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi:
"Hazret-i Şâh Kemâl'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl
zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin
seyyidi Abdülkâdir-i Geylânî'yi, hazret-i Şâh Kemâl'e kadar devâm eden bütün
halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî
kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları
ve esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nûrların denizine gömülüp o denizin
dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni kapladığı zamanda
kalbime; "Beni Ahrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esâsı bu
büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye geldi. Böyle
düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan Hâce Abdülhâlık-ı
Gücdüvanî'den hocam Hâce Bâkî-Billah'a kadar bütün halîfelerinin geldiğini
gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye
büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle
erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?" dediler. Kâdirî büyükleri
(Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır.
Bizim nîmet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı
giymektedir." dediler.
Onlar böyle konuşurken
Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece anlaşmaya
vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir
şevk buldum." İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe
yetiştirip feyz verdi.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
, benzeri az yetişen, müstesnâ bir İslâm âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir.
Peygamber Efendimiz'in vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmanları dîne, îmâna
insafsızca saldırmışlardı. Allah- Teàlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi
bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun vâsıtasıyla din
düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok
kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmâm'ın mektup ve kitapları, insanları
gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Yâni Allah-u Teàlâ onu, Peygamber
Efendimiz'den bin sene sonra, dîn-i İslâm'ı yenilemek ve kuvvetlendirmek için
göndermişti.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle
sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i Sünnet îtikâdının ve doğru din
bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bâzı sapık kimseler, ona
cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar.
Bunun için bâzı kimselerin cefâ oklarına, eziyet ve iftirâlarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmâm'ı tehlikeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil tabakayı aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmâm'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşâyih-i izâmı inkâr ediyor, Allah-u Teàlâ’nınmârifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Çeşit çeşit iftirâlarda bulundular.
O zamânın sultânı Selim
Cihangir Hân'ın devlet adamları, hattâ büyük vezîri, baş müftîsi ve
etrâfındakiler Ehl-i Sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revâfıd Risâlesi,
ashâb-ı
kirâm düşmanlarını reddetmekte, böylelerinin câhil, ahmak ve alçak olduklarını
anlatmaktaydı. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ'da bulunan en büyük Özbek
hânı Abdullah Han'a yollamıştı. "Bunu İran'da, Şâh Abbâs-ı Safevî'ye
gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur." demişti.
Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herât'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı.
Buralarını daha evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki
bozuk fırkalar, ashâb-ı kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri hakkında çeşitli
iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şâh Cihân'ı gönderip,
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni, evlâtlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp,
hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftî ile yanına
gitti. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı
Rabbânî'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim."
deyince, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu
fetvânın zarûret zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde
etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi
ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna
yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirâlara karşı sultâna güzel ve doyurucu
cevaplar verdi. Sultan yüksek hakîkatleri anlayabilecek birisi olmadığı hâlde,
neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan
iftirâların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe
tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin dinde olan
kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni hapsettiren
Selim Cihangîr Han'ın oğlu Şâh Cihân, pâdişâh olmak için babasına
karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden
kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamânın velîlerinden birine
hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer kazanman için
vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle berâber
ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî
Müceddîd-i elf-i sânî Hazretleri dir. Şâh Cihân, İmâm'ın huzûruna gelip duâ
etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî onun babasına karşı gelmesine mâni
olup nasîhat etti. "Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefât
edecek, saltanat sana kalacaktır." diye müjde verdi. Şâh Cihân emirlerini
dinleyip arzûsundan vazgeçti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefât
edince saltanata kavuştu.
Zamânının âlimleri,
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla,
birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey
olmadığını İslâmiyet'e uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile
tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden
Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet'e girer."
buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin
Cem'ül-Cevâmi kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda; "Beni iki deryâ arasında "Sıla"
yapan Allah-u Teàlâ'ya hamd olsun." diye duâ etmiştir. Ashâbı, talebeleri ve
sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte
müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
, Müceddîd-i elf-i sânîdir. Yâni hicrî ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler
zamânında, her bin senede yeni din getiren bir rasûl gönderilirdi, yeni din
öncekini değiştirip, bâzı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî
gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i
şerîfte, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir
âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz'den sonra peygamber
gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ
edecek, dîne sokulan bid'atleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline
getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması
lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
yapmıştır.
Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî Hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimiz'den tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah'ın nûrları ile aydınlattı. Bid'atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamânında Hindistan'da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu.Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhil, büyüklerin sözlerinin mânâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyet'in hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gâyet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimiz'in hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defâ (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. O zamânın diğer büyük âlimleri de onu medhedip övmüşlerdir.
* * * * * * * *
Hâce Muhammed Bâkî-Billah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Numân diyor ki: "İmâm-ı Rabbânî'ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir." buyurdu.
* * * * * * * *
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü'min Kübrevî, talebesinden birini, İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh'dan, Hasan-ı Kubâdânî ve Kâdı'l-kudât Tulek'den selâm getirdi ve; "Üstâdım Mîr Muhammed Mü' min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmayan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!" dedi." deyip, İmâmın bir daha elini öptü. Vedâ edip ayrılırken de; "Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla berâber verdi.
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmâm'ın huzûrunda oturuyordum. Onlar mârifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı Kerîm'in harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bâzı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih yâni fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvâlara, dâimâ uymaktı. Bâzı fıkıh âlimlerinin câiz dediği, bâzılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin birâderi, Sürûnç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şâyet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!" Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç'a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tâzeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin; "Bir müşkil ile karşılaşırsan beni hatırla!" emri hatırıma geldi. Kendi kendime; "Ey hocam! Allah-u Teàlâ’nın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri gözüküverdi ve arslana, benden uzaklaşması için, eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?" dediklerinde; "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'dir." dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni çok sevenlerden oldular."
* * * * * * * *
Şeyh Muhammed'in İsfehan'dan gelirken yolculukta atından heybesi düşmüştü. Farkına varınca, atını kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldı. Şuraya da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldı. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordu. Yolu kaybedip şaşkın, perişân bir hâlde, çâresizlik içinde ağlayarak etrafta koşuyordu. Fakat kâfileden bir eser göremiyordu. "Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım." diye düşünüyordu. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocası İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin imdâdına yetişmesini istedi. O anda İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir at üzerinde karşısına çıkıverdi. Yanına yaklaşıp durdu ve; "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın terkisine bindirdi. Sonra atı süratle sürüp, aradığı kâfileye yaklaştı. O, kâfileyi uzaktan görünce attan indirip; "Hadi git!" buyurdu. Kâfileye ulaştı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedi.
* * * * * * * *
Serhend kâdılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genç bir defâsında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına devâ bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri mektubuna cevap yazıp; "Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut." buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devâm etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirdi.
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri' nin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyip hâfız olmuştum. Sonra Serhend'den İlâhâbâd'a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı ve bu hal üzere aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'yle görüşünce bana; "Hâfız! Terâvih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı Kerîm'in ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defâ hâlimi arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı." dedimse de kabûl etmediler. Çâresiz emre uydum. Terâvih namazını kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unuttuğum hâlde ilk gün yirmi bir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyamda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihte hatmi tamamladım. Bende hâfızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin bereketi ile idi."
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd'ın hocası Mîrek Şeyh şöyle
anlatmıştır: "Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni sevenlerden
değildim. Çünkü, "Kendini Hazret-i Ebû Bekir'den üstün görüyor." diye
bir iftirâ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine
varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü
bir insandı. Fakat bu defâ onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm.
Yüzünde bir nûr vardı. "Sen böyle değildin bu hâl nedir?" dedim.
Cevap olarak;
"--Ben İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin hizmetine ve sohbetine
girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nîmete
kavuştum." dedi. Bunun üzerine ben ona;
"--Senin bahsettiğin zât
kendinin hazret-i Ebû Bekir'den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesir ve
faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben böyle deyince;
"--Aslâ! Binlerce
aslâ! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görüp
sohbetine kavuşsaydın, hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın."
dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle;
"--Görmek istemiyorum."
dedim.
Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlakâ görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevâbını almak üzere hazırladığım üç suâlden birincisi, hakkında kendini Hazret-i Ebû Bekir'den üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu hususta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin huzûruna gittik.
Onu uzaktan görür görmez bütün âzâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup öyle bir îzâh yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini hazret-i Ebû Bekir'den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci meseleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının şerefi şöyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken, üçüncü olarak tuttuğum Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim Pîrzâdemizdir ve cezbe sâhibidir." buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm."
* * * * * * * *
Yine Cân Muhammed
Celenderî, Acîn'de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri'nin yanında talebe iken, bir gün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri bana; "Sana bir iş
söylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım fedâ olsun yapmaz olur
muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu
ki: "Hafız Rahne'nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturuyor. Onların
yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu
göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı
ona ver ve buraya gelmesini bildir." Emri üzerine derhâl söylediği yere
gittim. Târif ettiği şekilde dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz
geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez
bana; "Seni İmâm-ı Rabbânî Hazretleri mi gönderdi?" dedi. Evet deyip elimdeki
kâğıdı verdim. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin duâ ettiğini ve çağırdığını
söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri' nin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka
yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak
dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim. Önce İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri'ne sundum. "Ona götür." buyurarak misâfire vermemi
istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne götürmemi
söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri yerinde oturuyordu. Huzûruna çağırıp geldiğim
derviş, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden beni sordu. O da; "Bu
Celender'dendir. İsmi, Cân Muhammed'dir" dedi. Bunun üzerine o derviş;
"Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatta
yetiştiriyorsunuz?" deyince; "Kâdiriyye silsilesinden" buyurdu.
Bunun üzerine o zât; "Allah-u Teàlâ'ya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî'ye kavuştururuz." dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî Hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik
su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek;
"Cân Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir?
Dikkatli bak!" buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah
hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
bana, "Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i
Geylânî'dir! Ona intisâb et, bağlan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzûruna
yaklaştım, benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar
kutup yıldızına doğru gidip kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ,
abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin beni
göndererek çağırdığı derviş de yanımdaydı. Bana; "Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri
ni gördün mü?" dedi. Ben de "Evet" dedim."
Bu hâdiseyi Cân Muhammed Celenderî'den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır: "Ben bunları Cân Muhammed Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhtan uzak kaldın?" O da bana; "Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. "Buna müsâade et, biz bunu kethudâ (ticâret reisi) yapacağız" diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bana; "Git kethudâ ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Bir gün bir şey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüştüm. Bu sefer çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabâlarımla gittim. Ticârete başlayıp, kethudâ oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum" dedi."
* * * * * * * *
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, bir gün, hocasına şöyle arzetti:
"Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir âileye mensubtur. Babası ve dedeleri
evliyâdandı. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram işlerle meşgûl
oluyor. Islâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek
nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih
kimselerden olurlar." Bunu arz edince İmâm-ı Rabbânî Hazretleri sükût etti. Yine bir defâ aynı şey arzedilince
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurdu ki:
"Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce'nin hâline teveccüh ettim. Onu
haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok
teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize
çekeceğiz." buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o
kimse, içki içmeyi ve haramları terkedip tövbe etti. Sonra ibâdet ve tâatla
meşgûl oldu.
Bu zât bir defâsında
Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend'e dönüşünde hastalanıp
vefât etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin türbesi yanında bir yere
defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin; "Sonunda biz onu
yanımıza çekeceğiz." buyurmasının hikmeti anlaşıldı."
Birgün İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
hastalanmıştı. Hastalığı sırasında yemek
için on bir tâne üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
murâkabeye daldı.Bir müddet sonra başını
kaldırıp; "Çok garib bir hâl gördüm. Bu üzümleri önüme koydukları zaman,
hepsinin, Allah-u Teàlâ'ya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allah-u
Teàlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe
bağlı kıldı." buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tâne yeyince hastalıktan eser
kalmadı. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu
hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler.
Onun da hastalığı geçti."
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muâviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm-ı Enes b. Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muâviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebû Bekir'i ve Hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâzımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektûbât'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve;
"--Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Rasûlüllah Efendimiz'in ashâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit." buyurdu.
Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı.
"--Bu oturan zât, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim.
"--Sakın, sakın! Rasûlüllah Efendimiz'in ashâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu.
Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak;
"--Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına
bir tokat indir!" dedi. Şeyh Hazretleri , yüzüme kuvvetli bir tokat
indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara
düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok
incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım.
Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim
o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu.
Kalbimde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan
İmâm-ı Rabbânî'ye ve onun yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı."
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu: "Mühim bir iş için Lâhor şehrinden, Burhânpûr'a gitmiştim. Serhend'e gelip, Hazret-i İmâm'ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüd ediyorum. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ; "Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur." buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. İki üç konak gidince hastalığım arttı. Bir gece böyle devâm etti. Bu hastalığın şiddetli zamânında kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu dedim."Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnâsında, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni rüyâda gördüm. "Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devâm et." buyurdu. Sabah olunca, hastalık tamâmen geçti. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikrâm etti. Bunu yiyince, yeniden hastalandım. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, Hazret-i İmâm'ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, âniden kapıdan içeri girdi. "Hayırdır inşâallah." dedim. Dedi ki:
"--Beni İmâm-ı Rabbânî Hazretleri gönderdi. "Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, berâber bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifâlı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim." Ben dedim ki:
"--Bu otları
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri benim
hastalığımın iyileşmesi için ilâc olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu
içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamânında, tatlı ve soğuk
yenmez, içilmez." deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara;
"İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bunları
benim için gönderdi içeceğim." dedim. İster istemez o otları ezip şerbet
yaptılar. İçer içmez, hastalığımın hafiflediğini anladım. Ertesi gün kalan
otların da suyunu çıkarıp içince büsbütün kurtuldum. Orada bulunanlar, bu
hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
büyüklüğünü anladılar."
O zamânın sultânının
üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir
durumdaydı. Babasına isyân etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu
oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücûm ettiler. Şiddetli bir harb başladı.
Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri yürüten büyük bir kumandan, bu
harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu
düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı.
İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamânın evliyâsının
büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne mektup yazıp;
"Delhi'de bulunan velîler ile büyükler keşf ve vâkıalarla gâlibiyetin ve
nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu hususda ne
buyururlar" dediler: İmâm-ı Rabbânî Hazretleri cevâbında; "Harb meydanındaki vaziyetin
bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamâmen
görüyorum." buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri
devleti idâre edip, sonra Allah-u Teàlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şâh
Cihân bin Cihângir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makâmına geçti.
Allah-u Teàlâ, bu sultâna Hindistan'ı adâlet ve ihsânla dolduran bir pâdişâhlık
nasîb eyledi. Bu pâdişâh sâyesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler
bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
1615 (H.1024) senesinde, elli üç
yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım
hakkındaki kazâ-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilhâm ile bana
bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimiz'e
tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda
bu hususta hazret-i Ebû Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş
oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde
Ecmîr'de iken; "Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler
görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup
yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti
ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektubu
alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, bir
gün, bu yüksek oğullarını husûsî odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli
oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür
dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe
başladı."
Muhammed Hâşim-i Keşmî
demiştir ki: "Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve
ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu.
Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum.
Babaları İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin vefâtının yakın olduğunu açıklaması
üzerine sebebini öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî Hazretleri , bu haberden
oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı
zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar
oğullarını çağırdılar ve; "Bir takım işleri tamamlamak için daha bir
müddet yaşayacağımızı bildirdiler." buyurdu. Bunun üzerine iki kardeş çok
sevindi. Sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla berâber, bu fakîrin
gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu
müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar
yaşayacaklarını ümid ettik."
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
o günlerde, Hâce Muînüddîn Çeştî Hazretleri'nin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet kalblerine murâkabe ederek oturdu.
Kalkınca, buyurdu ki: "Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat
gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok
sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker
arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allah-u Teàlâ’nın
rızâsına
bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî
Muînüddîn Çeştî Hazretleri'nin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden
birine gönderirlerdi. Yâhud da zamânın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci
ve mücevherât gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın
örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin huzûruna
getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri tam bir edeble kabûl etti.
Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret-i
Hâce'ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen
olsun" buyurdu.
İmâm-ı
Rabbânî
Hazretleri Ecmîr seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet,
beş vakit namaz ve Cumâ namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menbaı
olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî'den, yüksek oğullarından,
talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok
nâdir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip;
"Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde
insan kalmadı." sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru,
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin
en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi
kalıyorlardı.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne
memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!"
buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim." dedim.
"Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzûrunuza
döneceğim." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar
nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
Bunun gibi, husûsî
mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ne
inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve
bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye
sorunca, cevâbında; "Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle
olunca, tamâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istigfâr ediyorum, af
diliyorum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî
ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan
ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden
ayrılınız ve beni Allah-u Teàlâ'ya ısmarlayınız." buyurdu.
Yine bugünlerde, kendi
evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, âniden; "İki üç ay sonra
biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Husûsî odanızda mı
bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayacağım."
"Ya nerede olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hiçbirinde
olmam. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi
ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve
hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belâların
giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de
kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç
gözyaşları döküldü:
Vuslat günüdür
sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nîmetin
sevinçlerini saçayım.
Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tâzelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Saîd bir gün, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ni ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında;
"--Allah-u Teàlâ'ya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum." buyurdu. Yine oğlu;
"--Allah-u Teàlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki:
"--Muhammed Sa'îd! Allah-u Teàlâ’nın gayretine dokunuyorsun." Oğlu;
"--Kendi hâlime üzülüyorum." dedi ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine;
"--Allah-u Teàlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda, insanlık îcâbı bâzan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamâmen ayrılma vardır." buyurdu.
Bunu söylediği günden îtibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta ashâbına;
"--Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş
oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine
oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allah-u
Teàlâ, Habîbine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân
eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde
Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk-i Ekber'in; "Bu gün dîninizi tamam eyledim."
âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, yâni Peygamber Efendimiz vefât
edecektir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar.
"Senin misk
zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının 23'ü
Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti.
Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın
soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü.
Peygamber Efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta
olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri , bu hususta da
ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine;
"Mangal için şu kadar kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar
yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses
kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün
bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine
ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık zamânında,
yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince
hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki,
kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Hazretinizin hastalığı bu kadar
konuşmanıza elverişli değildir, bu mârifetlerin beyânını bir başka zamâna
bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arzetti. Bunun üzerine: "Ey
oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını
söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım." buyurdular.
Bu günlerde hastalığı
şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terk etmedi. Ancak son dört-beş
gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salavâtları, zikri ve
murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının
inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında
kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son
teheccüdümüzdür." buyurdu.
Nasîhatlerinden birinde;
"Mezârımı belli olmayan bir yere yapınız." buyurdu. Yüksek oğulları
arzettiler ki: "Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin
defnedildiği, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada
olacaktır. Aynı yerde defnedileceğim." buyurmuştunuz. Bu gün de böyle
buyuruyorsunuz." "Evet öyleydi. Fakat şimdi ben böyle
istiyorum." dedi. Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını
görünce; "Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına
defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız.
Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı kalmasın."
buyurdu.
Hazret-i İmâm kendi
kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir
dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi
münâsip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının
yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok
zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda:
"Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrâk zamânında;
"Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde
kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir." buyurdu. O
en nâzik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni
kaldırın, beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar.
Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın
ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim
etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının
altına koyup, zikirle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık
nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye
arz etti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir." buyurdu.
Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allah-u Teàlâ’nın ismini söyledi ve
biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri
namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin serverine tâbi oldu. Vefâtı 1624
(H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesâbı ile yirmi dokuzu, Salı
günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmi dokuz gün idi.
Peygamber Efendimiz'in vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber
Efendimiz'in huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene
adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfte; "Bir günlük hummâ,
bir senenin keffâretidir." buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i
şerîfin mânâsına uygun oldu.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada
bulunanlar Hazret-i İmâm'ın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler.
Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı.
Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama
tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.
Yıkayıcı, mübârek
ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa
yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir
alâmeti olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya
geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol
elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin
sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol
elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman,
yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet
oradakiler, bunda derin bir mânâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha
ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki,
muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber
Efendimiz hadîs-i şerîfte; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allah-u
Teàlâ’nın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi.Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pek çok târih düşürülmüştür.
Onun
vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır:
"Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız
hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar
çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden
hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım." buyurdu. Binlerce
kırıklık ve perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?"
dedim. "İbrâhim AS'a uymayı yerine getirmek lâzımdır."
buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve
ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."
Büyük oğlu Muhammed Saîd
buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allah-u
Teàlâ’nınkendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu
ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından
hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de
şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Şükreden kullar azdır." (Sebe' sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i
kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da
Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince;
"Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil
eylediler." buyurdu.
Hâce Muhammed Ma'sûm Hazretleri
buyurdu ki: "Babamı vefâtından
sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum."
Buyurdu ki: "Allah-u Teàlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip;
"Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek." buyurdu.
Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar
dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma
göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum.
"Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
Eserleri:
01. Mektûbât:
Üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun
toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun
mârifetlerini açıklayan uçsuz bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât'ın birinci cildi
1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhûrlarından Yâr Muhammed Cedîd-i
Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313)
mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Keşmî'ye yazılmıştır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri birinci cildin
son mektubunu yazınca; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla rasûllerin, din sâhibi peygamberlerin ve
ashâb-ı bedr'in sayısına uygun
olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim"
buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1619
(H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır.
Bu cildde Esmâ-i hüsnâ yâni Allah-u Teàlâ’nın Kur'ân-ı Kerîm'de geçen doksan
dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri'nin vefâtından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden
Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu ciltte de Kur'ân-ı
Kerîm'deki sûrelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç
ciltte
toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin
vefâtından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam
mektup adedi (536) olmuştur.
Mektûbât'daki mektupların
birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisî'dir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.
02. Redd-i Revâfıd: Fârisî olup, Râfızîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.
03. İsbâtün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesîkaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. AyrıcaArapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
04. Mebde' ve Me'âd
05. Âdâb-ül-Mürîdîn
06. Ta'lîkât-ül-Avârif
07. Risâle-i Tehlîliyye
08. Şerh-i Rubâ'ıyyât-ı Abd-il-Bâkî
09. Meârif-i Ledünniye
10. Mükâşefât-ı Gaybiyye
11. Cezbe ve Sülûk Risâlesi
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
buyurdu ki:
•
Edebi gözetmek, zikrden
üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz
•
Ehlin gönlü için (âilenin
gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.
•
Farzı bırakıp, nâfile
ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.
•
İnsana lâzım olan önce Ehl-i
sünnete uygun inanmak, sonra Allah-u Teàlâ’nın emir ve yasaklarına uymak, daha
sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.
•
Nefs bir kötülük
deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.
•
Razzâk olan Hak Teàlâ,
rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.
•
Bu zamanda dünyâyı terk
etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk
etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu
da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya
taşmamakla olur.
•
Vakit çok kıymetlidir.
Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet
etmektir. Yâni Allah-u Teàlâ'ya ibâdet ve tâat etmektir.
•
Gençlik zamânında dînin
emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.
•
Annenin yavrusuna faydası
olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana
yazıklar olsun!
•
Âyet-i kerîmede meâlen; "Allah onların ne yaptıklarını görmektedir"
buyruldu. Allah-u Teàlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insanlar) çirkin işleri
yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler
yapmazlar. Bunlar ya Hak Teàlâ'nın görmesine inanmıyorlar, yâhud onun görmesine
kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.
•
Velîlerin hiçbiri, sahâbî
mertebesine çıkamaz.
•
Bir kimsenin önüne
lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştahı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği
hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir
riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.
•
Bir farzı vaktinde
yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır.
•
Ölmek, felâket değildir.
Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.
Kaynaklar:
1. Mehmed Zâhid KOTKU Rh.A, Tasavvufî Ahlâk, Sehâ Neşriyât, c.2, s.193, İstanbul 1991
2. Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, c.7, s.295, İstanbul 1992.
.